SANAT | M. NEDİM HAZAR
Keşfi, açık alanda bir iddia üzerine at koşusuyla başlayan sinemanın erken dönem filmlerinden sonra drama ile birleşmesi mekân kullanımını zorunlu hale getirmişti. Sinemada mekânı ilk kullanan, ünlü Thomas Edison’du. Edison, kurduğu Black Maria isimli ev şeklindeki platoda ilk çekimlerini yapıyordu. Daha sonra gelen sinemacılar gerçek mekânlarda çekim zorluklarıyla karşılaştıkça platolara daha çok iş düştü.
Önceleri filmlerdeki mekân sadece dekor olarak algılanırken ‘tarz’ yönetmenlerinin sinemaya girmesiyle beraber mekân, sinemanın en önemli unsurlarından biri oldu.
1927 yılında Fritz Lang’ın yönetmenliğini yaptığı ‘Metropolis’ filmi, çok büyük platoların içerisinde iç mekânın kurulduğu, devasa boyutlarda ‘matte painting’ (arka plan resimler) uygulamalarıyla, ışık, aksesuar ve kostüm tasarımıyla dönemine göre hazırlanmış en etkileyici iç mekân tasarımı örneğidir. Lang, bu filmle sinemada çıtayı bir anda çok yükseklere taşır.
Bu anlamda mekânı etkin olarak kullanan ilk sinemacılardan biri Orson Welles’ti. Ünlü Yurttaş Kane filminde zengin medya patronunun ölü bulunduğu şatonun ismi Xanadu’dur. Bu mekânın İngiltere ve Amerika’daki iki özel mekândan ilham alınarak yapıldığını söyler sinema tarihçileri. Yurttaş Kane’in yaşadığı bu mekân çok özeldir ve filmde ayrıcalıklı bir yere sahiptir.
Sonraki yıllarda sinema-mekân ilişkisine özellikle titizlenen yönetmenlerin varlığının yanı sıra, bizzat mekânların, özellikle evlerin neredeyse bir film türü oluşturacak derecede güçlü bir şekilde kullanıldığını görmek mümkün. Mekânlar, hassaten korku ve gerilim filmleri için vazgeçilmez alanlardır. Tüm tekinsizlikleri ve yaşanmışlıklarıyla insan ruhunda derin etki ve ürperticilik bırakan mekânlar, seyirci üzerinde de filmin sair unsurlarından daha yoğunluklu bir etki uyandırırlar.
Sinemanın ilk ustalarından Alfred Hitchcock’un Rebecca’sı böyle tekinsiz bir evde geçer ve seyirciye merdivenlerinden loş koridorlarına kadar alabildiğince tekinsiz bir ürperti sunar. Hitchcock, bu filminde sayısız odanın bulunduğu Manderlay Malikânesi’ni, genç ve güvensiz Bayan DeWinter’ı yutmaya hazırlanan bir canavar gibi resmeder. Yine ünlü ustanın tek planlık filmi İp’te (The Rope) tek mekânda yaşanan bir cinayet ve sonraki gerilim ustaca anlatılır.
İzleyici üzerinde oluşturmak istediği hisle bağıntılı olarak yönetmen, kurguladığı mekâna önem ve ağırlık verir. Esasen bir film uzamsal olarak üç biçimin bir araya gelmesinden müteşekkildir: Çekilen, tasvir edilen ve algılanan… İş bu nedenle sinemada mekân, diğer unsurlar kadar (ışık, ses, müzik, görüntü, kurgu vs…) öneme haizdir.
Alman Ekspresyonizmi’nin etkilerini gördüğümüz, 1919 yılında Robert Weine’nin yönetmenliğini yaptığı, Doktor Kaligari’nin Muayenehanesi’nde mekânın anlam üzerindeki etkisini şaşırtıcı şekilde görürüz.
Sinemada yapımlar büyüdükçe, bütçeler arttıkça küçük dekoratif mekânlar yerini büyük devasa platolara bırakmaya başlar. Mekân, bilimkurgu türünde de son derece mühim bir yere sahiptir. Ünlü Yıldız Savaşları (Star Wars) serisi bize geleceğe dair bir distopya resmederken, geleceğin dünyası yaşadığımız düzlem için imajiner bir karabasan gibidir. Bu karanlığı dengelemek için buz mavisi medeniyet mekânları kurgulanmıştır Yıldız Savaşları’nda. Terminatör, Total Recall, Blade Runner gibi janrın kült filmleri, mekânlarıyla farklılık arz ederler.
Sinemada mekân denilince iki usta için ayrı birer parantez açmak zaruridir: Kubrick, Kar-Wai ve Tarkovsky…
TARKOVSKY VE MEKÂN
Filmlerinde anlatmak istediği duyguya göre mekân kurma konusunda en usta isimlerden olan Tarkovsky, tasvire giriştiği dünyayı en ince ayrıntısına kadar ele alır. Tarkovsky filmlerindeki mekân, gerçekliğin yalın ifadesi kadar çok katmanlı anlatımın derin mesajlarını da taşır. İvan’ın Çocukluğu’ndaki harabe fon, savaşın ve yıkımın şiddetini muazzam bir sefalet tablosu olarak resmeder. İvan’ın Çocukluğu, yanmış evin yerinde fırın karkası (iskeleti), yıkılmış, harap olmuş tapınak (kilise), yere dikilmiş askerî uçağın parçası, rüzgârdan sallanan, sallanarak ses çıkaran, hiçbir yere açılmayan kapı gibi imgelemler, tarlalar, ağaçlar, bulutlar, nehirler ve nihayetinde insan gibi doğal fonlarla desteklenir. Kurban, neredeyse mekân üzerine bir filmdir. Evin içinde yaşananlar insanın içinde barındırdıklarıyla paralel anlatılır. Aşk, bastırılmışlık, kıskançlık ve öfke, yangın ile nihayete eren mekân-anlam ilintisinin muazzam resmedilişidir.
KUBRİCK’İN MEKÂNLARI
Stanley Kubrick ve mekân denildiğinde şüphesiz ilk akla gelen şey The Shining (Cinnet) filmidir. Mekânın adeta başrol oynadığı bu sinema tarihinin en çok konuşulan filmi, sırtını yasladığı kitabın aksine neredeyse tüm gücünü mekânın egzotikliğinden alır. Bir Kızılderili mezarlığı üzerine kurulmuş bu izbe yapı, gerek bitimsiz koridorları, gerek her kapısı ürpertiye açılan odaları, gerek mutfağı, gerekse dışarıdaki labirenti ile gerilim filmi için şahane bir mekâna dönüşür. Kubrick, içini hiç göstermediği asansörden bile istediği tedirgin edici neticeyi almayı başarır Cinnet’te. Kubrick’in, The Shining filmi için kapalı bir mekânı, oteli tercih etmesi, onun seyirciye en başından beri kaderden kaçış olmadığını anlatması açısından da manidardır.
Ustanın, 2001 Space Odyssey filminde son sistem uzay gemileri ve boşlukta yüzülen uzay tasvirleri, prematüre maymunlar ve yaşadıkları ilkel mekân, izleyiciyi filmin içine alır. Yine Otomatik Portakal’da hayat emaresi olmayan mekânlarla dolu loş ışıklı underground (yeraltı) mekânları yeni baştan tasarlamıştır. Kahramanın karanlık sokaklardan aydınlık, zengin sınıfın hanesine girip tecavüz etmesi, karaktere üç boyutlu bir anlam kazandırır. Mekân tasvirleri genelde zıtlıklar üzerinden ve contrast (karşıtlık) bir şekilde verir.
MEKÂN ZAMANI
Şanghaylı sıradışı yönetmen Wong Kar-Wai de, yapıtlarında mekâna özel yer veren sinemacılardandır. Ustanın 2000 yılı yapımı In The Mood For Love (Aşk Zamanı) filmi, mekân tasarımı açısından zirvedir. Yaşanan yasak aşkı, alabildiğince ölçülü ve cimri şekilde seyirciye (muazzam müziğin etkisini de unutmayarak) aktarırken, mekânların darlığı ve sıkışıklığı, kalbin sevdaya dar gelmesiyle koşut anlatılır adeta. Sırrın fısıldandığı kovuk sahnesi ise eşsizdir Aşk Zamanı’nda. Mutfak, masa, sokak lambası, otelin gerçeküstü odaları ve uçuşan perdeleri, filmin unutulmaz görsellikleri arasındadır.
İKİ YERLİ MEKÂN USTASI
Listemize Türk sinemasının mekân konusunda oldukça titiz ve etkileyici ismini ekleyebiliriz: Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan. Demirkubuz’un kariyerinin ilk filmi C Blok, bir tür sınıf mücadelesini TOKİ üretimi benzeri çok katlı gökdelenlerde yaşatır. Kapıcıyla orta sınıf burjuva karakteri, bu mekânların soğukluğunda adeta iki cam vazo gibi birbirine vurur Demirkubuz. Sonraki filmlerinde de, kendiliğinden açılan kapılar, perişan olmuş duvarlar ve basık, mezbelelik gibi doğal mekânları tercih eder sinemamızın bu usta ismi. Yeraltı, ise tabiri caizse neredeyse bir mekân filmidir. Kahramanın eziklik ve bayağılığını mekânın kasveti, loşluğu ve boşluğuyla verir Zeki Demirkubuz. Yemek sahnesinin gerilimi ve karakteri, dağıtıcılığı mekân-film ilişkisinde kolay ulaşılacak bir nokta değildir. Hatta bununla da yetinmez, finale doğru bu mekânı da darmadağın eder!
CEYLAN VE ÇEHOV
Nuri Bilge Ceylan’ın mekânla ilişkisi ise bambaşkadır. Kısa filmlerinden başlayarak mekânları Anton Çehov tasvirleri gibi özenle resmeden Ceylan, özellikle Uzak’ta kapalı mekâna girer. Kahramanın yalnızlığını ve itilmişliğini mekânın her miliminde hissederiz bu filmde. Üç Maymun, insan ve zaaflarına dair etkileyici bir öyküyü alt tabakanın yaşam alanına sırtını yaslayarak anlatır. Bir Zamanlar Anadolu’da, muhtarın evi sekansıyla adeta gerçek üstü bir tarza dönüşür ve katil ile evin kızının melekleştiği sahne sinemanın unutulmazları arasında yerini alır.
Fantastik bir dünya gibi sunulan bu sahnenin önündeki gölgelerin zihne oyun oynadığı kayalık sahnesiyle zirve yapar. Finaldeki otopsi mekânında ise gerçeklik tüm rahatsız ediciliğiyle tamamlanır. Cannes’da ödüllendirilen Kış Uykusu ise tam anlamıyla bir mekân ve insan filmidir…