Ana Sayfa Dünya Gerçeğin yanılsama öyküsü: Ingmar Bergman

Gerçeğin yanılsama öyküsü: Ingmar Bergman

SİNEMA | M. NEDİM HAZAR 

“Her duygu, her hareket, her fiziksel rahatsızlık, kullandığım her sözcük için büyük bir depo dolusu açıklamam var. İnsan anlayışla başını eğiyor. Böyle olması gerekliydi; yine de bu yaşam uçurumunda boylu boyunca düşüyorum. Bu uçurum bir gerçek, ayrıca da dipsiz… İnsan bu taşlı derede ya da suyun yüzünde kendini öldüremiyor bile. Anne, sana sesleniyorum her zaman yaptığım gibi. Ateşim olduğu geceler, okuldan döndüğüm zaman, geceleri arkamdan kovalayan bir hayaletle hastanenin parkında koşturduğum zaman, Farö’deki o yağmurlu günde sana tutunmak için elimi uzattığım zaman… Bilmiyorum! Hiçbir şey bilmiyorum! Bu başımıza gelen nedir? Bununla baş edemeyeceğiz. Yanaklarım yanıyor ve birisinin uluduğunu duyuyorum. Sanırım ben kendim uluyorum!”

Bu sözlerle açıklıyordu o hazırda bulduğumuz ve “Nasıl da samimi anlatmış!” dediğimiz her seansın ve hatta her sekansın ardında yatan tecrübe edilmiş his ve fikir dünyasını Ingmar Bergman.

Bazı sanatçılar vardır… Onları ölümlerinden sonra dahi yalnızca doğumlarıyla anmalısınız. Çünkü işini hayatına ve hayatını işine öyle ram eder ki, onun doğumu bıraktıklarıyla beşeri bir ebediyete taşınır. Öyle izler bırakır sanatında ve dahi hayatınızda, ölümü pek de alakadar etmez sizi.

Bir sanatçı, bir sinemacı düşünün ki, onun renkleri olsun. Bir sanatçı düşünün ki, onun müptela olduğu yüzleri olsun. Bir sanatçı düşünün ki ışığa aşık ve bir sanatçı düşünün ki yüzleşemediğiniz birçok mefhumu bir demli çay gibi, bütün aşamalarıyla olgunlaşmış bir biçimde ve iğreti olma kaygısından uzak önünüze sunsun.

Ingmar Bergman… Birçok sanatçının sinema, tiyatro ve yönetmenlik anlamında dipkoçanı. 14 Temmuz 1918’de İsveç’te doğdu. Protestan bir papazın oğluydu. Bergman, çocukluğunun hayal gücünü şekillendirdiğini ve kendisi için geçmişin daima şimdiki zaman olduğunu söylüyordu. Bu süreçte, İstenilen kılıflara sokulmuş inanç, fikri kısıtlamaları ve bütün ketumluğu ile önyargılarla yüklü bir tavır vardı karşısında. Hayatı sorgulamaya iten bir teşvikti babası. Kardeşiyle hiç anlaşamıyordu. “Onun ölmesi benim için iyi olurdu,” diyerek anlatıyordu aslında kardeşiyle aralarındaki bağın sevgi olmamasından duyduğu acı gerçeği. Sık sık anneannesinin yanında huzur arardı çocukluğunda. Tüm bu ailevi hayatı ve ilişkileri de nitekim sinemasının bizdeki samimiyetini arttıracaktı.

RÜYA BÜTÜN ÇEKTİĞİMİZ

“Benim bütün filmlerim birer rüyadır. Ben çocuk yaştayken mutluydum, çünkü rüyalarda yaşıyordum. Tek başımaydım ve kukla tiyatroları sahneler ve kuklalar yapardım. Bazen yaşananları, gerçek olanlarla rüyaları, birbirine karıştırırdım ve bu durum annem ve babamla başımı belaya sokardı. İlk filmimi izledikten sonra çok heyecanlanmıştım ve üç gün boyunca ateşler içinde yatakta yatmıştım.”

“Film, belge olduğu zamanın dışında bir düştür. Bundan dolayı Tarkovski sinema yönetmenlerinin en büyüğüdür. Düşsel mekanlarda bir uyurgezerin güveniyle hareket eder, hiç açıklama yapmaz,” diyor usta yönetmen.

Shame filminden bir kare

Aristotelesçi anlamda mimesis’ten (doğa ve sahne sanatları anlamında taklide dayanan temsil) söz ederken, vurgusunu filmin elde ettiği gerçekliğe değil, onun bir taklit olmasına yapıyor. “Çünkü sanat özünde gerçek bir şey değil, deneyimin taklit edilmesidir. Bu yüzden de sanatçı oyunlar oynayan bir oyuncudur. Filmlerinin ne kadar boş ya da ciddi olduğu hiç önemli değildir. Bu oyun duygusunu kaybettiğiniz an, işi bırakacaksınız, eğer onun bir oyun olduğunu unutursanız, gerçekliği taklit eden bir sinema yönetmeni olarak, çok feci bir şekilde kendi kendiniz aldatmaya doğru yol alırsınız. Filmlerdeki ritim masa başında senaryodan doğar, kamera karşısında da yaşamaya başlar. Her tür doğaçlama bana yabancıdır. Eğer çabuk karar vermeye zorlanırsam ter içinde kalır ve korkudan kaskatı kesilirim. Film çekimi benim için ayrıntılı planlanmış bir yanılsamadır. Yaşadıkça bana daha da aldatıcı görünen bir gerçeğin yanılsaması.”

Sinemaya ilk adımını ona armağan edilen kamerayla attı Bergman. Karşılaştığı sorunları, verdiği mücadeleleri, yenilgileri ve zaferleriyle yaşadığı her şeyi bir argümantasyon çalışması sayıp sanatına, sinemasına aksettirmeyi başardı. Bergman, çok sayıda evlilik yaptı. Birçok aşk yaşadı. Ve hayatında her daim kadınlardan yana oldu. Onları filmlerinin de hayatının da kahramanı haline getirdi. Nitekim yaptığı filmler geneline bakıldığında hayatının onda bıraktığı izleri görürüz. Hayata dair ele aldığı her bir konu, her bir acı, her bir kopuş noktası ve her iç mülahaza hayatın içinden Bergman’a damıtılan hislerdi. İlk cümlede kullandığımız “Her duygu, her hareket, her fiziksel rahatsızlık, kullandığım her sözcük için büyük bir depo dolusu açıklamam var” ifadesini de tam bu sebeple kullanır.

Bergman hayata hep aşk merceğiyle baktı ve aşkla gördü her daim.

Bergman’ın filmleri hayata ilişkin temel konuları –Tanrı , ölüm, aşk, insan, nefret, yalnızlık, hakikat, delilik, cinsellik, iletişim– ele almıştır. Kendi duygu dünyasını irdelemeyi bir takıntı haline getirmiş olan Bergman yaşadığı acıların ve kararsızlıkların en özel olanlarını filmlerde daima ortaya koymuştur. Bergman’ın gerçekten ilgilendiği şey, ilişkiler politikası ve psikenin sosyolojisidir .

Hayata dair zamirleri, sıfatları, özneleri nesneleri ve dahi duyguları, kendi perdesine öylesine yalın bir anlatımla aktarmıştır ki çoğu kez izlerken rahatsızlık duymuşuzdur. İçimizdeki fısıltıları, kendimizden ürktüğümüz halleri ve sapkınlıkları “sen insansın” diyerek çığlık çığlığa bağırdı yapımlarında. Filmlerinde masumiyeti, fedakârlığı kadınla aktarmayı tercih etti. Onları elleriyle giydirdi, yüreğiyle konuşturdu. Onlar için, fıtratın yansıdığı en net tablo olma sıfatını layık gördü adeta. Jestlerine ve mimiklerine binlerce anlam yükledi. O kadınları gözleriyle konuşturdu… Hasta bir kadının gözünden sevgiyi, huzuru ve ölümü, aldatılmış bir kadının gözünden hayata dair tatminsizliği ve sadakatsizliği anlattı. Onlara renk verdi isim isim renk. Hayatın renkleri varsa diyordu yönetmen, duygunun da renkleri olmalı!

İlişkiler gibi yapımlarında ısrarla ele aldığı bir diğer tema ise elbette “Tanrı” idi. İnancı sorguladığı yapımlarında aslında sorguladığı “Yaratıcı” değil, insanların ona yüklediği anlamlardı. 

İnsanın inançlarının anlamı veya insanların anlama çabası değil anlamlandırma çabasıydı Bergman’ın iğreti bulduğu ve yadırgadığı. Çünkü nihayetinde bu anlamlandırma çabası Tanrıya ve inanca yüklenen anlamın bireysellikten çıkıp kalıpsallığa geçmesi kaçınılmaz bir hal alıyordu. İnanç bir huzur durağı, yol haritası olmaktan kişilerin şahsi duruşlarının bir diktesi ve/ya pragmatik hallerinin beraatnamesi halini alıyordu. Bu anlamda Bergman sinemasındaki “ilahilik ve tanrı” odaklı temalar nüanslar barındırır.

‘SİNEMA BENSİZ, BEN İSE TİYATROSUZ OLAMAM!’

Bergman’ın atlanmaması gereken diğer bir kimliği ise tiyatrocu tarafı. Oyuncularından istediği mükemmeliyeti ve “yaşayarak oynama” talebini yutulan tiyatro sahne tozuna bağlar yönetmen. Sinemada olduğu gibi tiyatroda da başlangıçta düşmüş, yuhalanmış başarıdan önce başarısızlığı tatmıştır. Lakin sonuç seyirciden aldığı muhteşem alkışlardır günün sonunda. Klasiklerden — Moliere, Ibsen ve özellikle kendi vatandaşı August Strinberg — çok etkilendi, fakat bunun yanı sıra Pirandello, Anouilh, Tennessee Williams ve Edward Albee’nin oyunları da sahneledi. 1952- 1966 yılları arasında Gotheborg, Malmö ve Stockholm’deki önemli repertuar tiyatrolarında peş peşe yöneticilik yapmıştır. Genel anlamda gerçekçi ve toplumsal sorunlardan uzak, daha çok melankolik ve içe kapalı filmler yapmakla eleştirilse de yönetmen dünya sinemasına adını kazımayı, kazandırmayı başarmıştır. Kendini ve sorularını öyle derinlemesine yansıtmıştı ki sinemasına, seyircilerin bam teline dokunmayı başardı. 2005 yılında Time Dergisi tarafından “Dünyanın Yaşayan En Büyük Yönetmeni” olarak nitelendirildi. Ve şöyle yazdı Time Dergisi: “Sinemayı, edebiyat ve tiyatroyla eşit bir sanat konumuna yükselten yönetmen…”

BERGMAN SİNEMA DÖNEMLERİ

Bergman sinemasını bütün olarak ele aldığımızda bir ülkenin tarihsel ve sosyo-kültürel arka planda kronolojisine de bakmış oluyoruz. Bu bütünün kendi içinde ayrıldığı dönemlerin her biri İsveç’in belli bir dönemine tekabül ediyor neredeyse. Bu anlamda İsveç Tarihi seyrini Bergman sinemasının dönemlerinden seyreylemek de mümkün. Öyle ki, savaş ve karışıklık dönemlerinde karamsar ve melankolik bir Bergman’dan düze çıkılan dönemlerinde yaz aşklarından bahseden bir Bergman’a geçiş yapabiliyoruz.

Birinci dönem diyebileceğimiz yılları 2. Dünya Savaşı sonrasına denk gelir. II. Dünya Savaşı sonrasında İsveç’te yükselen bir intihar oranı ve dinsel geleneklere bağlılığın sarsılması söz konusudur. Bergman’ın ilk dönem filmleri de bu umutsuzluktan etkilenir. Filmlerin adları bile bunu kanıtlamaktadır. Genel olarak kişiler ontolojik sıkıntılarına gömülmekte, umutsuz bir yalnızlığın içinde debelenmekte ve kimi zaman da intihar girişimlerinde bulunmaktadırlar. Bu karanlık eğilimin doruk noktası, Zindan (1949) adlı filmdir.

Filmde genç yönetmeninin yanına aklında bir film projesi olan eski hocası gelir. Cehennemle ilgili bir senaryo vardır aklında. O senaryodan yola çıkarak film septik bir formata geçer ve sorgulamaya başlar doğruyu, yanlışı ve bu kavramların mutat tanımlarını.

Bu dönemde çektiği diğer filmleri ise şunlar: Aşkımızın Üstüne Yağmur Yağıyordu (1946), Hindistan’a Giden Gemi ya da Kaybolan Kızlar Limanı (1947), Liman Kenti (1948), Susuzluk (1949).

İkinci dönemi, sevgi, aşk ve ayrılık temalarıyla bezenmiştir. Marazi dönemden kurtuluşu simgeler. Bu dönemde yönetmenin kadınlara eğilimi gün yüzüne çıkar. Onlara açıkça ayrıcalık tanır. Onlardan yanadır. Hikâyelerindeki mesajı kadınlarının üstünden verir. Onları korur ve kollar. Galip gelmelerini sağlar. Bu dönemin en önemli yapımlarından biri Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri’dir (Sommarnattens leende). Film 1956 Cannes Film Festival’inde seyirci ve jüri tarafından çok beğenilir. Hatta filme özgü bir ödül oluşturulmak zorunda kalınır, “şiirsel hiciv ödülü”… Film aynı zamanda İsveç sinemasını erotik filmler döngüsünden de kurtarmış olur ve dünyaya tanıtır.

“Yaz Oyunları” (1951), “Kadınların Bekleyişi” (1952), “Gezgincilerin Gecesi” (1953) gibi filmleri yönetmenin ikinci dönemine damga vurmuştur. Bu dönemini ve genelde çabasını şöyle ifade eder Bergman: “Elimden gelenin en iyisini yapmaktan başka ahlaki bir kaygım yok. Korku, kararsızlık ya da fosilleşme, sanat alanında yeteri kadar şeye damgasını vuruyor ya da çarpık teoriler doğuyor.”

Üçüncü dönemine baktığımızda Bergman’ın yaratıcı–yaratılan sorgulamasının doruk noktalarına taşındığını görürüz.

Bergman inancı, varlığı ve yokluğu sorgular. Dinin sömürülme hali yönetmenin en çok vurguladığı noktadır. “İyiler her daim kazanır mı?” sorgusu özellikle bu döneme damga vuran filmlerinden Kaynak’ta çokça sorgulanır. Atının üzerinde yola çıkan masum, kötülükten bihaber bakirenin başına gelenlerden yola çıkarak günahı ve sevabı sorgular. 1960 yılında seyirci karşısına çıkan yapım hem büyük ilgi görür hem de seyirciyi irrite eder. Yönetmenin amacı da budur zaten.

Döneme damgasını vuran en önemli yapım ise 1957 yılı mahsulü Yedinci Mühür’dür. İlk planlarından itibaren kameranın objektifinin gökyüzüne doğru çevrildiği Yedinci Mühür ile birlikte Bergman’ın Dikey Sineması başlar. (Bu kavram, metafizik simgelerden çok günlük gerçeklere ilgi duyan İsveçli genç sinemacıların Bergman’ın sinemasını küçümsemek için taktıkları addır. Lefevre, bu adı kullanarak bir dönemi adlandırıyor). Filmde haçlı seferlerinden dönen genç şövalyenin Azrail ile geçen anekdotları, bundan yola çıkarak sorguladığı din ve insan ikilemi Bergman’a büyük bir şöhret kazandırır. Film başarısını duyguların elle tutulur hale geldiği karanlık yapısından alır. Soyut tartışmalar özünü somut nesnelerle baki korur.

Dönemin diğer önemli filmi ise Yaban Çilekleri. Filmde başarılı tıp profesörünün ödül almak için çıktığı yolculukla beraber kendi içine yaptığı yolculuğu anlatır. Gençlik anıları, yalnızlık, pişmanlıklar, ölüme yakın olmanın verdiği çaresizlik ve korku üzerine karakterlerin muhteşem uyumuyla ilerleyen film Bergman’ın yine başarılı olduğu yapımların içindedir. Yıl 1957.

Dördüncü dönem yönetmenin Tanrı sorgusuna son rötuşlarla döndüğü üç filminden ibarettir. Bergman sorgulamalarına burada son noktayı koyar ve Tanrı’nın ölümünü ilan eder. Ona göre her varlığı yaşatan ve öldüren güç ölmüştür.

Aynadaki Gibi (1961), İbadet Edenler (1963); yönetmen burada bir papazın inancını yitirmesinden yola çıkarak Tanrı sorgusuna noktayı koyar. Onun ölümünü ilan eder. Sessizlik (1963). 

“Hep Eugene O’Neill’in ünlü sözünü anıyorum. İnsanın Tanrı ile olan ilişkisini ele almayan tüm dramatik yapıtlar önemsizdir.”

Yönetmen kaba güldürü tarzında da iki film çeker sorgularına nefes aldırmak adına. O yoğun ve sorgulayıcı düşünceleri, soru ve cevapları demlenmeye bırakacaktır. Döndüğündeyse sinema dünyasına attığı imzayı beşinci dönem olarak adlandıracağımız filmleriyle taçlandıracaktır.

Beşinci dönem Bergman’ın yakın çekimleri ile süslediği ve “sinema budur” dediği, tüm kuralları yıkıp yenilerini silinemez harflerle kazıdığı dönemdir. Bergman, insani duyguları oyunculuğu sonuna kadar kullanarak ellerle, jest ve mimiklerle ve karakterlerin karakterler içinde kaybolup gitmesiyle öne çıkarır. Sevgi, nefret, kayboluş, şiddet ve sessizliğin içinde yankı bulan çığlıklar onun bu döneminde daha önce kimsenin yapamadığı ve bugün bile kıskanılarak bakılan bir teknikle işlenir. Bergman artık çok büyük bir efsanedir.

Persona (1966), döneminin en önemli yapımlarındandır. Bergman filmde artık kendi benliğini de aşmış ve arayış içindeki iki kadınla birlikte kendisi de değişmiştir. Film gösterime girdiği dönemde hem oldukça beğenilmiş hem de acımasız eleştirilere hedef olmuştur. Ne var ki sonrasında film için sadece şu söylenecektir: “Kuralları koyan film”.

Kurtların Saati (1968), yönetmenin tek korku filmi olma özelliğini taşır. Hamile karısı ile birlikte yazlık bir evde vakit geçiren John Borg geçimini ressamlık yaparak sağlamaktadır. Bir süredir garip ve korkutucu sanrılar görmektedir. Bu yüzden uyuyamamaktadır. Özellikle de gecenin yerini sabah terk ettiği kurdun saatinde…

Utanç (1968), savaş yalnızca onun içinde ölenleri değil ardında kalan yaşayan ölüleri de etkilemektedir. Bu film aynı zamanda bir ‘bilememek’ filmidir. Bilinmezlik bir zaman sonra yerini savaş hakkında daha çok öğrenmeye terk edecek ve bu da kahramanlarımızda sonu gelmeyen bir utanca sebep olacaktır.

Çığlık ve Fısıltılar (1972); ölüm, inanç ve yalnızlık üzerine üç kız kardeşin öyküsü. Evlilik Yaşamından Sahneler (1973). Sonbahar Sonatı (1978), bir kadının annesiyle olan gecikmiş hesaplaşması… Fanny ve Alexander (1982).

Bergman insan denen yaratılmışın görünen ve ardındaki her ayrıntısını ve onun Yaratıcı ile olan ilişkisini ve her merhalesinde geçirdiği imtihan ve melankolik çıkmazlarını bize öyle yansıtmıştır ki, hala kendi tanımlanamaz hallerimizde onun cevapları bize işaret edebilecek niteliktedir.

O sadece büyük bir sinemacı değil aynı zamanda iflah olmaz bir tiyatro aşığıdır. Kendisinin de söylediği gibi sinema onsuz, o ise tiyatrosuz yapamazdı. Hayata gözlerini kapadığında ölümün elinden tutarken aklındaki soruların cevabını alarak mı yoksa tüm bu çırpınışın anlamsızlığına ah ederek mi tutmuştu bilinmez lakin bize onun mirası birçok soru kaldı tefekkür etmeye ve cevaplanmaya değer…

HENÜZ YORUM YOK