Gazeteci ve yazar Ahmet Nesin, ünlü yazar Aziz Nesin’in oğlu. Henüz 13 yaşında ‘rahat durmadığı’ için ülkesini terk etmek zorunda kalan Nesin, AKP’nin iktidara geldiği 2003 yılında kendi isteği ile Fransa’ya iltica etti. “Türkiye ve dünyanın başına bir bela geldi ve henüz kimse bunun farkında değil. Farkına vardıklarında da iş işten geçmiş olacak” diyen yazar, sonraları Türkiye’ye tekrar dönse de şimdi zorunlu olarak sürgün…
Köşe yazılarının, televizyonda yaptığı programların ve YouTube yayınlarının merkezinde son dönemde geride bıraktığı ülkesinde yaşanan hukuksuzluklar ve insan hakları ihlalleri var. Özellikle 15 Temmuz’u irdeleyen söyleşileri ve yorumları çok izleniyor.
Gazeteci Ahmet Nesin, Türkiye’yi ve Türk medyasını Journalist Post’tan Şemsi Açıkgöz’e anlattı.
Türkiye’den neden ve ne zaman ayrıldınız?
Türkiye’den ilk olarak 1971 Eylül’ünde ayrıldım. 12 Mart darbesi sonrası bilhassa okulda ve çevremde ciddi taciz yapılıyordu. Bir öğretmen sınıfta, babamın memleketin, benim de okulun içine ettiğimi söyleyince büyük tartışma ve kavga sonucu 13,5 yaşımda İngiltere’ye gittim.
İngiltere’de rahat ettiniz mi peki? Ya da rahat durdunuz mu?
1977 yılında bu kez Britanya öğrenci derneğinin kongresinde bir okulun baş temsilcisi olarak yaptığım konuşmadan dolayı İngiltere’den sınır dışı edildim ve 2003 yılına kadar Türkiye’de kaldım.
“TÜRKİYE VE DÜNYANIN BAŞINA BİR BELA GELDİ KİMSE BUNUN FARKINDA DEĞİL”
2003 yılında AKP iktidara gelince siz tekrar yurtdışına çıkıyorsunuz ve Fransa’ya iltica ediyorsunuz. Neden?
2003 yılında AKP ve Erdoğan iktidarı dolayısıyla Fransa’ya iltica ettim. Başvuru gerekçemde Türkiye ve dünyanın başına bir bela geldiğini ve bunun henüz kimsenin farkında olmadığını ama vardıklarında da iş işten geçmiş olacağını söyledim. Fransa’da sınırsız oturuma sahibim. O yüzden ben 15 Temmuz darbe girişiminden sonra kaçmadım, burada oturum iznim vardı ve burada kalıyordum.
Öngörüde bulunmanız ve yolun sonunda haklı olmanız size nasıl bir duygu yaşatıyor?
Ben, benim öngörüde bulunmamdan çok bunca demokratın, devrimcinin ve sosyalistin bunu görememesini anlamaya çalışıyorum yıllardır. Bu ilk kez olmuyor ayrıca, oldukça deneyimliyiz bu beceriksizliğimizde. Nedir onlar? İlk olarak 12 Eylül darbesinin başbakan yardımcısı Turgut Özal demokrat olarak lanse edildi bu ülkeye. Bunun için merkez sağa ya da dindarlara gerek kalmadı, sol ve liberaller bunu çok iyi becerdi.
Arkasından Tansu Çiller olayını yaşadık. Kadın diye hem feministler hem de demokratlar aynı hataya düştü ilk başlarda. Oysa bu siyasettir, cinsiyet üzerinden yürümemeliydi.
Bununla kalsa iyi. Ülkücüler bir dönem cinayet işlemeye ara verdi diye Devlet Bahçeli’nin Türkeş’e göre demokrat ve şans olduğu yazılıp çizildi. Son olarak da Muhsin Yazıcıoğlu olayı oldu. Güya pişmanmış da kimi itiraflarda bulunacakmış. Bunu Hitler de yapabilirdi, ben bunca cinayetin af dilemesini asla kabul etmiyorum. Şimdi de Erdoğan gerçek yüzünü gösterince Demirel’in hakkının yendiği söyleniyor. Oysa onun koalisyonları dönemi en kanlı dönemlerden birisidir. Türkiye solunda garip bir anlayış var, devleti rencide etmeden sistemi değiştirmek istiyorlar, bu olanaksız.
“ÖZELEŞTİRİ EĞİTİM MESELESİ, O SEBEPLE BİZİM İNSANLARA UZAK DURUYOR”
Konuyu bugünkü hükümete getirmek istiyorum. Özellikle 17 Aralık sürecinden sonra Türkiye’de, 53 Gazete, 34 TV kanalı, 37 Radyo, 20 Dergi, 6 Haber Ajansı, 29 Yayınevi kapatıldı. Hem de Anayasa’nın 30. maddesi (Basın araç ve gereçlerine el konulamaz…) varken. Ayrıca binlerce siteye erişim engeli getirildi. Sizce hükümeti bu kadar pervasız veya korkak yapan nedir?
Her insan ya da kurum yanlış yapabilir. Dünyada bu böyledir ve ciddi öz eleştiri mekanizmaları vardır, ülkeler nezdinde bile özürler dilenir. Ama Türkiye gibi ülkeler ve yaşayanları hep haklıdır ve onların gündeminde öz eleştiri hiç olmaz. Öz eleştiri biraz eğitim ve okumakla eşdeğer olduğundan bizim gibi ülkelere ve insanlarına uzak duruyor.
AKP’nin iktidara geldiği 2002’de Türkiye, dünya basın özgürlüğü sıralamasında 99. sırada idi. Şimdi 180 ülke arasında 154. sırada. Hükümetin, gazeteci saymadığı habercileri de ekleyince listenin sonundayız. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
99’dan 154’e gerilemek Türkiye’ye faşizm geldi, başımızda bir diktatör var anlamına gelmiyor. Türkiye’deki bütün sorun sol dâhil olmak üzere 99. sıradayken Türkiye’de faşizmin olduğunu kabul etmek, ona göre mücadele etmektir. Öyle bir dönem gelecek ki, Erdoğan ve yandaşları Türkiye’de faşizm var diyecekler. Çünkü onlar da yargılanacaklar. Faşizm insanların yargılanması değil bunun nedenleridir. O zaman kime yapıldığından çok neden yapıldığı önemlidir. Biz bunu hiç düşünmüyoruz.
“İKTİDARIN YARGILANMA KORKUSU ARTTIKÇA DİKTATÖR FAALİYETLERİ DE ARTAR”
Sizin “faşizm” olarak tanımladığınız yola bu iktidar neden saptı?
İktidar bilhassa kendi yargılanacağı zamanın yavaş yavaş yaklaştığını hissettiğinde yakalanma ve yargılanma korkusu artar ve bunu önlemek için daha da faşistleşir ve diktatör faaliyetleri artar. Erdoğan bunun en açık örneği. Gazeteci olarak da Nedim Şener. Nedim tartışmıyor, korkudan devamlı bağırıp hakaret ediyor. Bağırınca da biz çok korkuyoruz. Benim ödüm patlıyor Nedim’le karşılaşırım diye. Çünkü gerçekten vatan adına her şeyi yapabilir ve kendisini masum hisseder. Nedim gibiler cinayete çok meyyaldir.
“HERKES NEDİM KADAR DİP NOKTAYA GELEMEZ”
Peki, herkes birer Nedim Şener mi olacak bu süreç böyle devam ederse?
Sanmıyorum, herkes Nedim kadar dip noktaya kadar gelmez ama bizim mücadele sistemimizde bir romantizm olduğuna inanıyorum. Açıklaması zor ama incitmeden devrim yapılmaz ya da yapılmak istenenleri halk istemiyor ya da desteklemiyorsa da bunun adı devrim olmaz. O yüzden Mustafa Kemal bile yanlış tanıtılıyor. Şapka devrimi, harf devrimi, kadınlara oy hakkı, hangisi tabanın büyük ayaklanması sonucu oldu da buna devrim deniliyor. Bunlar devrim zannedilince devlete karşı da nazik bir mücadele çıkıyor ortaya. Mustafa Kemal o kadar kuvvetliydi ama esas devrim olabilecek olan toprak reformunu yapamadı. Sonrasında İsmet İnönü de yapamadı. Engelleyen kim, toprak ağası Adnan Menderes. Devrim birilerini daha doğrusu oligarşiyi incitmek demektir.
2 Kasım da, ‘Gazetecilere Karşı Suçlarda Cezasızlıkla Mücadele Uluslararası Günü.’ Türkiye’de de cezaevinde kanser olup hayatını kaybeden gazeteciler var. Mesela Cihan Medya’nın Uşak muhabiri Mevlüt Öztaş. Sapasağlam girdiği cezaevinden 874 gün sonra kanserli olarak çıktı ve 57 gün sonra hayata veda etti. Diğer taraftan 70 yaşındaki Ahmet Altan yine gazetecilik yaptığı için hâlâ cezaevinde. Ve daha pek çokları… Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Olaya sadece gazeteci açısından bakmak başından beri söylediğim hastalık esasında. İçeride ölüme yakın yüzlerce hasta var ve benim için onların meslekleri önemli değil. Bir o kadar da bebek var. Ailesinin görüşü hiç de umrumda değil, bebek benim düşmanım olamaz. 1,5 aylık bebeğin fotosunu yayınladım ve ‘bilemedin 25 yaşındaki annesinin bebekle hapse girecek kadar ne suçu olabilir?’ yazdım diye kendini demokrat sananlar da saldırdı bana. Haksızlığın kime yapıldığı hiç umurumda değil, demokrasi mücadelesinde ayrım olmaz. Ama bizde oluyor.
Türkiye’deki yaygın yolsuzlukların, hukuksuzlukların hesabını kim soracak, kim yazacak? Türkiye’de toplum olan bitenden nasıl haberdar olacak? Toplum ne istiyor?
Toplumun bugüne değin seçtiği insanlara bakarsan anlarsın. Aldatacağına kuma getir diyen birisini doktor yapmış bu devlet. O doktora mesleği gereği mecburuz. O zaman Erdoğan’a demokrat diyen gazeteci ve akademisyenleri yadırgamamalıyız. Erdoğan, ‘Mersin-Anamur arasındaki tren hattını hızlı trene çevireceğim.’ dediğinde alkış almıştı Mersin’de. Biliyor musun? Mersin-Anamur arasında hiç tren hattı olmadı. Yani çevrilecek bir hat yoktu. Bu doktorlar, gazeteciler ya da akademisyenler bu insanlardan çıkıyor.
Liderlerin kendisini eleştirenlere dava açma sayılarında Erdoğan rekor kırmış. Rakamlar şöyle: Evren 340, Özal 207, Demirel 158, Sezer 163, Gül 848 ve Erdoğan 36 bin 66. 12 bin 298’i yargılandı, 3 bin 831 kişi ceza aldı. Bu rakamları nasıl okuyorsunuz?
Tek cevap versem ayıp olur mu bilemedim ama gençlerin deyimiyle ‘çok da tın’.