YORUM | REŞİT HAYLAMAZ
Derinlere demirli meliklerin âdetindendir, sınırları aşan ve emellerine hizmet edebilecek huzursuz tipteki insanları ararlar.
Kulakları delik, gözleri de keskindir; ne mesafelerin uzaklığı ne de coğrafyaların farklılığı engeldir, onlara.
İz takip eder ve kokusunu aldıkları yere anında damlarlar.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Onlar için damlamanın elli çeşit yolu vardır; kabaran hisleri, örselenmiş duyguları, ardı arkası gelmez hırsları, doyma bilmez beklentileri, öfkeleri, nefretleri takip eder ve gözünü kırpmadan finali bekleyen avcı misali otağını en yakınına kurarlar.
Sinyal almaya başladıkları gün bayramdır, onlar için. Dakikasında odaklanır ve iyi okudukları kişiliklerine uygun kılık ve kıyafetle yaklaşır ve insanı insanlığından uzaklaştıran en şenî hallerine bile alkış tufanıyla karşılık verirler.
Bir nazar, bir kulak kabartma ve azıcık da hoşlanma varsa, iş tamam demektir!
Sonrası malum!
Ne yazık ki bu tezgâha gelmeyenin istisnası çok azdır!
Bugün size, o istisnalardan birisini anlatacağım.
Medîne’nin ilklerinden ve Akabe’de el sıkan önderlerden birisiydi, Ka’b İbn-i Mâlik.
Karşılarına sürpriz bir şekilde çıkan Bedir dışında hiç yalnız bırakmamıştı, Resûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem). Ne var ki Bedir’e katılamayan hiç kimse kınanmıyor olsa da hayat boyu içini kemiren bir ıstıraptı, onun için.
Acı bâdire Uhud’un tatlı birer hatırası olarak taşıdığı 11 yarası vardı. Resûlullah’ın da (sallallahu aleyhi ve sellem) öldürüldüğü şâyiası çıkarıldığında beyninden vurulmuşa dönmüştü ki dünya gözüyle O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) yeniden karşısında görüverince sevincinden “Müjdeler olsun; Resûlullah yaşıyor!” diye haykırmış, ancak mübarek parmağını dudağına götürerek sessiz olmasını işaret eden iradeye teslim olup bu sevincini de bastırmıştı.
Daha büyük bir hesaplaşma gündeme geldiğinde âhesterevlik etmiş, bugün-yarın derken küçük ihmallere takılmış ve açık cepheye giden büyük ordunun ardında kalmıştı. Arkadan da olsa gidip yetişemeyişi, onun için ömür boyu bir hicran olacaktı.
Ama olmadı; yine de niyeti gitmekti ama yaz aylarının kavuran sıcağında suların serinliği, gölgelerin de çekiciliği tuttu onu; keşke gitseydi!
Yolda sormuştu onu, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem). Belli ki yanında olanların yine yanında olmasını istiyordu! O günkü sessizliği aşıp gelen Muâz İbn-i Cebel’in (radıyalallahu anh) tezkiyesi, hayat boyu unutulmayacak bir vefa demekti, Ka’b İbn-i Mâlik için.
İş işten geçmiş, dönüşünde olacakların derdine düşmüştü; ne diyecekti?
O gün geldi ve Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sordu:
“Niye gelmedin; gelmek için hazırlık yapmış değil miydin?”
Doğru söze ne denebilirdi ki?
Boynunu büktü ve “Yâ Resûlallah!” dedi. “Vallahi Senin huzurunda değil de şu an ehl-i dünya bir başkasının yanında olmuş olsaydım, ne yapıp eder ve bir mazeretle işin içinden sıyrılmasını bilirdim. Zira bende cedel kabiliyeti var. Fakat biliyorum ki benden razı olacağın bir yalan sözle bugün kurtulsam, çok sürmez Allah seni bundan haberdar eder ve üstelik O’nun gazabından da asla kurtulamam. Bugün bana celâllenecek olsan bile doğruyu konuşursam, ümit ediyorum ki yarın Allah ve Resûlü’nün rızasını kazanır ve güzel bir akıbetle karşılaşırım.
Vallahi hiçbir bir özrüm/mazeretim yoktu ya Resûlallah! Ve yine vallahi, seninle beraber olmadığım şu zamanki kadar hiç imkâna sahip olmamıştım!”
Doğru söylüyordu! Bir sözüyle kılıçların vuruştuğu, başka bir beyanıyla cephelerin durulduğu ender şairlerden birisiydi, Ka’b İbn-i Mâlik.
Muhatabı da biliyordu; “Buna gelince, işte bu doğru söyledi!” buyurdu.
Maksat açıktı ve onun gibi açık konuşan iki kişi daha vardı.
Ne var ki tevbelerinin kabulü geriye bırakılan bu üç kişiye yapılan muamele de farklıydı; tecrid uygulanacak ve onlarla hiç kimse konuşmayacaktı!
Perişan olmuşlardı; insanlar içinde dolaşıyorlardı ama onlarla hiçbir insan konuşmuyordu! Can-ciğer kardeşi Ebû Katâde’nin bahçesinden atlamış ve hasret kaldığı bir dost kelamı duyabilmek için selam vermişti, bir gün; o ne sadakat ki selamını bile almıyordu!
Ve bu, tam elli gün sürecekti!
Bütün genişliğine rağmen dünya daraldıkça daralmış, herkesin yaşamak için can attığı hayat, onlar için serâpa ıstırap olmuştu.
Bu arada, yanına yaklaşıp da akıl verenler yok değildi; yeniden huzura gitmesini ve bu badireden sıyrılmasını salık veriyorlardı!
Akıl diye uzattıkları da tuzaktı!
Bir sürpriz daha vardı; çarşıya indiği günlerden birinde Nebâtlı bir tüccar onu bulmuş ve bir mektup uzatmıştı.
Mektup, hiç görmediği, oturup konuşmadığı, muhtemeldir ki adını bile bilmediği Gassân melikinden geliyordu. Açtı ve okumaya başladı; diyordu ki:
“Duydum ki sahibin sana cefâda bulunmuş, zulmetmiş! Allah seni, hor-hakir görülesin, zâyi olasın diye yaratmadı ki! En iyisi mi sen bize gel; bütün imkanlarımızı senin için seferber edelim!”
“Sahibim!”
“Cefâ ve zulüm!”
Evet, o âna kadar çok sıkıntı çekmişti. Tevbelerinin kabulünü anlatan beyanların da ifade ettiği gibi âdeta nefes alamaz olmuştu ama bu, onların hepsini unutturacak mahiyette bir bela, ‘daha kötüsü olamaz’ denilecek cinsten bir imtihandı!
Bir mektuba bir de Nebâtlı tüccara baktı. Bu bakışlarda, “Dünya-Ukbâ’da bana şeref nişanı olan şu günleri, süflî dünyanıza alet mi etmek istiyorsunuz; bende hıyânet adına bir emare mi gördünüz ki imkanlarınızı önüme serip şenaatinize ortak etmek istiyorsunuz?” dercesine bir anlam gizliydi.
Fiili bir tekzip gerekiyordu. Hiç vakit kaybetmedi, “Bu da ayrı bir imtihan!” dedi ve dünyasını karartan bu mektubu, Nebâtlı tüccarın gözleri önünde yırtıverdi!
Bu iradeyi ortaya koyan Ka’b İbn-i Mâlik (radıyallahu anh) hakkında ayet geldi, “tevbe kahramanı” olarak tarihe geçti. Allah’ın hoşnutluğunu, Resûlü’nün de yakın dostluğunu kazandı.
Ancak herkeste bir Ka’b İbn-i Mâlik iradesinin olmadığını da unutmamak lazım.
Üstelik, bugünkü meliklerin hangi kılıkla ve nasıl bir zamanlamayla gelecekleri, kapınıza melek suretli nasıl bir şeytan gönderecekleri de belli değil!