YORUM | M. NEDİM HAZAR
Gıfar kabilesi İslam öncesinde kelimenin tam anlamıyla haramiydi. Savaşın haram sayıldığı kutsal zaman dilimlerinde bile yol keser, haraç alır, baskınlar yapardı. İslam’ın muazzez dokunuşu ile Ebu Zer’i çekip aldı bu topluluğun arasından ve kısa süre sonra yarıya yakını dönmüştü bile.
O zalim ve vahşi kabile inancın yumuşatıcı iksiri ile adeta hamur kıvamına gelmiş, vicdanlı bir topluluğa dönüşmüştü. Yağmacı bir karakterden vaktiyle kölelik yapmış bir Habeşli Bilal’in (ra) ayağının altına başını uzatacak kadar mütevazı bir iman abidesine dönüşmüştü Zer’in babası. İslam’ın hükümferma olduğu demlerde bile hizmetçisinin giysilerini giyiyor, onların sofralarında yemek yiyordu.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Belki zamanı biraz geriye sararak başlamakta yarar var. İslam’ın ilk günlerinde müminler büyük bir baskı ve sindirme altına alınmaya çalışılıyordu. Kureyş uluları yeni zuhur olan bir dinin kendi hükümranlıklarının yıkılması anlamına geldiğini biliyordu zira. Önce — kendilerince — hoşluk ve güzellikle önünü kesmek istediler Hz. Peygamber’in. “Ne istiyorsanız verelim” dediler mesela. Alınan cevap malum; bırakınız dünyevi mal ve zenginliği, güneş ve ayı avuçlara indirseler bile Hak ve hakikatin yükselişini engelleyemeyeceklerini anlayınca bu kez zorbalık ve zulme başvurdular.
Onu gördüğü anda “garip misin?” diye sormuştu Hz. Ali (kv). Allah Resulü’nün bir cümlesiyle kendi menzilini bulmuş, her şey yerli yerine oturmuştu. Baskı ve zulüm zirvedeydi. Korkusuzca haykırdı inancını. Horladılar, alay ettiler, ezdiler, dövdüler, sürdüler… Dönmedi inancından. Zulme direndiği kadar lüks ve şatafata da direndi bu ‘garip’ ve ‘yalnız’ sahabe.
“Gazvet-ül usre” deniyordu Tebük’e.
Mevsim sıcak ve boğucuydu.
Sefer uzun ve yorucu.
Ebu Zer de gidenlerin arasındaydı ama devesi çok yaşlı olduğu için geri kalıyordu kafileden ve bir ara gözden kayboldu. Bambaşka yorumlar yapıldı onun hakkında. “Gelecek” dedi son Peygamber. Kavurucu bir öğlen vakti, çölün ortasında bir siluet gördü gözcüler. Yayaydı ve yaklaşıyordu. Tüm teçhizatını kendi yüklenmiş ve orduya yetişmişti.
Ve buyurdu Nebiler Nebisi: “İşte bu Ebu Zer’dir. Yalnız yaşar, yalnız yürür, yalnız ölür!”
Malın, mülkün dünyada emanet ve ahirette utanç olduğunu çok iyi biliyordu. Bir safra olarak görüyordu bunları. İlle de lüks ve debdebeye karşı duruyordu. Özellikle yöneticilerin yaşadıkları hayata dikkat ediyor ve açık sözlülüğünden dolayı uzakta tutuluyordu. Bu sebeple Hz. Peygamber’in buyurduğu gibi yalnız şekilde ona kavuşacaktı. Bir seferinde Resulallah (sav) ona şöyle diyecekti: “Güzel ahlak gibi şeref yoktur.”
Hedonist bir çağa teslim olan hakikat erleri için Ebu Zer’in hayatından alınacak çok ders var şüphesiz. İtibarı binada, makamda, şatafatta görecek kadar hakikatle açılan makası ancak onun diğerkâm ve hasbi duruşu kapatabilir. Öyle bir çağ ki, Ebu Zer’in duruşu — hâşâ! — ahmaklık olarak görülüyor, o muazzam insan bir süper kahraman gibi naklediliyor.
Hırs ve heva ile içi dışı tıka basa dolu günümüz insanı için içli bir hayal gibi duruyor olabilir Ebu Zer figürü. Ancak muhtaç olduğumuz, yaşanan sıkıntıların topyekûn çözümü için yaşanmış bir örnek, uygulanmış bir iksirdir aynı zamanda Ebu Zer. Derdi dünya olanın dünya kadar sıklet oluyor sırtında; Hz. Bediüzzaman yaşayış ve söylemiyle geçtiğimiz son devrin Ebu Zer’iydi.
İki bardak, bir demlik, bir gömlek ve iki kalemle kavuştu Rahmet-i Rahmana. “Hepiniz uykudasınız” buyuruyor Hz. Peygamber (asm). Zannım o ki, gerçek uyanıştan önce kendimize gelebilmek için o mübarek insanın ruhuna muhtacız. Ve hep süreç ile ilgili sorup durduğumuz mühlet ancak o zaman dolacak gibi.
Veyl olsun dünyayı ebedi sanıp mülk mülk biriktirene, ne mutlu Ebu Zer’i rehber edinene…