YORUM | VEYSEL AYHAN
(Nübüvvet ve Devlet Yazıları- 24)
Fetih hareketleri, erken dönem sonrası amaçları itibariyle bir sarkaç halinde seyrediyor.
Kimi zaman fetih, kimi zaman işgal.
Bu ayrım üzerinde durulmaya değer.
Mekke fethi bu konuda “Muhammedî bir prototip”tir.
Fakat tüm bu fevkaladeliklere rağmen Kur’an, Mekke fethine “fetih” demiyor.
Neye “fetih diyor?
Hudeybiye barış anlaşmasına.
BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Ahmet Kurucan’dan uzun ama önemli bir alıntı yapayım:
“Mekke’nin Müslümanlar tarafından ele geçirilmesinin neticelerine baktığınız zaman gerçekten Mekke fethi dersiniz. 22 yıllık süreçte Müslümanlara kan kusturan müşriklerin affedilmesi, taşınır-taşınmaz mallarına el konulmaması, esir almanın gerçekleşmemesi, bütün bunlar bir yana hepsinin af edilmesi bunun göstergesidir…
Allah bu münasebetle indirdiği surenin ilk ayetinde ‘Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik’ diyerek onur kırıcı gözüken anlaşmayı fetih olarak nitelendirmiştir. Nitekim Hudeybiye sulhu ile Mekke fethi arası geçen yaklaşık iki yıllık süreçte 6-7 yıllık savaşlarla dolu Medine döneminde kazanılamayan kazanımlar elde edilmiştir. Bu kazanımlar maddi değil insanların gönüllerini ve akıllarını İslam’a, İslam’ın sunmuş olduğu değerlere ve gerçeklere karşı açma şeklinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla böylesi bir sulh ortamının ihzarı fetih olarak adlandırılmıştır Allah tarafından. Yoksa IŞİD ve emsali örgütlerin anladığı gibi fetih demek başkalarının topraklarını işgal etmek, esirleri öldürmek, insanları zorla Müslüman etmek manasını taşımaz.
Müslümanlar hakimiyet kurduğu topraklar üzerinde bir medeniyet inşasına başlıyordu. Her şeyden önce din ve inanç özgürlüğü başta olmak üzere temel insani haklarını halka vermekte katiyen tereddüt etmiyorlardı. Şehirlerin mimari yapısından, çevre temizliğine, açılan okul ve medreselerle ilmi düşüncenin hayata hâkim olmasına kadar insanların hayat standartlarını yükselterek onların insanca ve özgürce yaşamasını sağlayacak değişimleri gerçekleştiriyorlardı. İdari sistemde vergi düzenlemesi, arazi ve mülkiyet planlamaları, ekonomik kalkınma, zengin fakir arasındaki uçurumun kapanması, modern dönemlerdeki isimlendirme ile ifade edecek olursak ‘sosyal devlet’ anlayışının birçok unsurunu söz konusu toplumlarda görmek mümkündü…
Can alıcı soru şu; 15 asırlık İslam tarihi boyunca bütün fetih hareketlerinde sonuç hep böyle mi olmuştur? İnsanlar topraklarını kaybetseler de zulüm, baskı eziyet içinde yaşamaktan kurtulup özgürlüklerini mi kazanmışlardır? Eskiden sahip olduklarını hakların ve nimetlerin çok üstünde ayrı hak ve nimetlere mi sahip olmuş, hayat standartları yükselmiş, medeniyet seviyeleri arşa mı çıkmıştır?
Bu soruya evet veya hayır diye tek kelimelik cevap ver derseniz cevap bellidir; hayır. Müslümanlar maalesef çerçevede erken dönemlerdeki samimiyet ve safiyetlerini koruyamamışlardır. Menfaat düşüncesi kelimenin tam anlamıyla hem kendileri hem de muhatapları adına sonucu ‘fetih’ olması gereken savaşları, talan-yağma-gasp savaşları haline getirmiştir. Devletler arası münasebetin yaygın formuna onlar da uymuştur. Toprakları genişletme, anlaşmazlıkları kılıçla çözme, mevcutla yetinme ve diplomasiyi kullanmanın önüne geçmiştir. İnsanların hakiki manada özgürlüklerine kavuşmaları beklenirken özgürlüklerini hatta hayatlarını kaybetmişlerdir.” (Fetih kavramı üzerine, Ahmet Kurucan)
Ne yazık ki Hulefâ-yı râşidîn’den sonra fetihlerin asli ekseninde aşınmalar başladı.
Ali Bulaç, tartışmaya değer sarsıcı sözler söylüyor:
“Muaviye’den başlamak üzere ağırlıklı olarak fetihçi bir politika takip edildi, gayrimüslimlerin Müslümanlaşmasına hoş gözle bakılmadı. Hatta Ömer bin Abdülazîz’e kadar, -Hicrî 99 yılında vefat etmiştir-, gayrimüslimlerin Müslüman olmasına izin verilmedi; çünkü gayrimüslimlerden alınan Cizye, zekâttan, öşürden daha yüksek gelir getiriyordu. Fetihçi politikalar Vesika’ya ilgi gösteremezdi tabii. Abbasi tarihçilerinin taraflı perspektifinden Emevileri yerin dibine batıranlar, İslam imparatorluklarının gayrımüslimleri kendi dinleri üzerinde tutmanın bütçe açısından daha yararlı bulduklarını görmezlikten geliyorlar. Elbette ‘dinde zorlama yoktur’ ilkesi gözetilmiştir ama fetihçi ekonomiler için gayrımüslimlerin ödediği haraç ve cizye ‘körün aradığı bir göz, şeriat verdiği iki göz’ oldu. Sonunda Müslümanları Batı karşısında yenilgiye düşüren sebeplerden biri bu ganimetçi ekonomi oldu.” (Ali Bulaç’la söyleşi, Ümit Aktan)
Erken dönem fetih hareketlerinin saffetini kaybettiğini ilk fark eden yönetici, râşit halifelerin beşincisi sayılan Ömer bin Abdulaziz’dir.
İlk icraatı İstanbul’u kuşatmakta olan Mesleme b. Abdülmelik’in ordusunu geri çağırmak oldu. Mâverâünnehir bölgesindeki fetih hareketini de durdurdu.
Hilafete geldiğinde özetle şunları yaptı:
“Azerbaycan ve Ermenistan’a kadar yayılan fetihleri durdurdu. Ona göre fetihler İ’lay-ı kelimetullah için değil ganimet ve talan için yapılıyordu…
Köle ve cariyeleri serbest bıraktı. Çünkü ona göre bu ezilen zavallılar meşru savaşın sonucunda ele geçirilmiş esirler değil, esir pazarlarında insan tacirlerinin kazanç aracıydı.
Gayrı Müslimlerin İslâm’a girmesini serbest bıraktı, kimsenin şu veya bu dine girişini mecburi kılmadı, dileyenin Müslüman olabileceğini hükme bağladı. Kendisinden önceki yöneticiler cizye ve haraç, zekât ve öşürden daha çok bütçeye gelir getirir mülahazasıyla Yahudi ve Hıristiyanların Müslüman olmasını yasaklamışlardı.
Yüzbinlerce yoksul ve muhtaç sokaklarda aç, biilaç gezer ve bunlar yönetimin ve kamu bütçesini (beytülmal) temellük etmiş bulunan mütegallibenin umrunda değilken, iki sene içinde ekonomi politikalarını yoksulların ve orta sınıfların lehine çevirdi. Öyle ki Şamlı bir zengin ancak Orta Afrika’ya kadar giderse zekât verecek yoksul bulabiliyordu. Hem yoksulluğu yok etti hem iffeti hakim kıldı.” (Din ve siyaset, Ali Bulaç)
“[Ömer bin Abdulaziz ayrıca] Emevîler’in ilk dönemlerinden itibaren ikinci sınıf Müslüman muamelesi gören mevâlîyi Arap asıllı Müslümanlarla eşit kabul etti. Gayri müslimlerin idare ve müslümanlar aleyhindeki şikâyetlerine kulak vererek haksız yere ellerinden alınan kiliselerini, evlerini ve diğer mallarını iade etti ve mağduriyetlerini giderdi.
Ülkesindeki gayri müslimlerin ihtidâsı için büyük gayret sarfetti, davet mektupları ve tebliğ heyetleri göndererek onları İslâm’a çağırdı. Berberî kabilelerinin tamamı onun gayretleriyle müslüman oldu. Horasan ve Mısır halkı kitleler halinde İslâm’a girdi. Mâverâünnehir’de bazı mahallî hükümdarlar halklarıyla birlikte İslâmiyet’i kabul ettiler. Hindistan hükümdarlarından birkaçı onun davetine uyup halklarıyla birlikte müslüman oldular.” (İslam Ansiklopedisi, Ömer b. Abdülazîz, Prof. Dr. İsmail Yiğit)
Ömer bin Abdülaziz, 2,5 yıllık hilafetinden sonra 37 yaşında şehit edildiğinde geride bu muhteşem mirası bırakmıştı.
Tarihi hadiseler kendi zamanı ve şartları içinde değerlendirilmeli. Bu sebeple kesin hükümler vermek mümkün değil. Ama eldeki verilere bakıldığında yanlışlanabilir görüntü şu:
Cihat hareketlerinin amaçları bir sarkaç halinde seyretmiştir.
Kimi zaman fetih, kimi zaman işgal.
Mekke Fethi prototipine uygun bir fethe katlanların tamamı halis fetih düşüncesinde olmayabilir.
Ganimet için çıkılan bir sefere iştirak edenlerin tamamı aynı dünyevi niyeti taşımayabilir. İçlerinde halisane yola çıkanlar mutlaka vardır. Genellemecilik doğru değil.
Kesin hükmü kaderin verdiğini söylenebilir.
Erken dönem fetih hareketlerinde samimiyet ve ihlasla gidilen yerlerde Müslümanlık hüsnü kabul görmüş ve kalıcı olmuş. Ama niyetin o denli sahih olmadığı iddia edilebilecek yerlerde ise aksülamel görmüş ve uzun vadeli olmamıştır.
Peki İslam’ın dünyaya yayılışı mutlaka fetihlerle mi olmuştu?
İ’layı kelimetullahın mücerred tebliğle gidildiği coğrafyalarda neler oldu?
Sonraki yazı: Tebliğle yapılan “fetihler”