1980’lerin ortasından itibaren Avrupa futbolunun kalbi Serie A’da atıyordu. Avrupa’nın kalburüstü yıldızları top koşturmak için Çizme’nin yolunu tutuyor, Brezilyalı ve Arjantinlilerin de tercihi Serie A takımları oluyordu. Yıldız oyuncular sayesinde İtalya futbolu adeta altın günlerini yaşıyordu. Hücum futbolunun en güzel örnekleri sunuluyor, klasik İtalyan futbolunun defans anlayışı rafa kaldırılıyordu.
1985’te Juventus ile Liverpool arasında oynanan Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde çıkan olaylarda 37 kişi hayatını kaybedince, UEFA, holiganizmin esiri olan İngiliz kulüplerinin Avrupa kupalarına katılmalarına 5 yıl yasak getirdi. Bu, İtalya için altın bir fırsat oldu. Juventus, İnter, Parma ve Milan gibi kulüpler yıldız akınına uğrarken futbolun efsanesi Maradona’nın Napoli’yi tercih etmesi bir başka dönüm noktası oldu. Maradona, adeta tek başına Napoli’yi şampiyonluğa taşırken UEFA Kupası’yla da başarısını taçlandırdı.
1990’ların başında sahneye Milan efsanesi çıktı. Yabancı sayısının 3’le sınırlı olduğu o yıllarda Hollandalı Gullit, Van Basten ve Frank Rijkaard, Milan’a altın yıllarını yaşattı. 5 yılda Avrupa’nın bir numaralı kupası 3 kez sığdırıldı. Futbolun popülaritesine kapılan zengin İtalyanlar kulüpleri satın alırken, kısa süre sonra ‘ben bilirim’ anlayışına kapılıp sahaya müdahale edince Serie A kan kaybetmeye başladı. İtalya Ligi’nde artık bir yorgunluk başlamıştı. Statlar eskiyor, zenginler para akıtmanın faturasını ekonomik krizlerle ödüyordu. Ülkenin önde gelen kulüpleri Parma, Napoli, Fiorentina ve Roma iflasın eşiğine geliyordu. Mali sıkıntılar yıldız oyuncuların lig tercihini de etkiliyordu. Kısaca futbolun ekseni Çizme’den ‘anavatanı’ olan Ada’ya kayıyordu.
TAYLOR RAPORU, İNGİLİZ FUTBOLUNU ŞAHLANDIRDI
İngilizler, 1985’te getirilen 5 yıl Avrupa kupalarından men cezasını avantaja çevirmeyi başardı. Önce statları elden geçirdiler. Lord Peter Taylor, İngiliz futbolunu içinde bulunduğu kısır döngüden çıkaracak çalışmaya imza atarak tarihe ‘Taylor Raporu’ olarak geçen reçeteyi hazırladı. Holiganizme karşı etkili mücadele kararı alan hükümet, statların modernize edilmesini şart koştu. Yıllarca ayakta maç seyretmeyi gelenek hâline getiren İngilizler, devletin zorlamasıyla koltukta maç seyretmeye başladı. İngiltere Ligi 1992-93’te Premier Lig adıyla start alırken, sıradan oyuncuların gelmemesi için ‘millî olma’ şartı getirildi. Takımlar kadrolarını yabancı millî oyuncularla güçlendirince seyir zevki ön plana çıktı. İngilizlerin klasikleşen ‘sürekli havadan uzun toplarla oynama’ anlayışı tarihe karıştı.
İngiliz futbolunun geleneksel yapısında şehir halkının takımına sahip çıkması vardı. Şehir halkı takıma sahip çıkarken, şehrin ileri gelenleri de takıma sahip çıkmayı bir görev olarak görürdü. Ancak futbolun kalbinin Premier Lig’de atmasıyla futbolu bir oyuncak gibi gören zenginlerin de iştahı kabardı. Oyunculara milyon sterlinler ödeyen kulüpler, gelir-gider dengeleri bozulunca birer birer zengin yabancılara satıldı.
İNGİLİZLER FUTBOLU ‘YABANCILARA’ TESLİM ETTİ
Özellikle 2003’te Rus milyarder Roman Abramovich’in Chelsea’nin patronu olmasının ardından Tayvan, Birleşik Arap Emerlikleri, ABD, Hindistan ve Malezya’dan zenginler birer birer Premier Lig kulüplerini satın aldı. M. United, M. City, Liverpool, Arsenal, Aston Villa, Queens Park Rangers, Fulham, Newcastle United gibi takımların sahipleri artık yabancılardı. ‘Başarı derhal olsun’ zihniyetiyle hareket eden zenginler, cepleri para dolu şımarık çocukların oyuncakçı dükkânında her gördüğünü almak istemesi gibi hesapsız transferler yaptılar. Zenginler, teknik adamları da baskı altına almaya başladı. Arsene Wenger ve Alex Ferguson gibi karizmatik teknik adamlar kulüp sahiplerine kafa tutarken, diğer takımlar sık sık teknik adam değişikliğine gitti. Bu durum kalitenin düşmesine sebep olan etkenlerden biri oldu.
Premier Lig’in start aldığı 1992’den bu yana M. United, Arsenal, Blackburn Rovers, Chelsea ve Manchester City şampiyonluk sevinci yaşarken, takımların dümeninde hep yabancılar vardı. Premier Lig’in 20 takımından sadece sekizini İngiliz teknik adamlar çalıştırıyor. Ada’da sadece kulüpler değil elbette ‘yerli teknik adam’ sıkıntısı yaşayan. İngiltere Millî Takımı da 2000 yılında ilk kez yabancı bir teknik adamla çalışmaya başladı. Futbolun yazılı olmayan kuralına göre Almanya, Brezilya, Arjantin ve İngiltere hep yerli teknik adamlara emanet etmişti millî takımı. Bu geleneği ilk İngiltere bozdu. İsveçli Sven Göran Eriksson’dan sonra koltuğu bu kez İtalyan Fabio Capello devraldı. İngiltere, iki yabancıyla katıldığı Avrupa Şampiyonası ve Dünya Kupası’nda hüsran yaşadı.
REAL MADRİD VE BARCELONA KAFA TUTTU
Serie A 1990’lara, Premier Lig 2000’li yıllara damgasını vururken, İspanya bu liglerin karşısına ülke olarak değil, takım olarak çıktı. 1990’ların başında Johan Cruyff’lu Barcelona ve 2000’li yılların başında Vicente Del Bosque’li Real Madrid, Serie A ve Premier Lig’e karşı kafa tuttu. Her iki dönemde İspanyol kulüplerinin kazandığı başarıda ortak nokta, ülkedeki tüm yıldızların sadece bir takımda toplanmasıydı.
Cruyff’un ‘rüya takımı’ yıldızları topladığında Real Madrid sıradan, Del Bosque’nin ‘galaksi’ takımı Real Madrid Zidane, Roberto Carlos, Figo, Raul gibi yıldızları toplandığında ise Barcelona normal bir takım görüntüsü çizdi. La Liga’nın toparlanması, Barcelona’nın kendi özüne dönüp takımı 3 yıl önce Josep Guardiola’ya teslim etmesiyle oldu. Barcelona’nın altyapısı La Masia’dan yetişip uzun yıllar formasını giydiği takımına genç yaşta teknik adam olan Guardiola, başarıya giden yolun altyapıdan geçtiğini çok iyi biliyordu. Barcelona’nın ligde ve Avrupa’da fırtına gibi esip Guardiola’nın ilk sezonunda 6 kupa kazanması gözleri Barcelona gerçeğine çevirdi.
İYİ HOCALAR İSPANYA’DA
İspanya’nın, Barcelonalı oyuncuların varlığıyla Euro 2008 ve 2012 ile 2010 Dünya Kupası’nda zirveye çıkması artık La Liga’yı rakipsiz kılmıştı. Barcelona’nın altyapı gücünü ancak pahalı transferle geçeceğini düşünen Real Madrid yönetiminin ‘sadece iyi oyuncu yetmez, iyi hoca da şart’ diyerek takımı Jose Mourinho’ya teslim etmesiyle La Liga’nın kalitesi bir kat daha arttı. Real Madrid’e Mourinho sonrası gelen İtalyan Carlo Ancelotti ve şimdilerde yıldızını parlatan Zinedine Zidane La Liga’nın cazibe merkezi olmasını sağladı.
Real Madrid ve Barcelona’ya Diego Simeone’nin Atletico Madrid’in başına geçmesiyle yeni bir ekip daha ekleniyordu. 2014’te La Liga şampiyonluğuna, 2014 ve 2016’da Şampiyonlar Ligi finali başarısı ekleyen Atletico Madrid, La Liga’nın gücüne güç katıyordu. Keza bu süreçte Sevilla kendine hedef olarak UEFA Avrupa Ligi’ni seçerken, 2014’ten itibaren 3 yıl üst üste kupayı kazanarak tarihi bir başarıya imza atıyordu.
Avrupa futbolu denince akıllara gelen Messi, Ronaldo, Suarez, Neymar, Gareth Bale gibi futbolun starları La Liga’nın ‘number one’ olmasını sağladı. Düşünün 2009’dan bu yana dünyanın en iyi futbolcusu olma yarışı Messi – Ronaldo arasında devam ediyor ve bu ikili La Liga’da top koşturuyor. Şampiyonlar Ligi’nde yarı finale kalan 4 takımın 3’ünün La Liga’dan olması ligin kalitesi hakkında bilgi veriyor.
TEK ÇİÇEKLE BAHAR OLMAZ!
Almanya Bundesliga Bayern Münih’le, Fransa Ligue 1 ise PSG ve Monaco ile futbolun cazibe merkezi olmak istiyor. Ancak özellikle Almanya’da Jürgen Klopp sonrası Borussia Dortmund’un yaşanan düşüş ve eski dev takımların rekabette Bayern Münih’ten geri kalmaları Bundesliga’nın tek çiçekle baharı getirme hayalinin imkansız olduğunu ortaya koyuyor. Fransa’da PSG ve Monaco’nun başarısı ise Arap ve Rus sermayesini arkasına almaktan geçiyor.
Kısaca futbolun ekseni Serie A’dan Premier Lige, oradan ise La Liga’ya kaydı. Oyunu kuralına göre oynayan ülkeler başarıyı yakalarken, kuralları yerine getirmeyenler yarıştan düşüyor. Bir de Türkiye gibi yarışa hiçbir zaman dahil olamayan ülkeler var!