KONUK YAZAR | YILMAZ TANDOĞAN
Dünyanın en önemli edebiyatlarından biri olan Fransız edebiyatında Türkler 16. yüzyılda görülmeye başlar. Türkler, Fransızlar ya da daha geniş bakış açısıyla Avrupalılar için hem korku hem de cazibe merkezidir. Türkleri Fransızlar nezdinde farklı kılan dönem, Charles Quint baskısı karşısında I. François’nın Osmanlı’dan yardım istemesi ve akabinde gelişen ilişkilerdir. O güne kadar sadece korkunun odağında olan Türkler, o yüzyıldan itibaren artık cazibenin ve daha sonra da kıskançlıkla karışık bir aşağılamanın muhatabı olmuş ve sonraki yüzyıllarda ortaya çıkacak oryantalizm akımının temelini oluşturmuşlardır. Bilginin sadece kulaktan kulağa yayıldığı bu çağda Türkler, Batılılar için bir merak uyandırmanın yanında, harem hayatı gibi daha çok hayali bir dünyanın Batı düşüncesiyle harmanlanıp edebiyat, resim, şiir gibi pek çok edebi dalda kendisine yer bulmasına zemin hazırlamıştır.
Dönemin Fransız devlet adamlarını etkileyen ve Fransız şiirinin ortaçağdan modern çağa geçmesine ön ayak olan şair ve düşünürlerin yer aldığı Pléiade grubu (Ronsard, Du Bellay, Baïf, Belleau), 1551-1555 yılları arasında Türklerin Akdeniz’de yaptıkları askerî faaliyetlerden yola çıkarak Türklere karşı gayet cepheden bir duruş sergilerler. Mesela Antoine de la Porte yazılarında kimi zaman Türk, kimi zaman Barbar bazen de Osmanlı sözcüğünü kullanır. Hangi sözcüğün kullanıldığı bakış açılarıyla doğru orantılıdır. Hristiyan kardeşlerini, en büyük düşmanları (!) hakkında bilgilendirerek bu korkuyu aşmaya çalışır:
“Osmanlılar (…) yiğit ve yürekli biri olan I. Osman’ın adından dolayı, Türkiye imparatorlarına bu ad verildi.”
Ronsard, Discours des Misères de ce temps adlı kitabında “Bizi boyunduruk altına almak için denizi aşıp gelecek –pour nous donter il ne passe la mer” diyerek korkuyu ya da “Asya’ya boyun eğdirmiş – qui surmonta l’Asienne contrée” diyerek de hayranlığı ifade eder. Baïf, Hyme de la Paix – Barış İlahisi’nde Hristiyan Krallara ithafen Tanrı tarafından seçilmiş olmalarının “ne barbar Mağriplileri ne de imansız Türkleri yönetmek için” olduğunu söyler. Belleau da, Fransa Kralına tavsiye olarak “Sen ne Türksün ne de barbar ve biliyorsun Tanrının büyüklüğünü…” (Petites inventions) demektedir. Ünlü düşünür Montaigne, meşhur eseri Denemeler’de (Les Essaies) “Dünyaya şimdiye kadar gelmiş en büyük devlet Türklerinkidir – Le plus fort Etat qui paraisse pour le présent au monde, est celui de Turcs… ” sözleriyle Ronsard gibi başka bir hayranlık ifadesi gösterir.
Türkler hakkındaki efsanelerin kaynağı
Türk gibi olmayı veya giyinmeyi en iyi anlatan egzotik örnek, 1558’de Paris Saint Antoine sokağında yapılan ve katılımcılarının istisnasız Türk kıyafetleriyle katıldığı yarışmalardı.
18. yüzyılda Aydınlanma Çağı’na (Siècle des Lumières) kadar Türk gibi olmak, Türk gibi giyinmek, Türk hamamı, Türk kahvesi tam bir egzotizm ifade ediyordu. Bu aynı zamanda güç karşısındaki hayranlıktan ileri gelmekteydi. Bu Türk ilgisine Fransızlar Turquerie diyorlardı; yani Türk gibi olan ya da Türk usulü olan demekti. Bu dönemi Türkomani – Turcomania olarak adlandıranlar da olmuştur. Bu aynı zamanda Türkler hakkında klişelerin ve efsanelerin ortaya çıkmaya başladığı bir dönemdi. Bu dönemin filozof ve yazarlarından Voltaire, Türkler için ihtilaflı bir kaynakta şunu diyordu :
“Büyük Türk, farklı dinlerden yirmi farklı ulusu barış içinde yönetiyor. Türkler Hıristiyanlara barışta ne kadar yumuşak ve zaferde ne kadar affedici olunması gerektiğini gösterdi. – Le grand Turc gouverne dans la paix vingt nations de religions différentes. Les Turcs ont montré aux chrétiens comment être modéré dans la paix et clément dans la victoire.”
Büyük Türk (Le Grand Turc) tabiri Avrupalıların Muhteşem Süleyman’a verdikleri isimdi. Voltaire yine, Candide ve İyimserlik (Candide et L’Optimisme) adlı eserinde, Candide’in başından geçen inanılmaz yolculuklar ve yaşadığı felaketleri anlatır. Candide en sonunda İstanbul’a gelir ve bir dervişle tanışır. Ve dervişin kendisine söylediği meşhur “Bahçemizi yetiştirelim – Cultivons notre jardin” sözüyle hayatın anlamını öğrenir.
18. yüzyılın ünlü filozoflarından aslen İsviçre’nin Cenevre şehrinde doğan Jean Jacques Rousseau’nun babası Isaac Rousseau, Osmanlı sarayının saatlerinin bakım, tamir ve onarımından sorumlu olarak İstanbul’a gitmişti. Rousseau, İtiraflar’da (Les confessions) babasının, kardeşinin doğumundan hemen sonra davet üzerine mesleğini icra etmek için Osmanlı sarayına gittiğini yazmaktadır.
Moliere’in 1670’de yazdığı Kibarlık Budalası (Bourgeois Gentilhomme) adlı komedide de bu fenomen göze çarpmaktadır. Sultan 4. Mehmet’in Fransa’ya gelen elçisi Süleyman Ağa’nın (söylentiye göre kendisine tahsis edilen sarayda tuvalet olmamasını yadırgayan ve Fransa’ya ilk tuvaleti yaptıran meşhur elçi) küçümseyici tavırları, Fransızlardan esirgediği hayranlık, 14. Louis’nin dikkatinden kaçmamıştı. Kral bu durumdan öç almak için Moliere’den, Chambord şatosunda cereyan eden sonbahar av sezonunu konu alan bir tiyatro piyesi yazmasını ve içine de Türkleri koymasını istemişti. Moliere söz verdiği üzere piyesin 4. bölümünde Türkleri sahneye sokacaktı. Türk kahramanları Türkçe’ye benzeyen anlaşılmaz seslerle konuşturarak komikleştirmeye ve itibarsızlaştırmaya çalışmıştı. “Accıam croc soler ouch alla moustaph gidelum amanahem varahini oussere carbulath” veya “selamalec yani selamün aleyküm” bunlardan bazılarıdır. Salamalec Fransızca’da o kadar bilinir hale gelmiştir ki bugün Larousse sözlüğünde bir selam ifadesi olarak bile geçmektedir. Tiyatro piyesi bununla yetinmeyip Osmanlı Devleti’nin tepkisini çeken bir baleyi de sahneler. Burada bir müftü ve dervişleri abartılı komik kostümleriyle ve elinde Kur’an’la sahne almaktadırlar.
Türk egzotizminin önemli ayaklarından biri de Harem’dir. Harem kapalı dünyasıyla her Avrupalının ilgi odağı olmuş, ressamların ve yazarların hayal dünyalarını süslemiştir. 1862’de Jean Auguste Ingres’in yaptığı ve şu an Louvre müzesinde bulunan meşhur Türk Banyosu – Le Bain turc tablosu bu hayal ürününün en güzel örneğidir.
Jean Racine’in 1672 tarihli Bejazet adlı trajedisi ise harem ve hamam konuları etrafında geçen entrikaları konu alan bir tiyatro eseridir.
Fransız edebiyatında Türkler deyince romantiklerden bahsetmeden geçemeyiz. Bunların başında yazar Lamartine gelir. Doğuya Yolculuk – Voyage en Orient (1835) adlı seyahat yazılarında İstanbul boğazından ve insan tasvirlerinden bahsederken çok etkileyici bir dil kullanır: “Günün ve gecenin her saati, bir insan gözünün görebileceği en tatlı ve en muhteşem gösteriye şahitlik edersiniz; fikirlerinize sirayet eden bir göz sarhoşluğudur, ruhun ve bakışların kamaşmasıdır. – Vous avez à toutes les heures du jour et de la nuit le plus magnifique et le plus délicieux spectacle dont puisse s’emparer un regard humain ; c’est une ivresse des yeux qui se communique à la pensée, un éblouissement du regard et de l’âme.” Lamartine’in Türkiye Tarihi (1853) adlı başka bir eseri daha bulunmaktadır ki burada İslam Peygamberinin hayatından da bahsetmektedir.
Pierre Loti de İstanbul’a adeta aşık olmuş ve çok uzun süre bu şehirde kalmıştır. Denizci kimliğiyle dünyanın pek çok ülkesini görme fırsatı yakalayan Pierre Loti, Dünyanın Başkentleri (Les Capitales du Monde) kitabında Lamartine gibi çok kuvvetli İstanbul ve insan tasvirleri kullanmıştır.
‘Despot, Barbar ve Zalim Türkler’
Aydınlanma çağıyla kendi öz güvenini kazanan Avrupa, Osmanlı’nın da ihtişamını kaybetmesiyle, korku ve cazibe merkezli ilgiden ironik ve aşağılayıcı bir ilgiye doğru geçmiştir. Türkler bundan böyle genellikle yıkıcı, barbar, medeniyetsiz, zalim bir millet olarak tanımlanmıştır. Bu donemde Türklere olan ilgi değişmiş, egzotizm yerini bir nevi kıskançlığa bırakmıştır. Bu kıskançlıkla Sultan ismi köpeklere bile verilmeye başlanmıştır.
Pascal Blaise, Düşünceler’in (Les pensées) 2. bölümünde bir yerde hayvanlarla Türkleri, insanlarla Hristiyanları karşılaştırmaktadır. Ama İnsanın Sefaleti’nde ise (La misère de l’homme) Türk devletinin gücünden ve azametinden bahsetmeden geçmez.
Monstesqieu’nun en meşhur eseri İran Mektupları’nın (Lettres persanes) 35. Mektup’unda dervişe şu soru yöneltilir: “Hristiyanlar hakkında ne düşünüyorsun Derviş? Kıyamet günü geldiğinde bu kafir Türklerin eşek şeklinde Yahudileri cehenneme taşıyacakları gibi onların da cezalandırılacaklarına inanıyor musun? – Que penses-tu des chrétiens, sublime dervis? Crois-tu qu’au jour du jugement ils seront comme les infidèles turcs, qui serviront d’ânes aux juifs et les mèneront au grand trot en enfer ?”. Montesquieu aynı eserinde pek çok kez Türkler hakkında olumsuz görüşleri kitaptaki kahramanlarına söyletmektedir.
Biraz daha yakın tarihe geldiğimizde Antoine de St. Exupery’nin Küçük Prens (Le petit Prince) adlı kitabında geçen B612 astroidini aslında bir Türk astronom ilk defa keşfetmiş ama kıyafetlerinden dolayı kimse onu ciddiye almamıştır. Daha sonra ülkesinin diktatör yöneticisi herkesi Avrupalı gibi giyinmeye zorlayan ve giyinmezlerse cezası ölüm olan bir kanun yapmış, daha sonra yine ama bu sefer modern elbiseleriyle uluslararası konferansa katılan astronomu herkes ciddiye almış ve fikirlerini kabul etmiştir.
« Cet astéroïde n’a été aperçu qu’une fois au télescope, en 1909, par un astronome turc. Il avait fait alors une grande démonstration de sa découverte à un Congrès international d’astronomie. Mais personne ne l’avait cru à cause de son costume. Les grandes personnes sont comme ça. Heureusement pour la réputation de l’astéroïde B 612 un dictateur turc imposa à son peuple, sous peine de mort, de s’habiller à l’européenne. L’astronome refit sa démonstration en 1920, dans un habit très élégant. Et cette fois-ci tout le monde fut de son avis. »
Türklere karşı genelde önyargı şeklinde olan fikirler, sadece edebiyatla da sınırlı kalmamış, çizgi film, sinema, müzik, çizgi roman ve bir çok sahada kendini göstermiştir. Bu olumsuz fikirler birden bire oluşmadığı gibi birden bire de kaybolmamıştır. Kudret ve gücü simgeleyen Türk efsanesi, Aydınlanma Çağı ve beraberindeki Oryantalizm ile türetilen milyonlarca olumsuz Türk imajıyla tahribata uğramış, yerini hayal gücüyle destekleyen karikatürleştirilmiş barbar, despot, yıkıcı, gaddar olan bir imaja bırakmış ve Avrupalıları kendi fantastik fikirlerine hapsetmiştir. André Breton’un dediği gibi “Sevgili hayal gücüm, sende özellikle sevdiğim şey, hiçbir zaman affetmemen”.