YORUM | SALİH HOŞOĞLU
Malum olduğu üzere Fransa sokakları son beş gündür alev alev yanıyor. Daha önce de benzeri yaşanmış olan bir protesto ve şiddet furyası pek çok Fransız şehrini esir almış durumda. Bu durum haklı olarak herkesi, özellikle de demokratik hassasiyetleri olanları, endişelendiriyor. Olayların öznesi durumunda olan göçmen kökenliler üzerinden sayısız tartışma sürdürülüyor. Herkes kendi bakış açısıyla olayları yorumluyor ve çıkarımlar yapıyor. Bu olayların Fransa’daki yabancı kökenlilerin entegrasyonuna olumsuz etkiler yapacağına kuşku yok. Bu arada Türkiye’de de bazıları bu olayların Türkiye’ye gelen sığınmacıların ileride ne kadar büyük problemler oluşturacağına karine olarak görülmesini istiyorlar. Bugün Fransa’da yaşananların daha kötüsünün Türkiye’de mülteciler tarafından yaşatılabileceğini söylüyorlar. Ben Türkiye’nin dezavantajlı grupların eğitim yoluyla entegrasyonu ile ilgili tarihi tecrübe ve birikimlerini irdeleyerek bir değerlendirme yapmak istiyorum. Bu yazıda Türkiye’deki sığınmacılar hakikaten böyle bir risk oluşturuyor mu sorusuna cevap aramayacağım, zira Türkiye’deki sığınmacılar hakkında analiz yapacak kadar veriye sahip değiliz. Daha sığınmacı sayısını bile doğru olarak bilemiyoruz. Ancak Türkiye’nin daha önce yaşadığı bazı tecrübelerin Fransa’da yaşanan problemin uzun vadede çözümüne katkı sağlayabileceğini düşünüyorum ve bunu irdelemek niyetindeyim. Hiçbir ülke bir başkasıyla aynı özelliklere sahip olmadığı gibi hiç bir sosyal/tarihi hadise de birebir tekrarlanmaz. Ondandır ki tarihten ders alınır, çıkarımlar yapılır. Buradaki analizleri bu esasların ışığında okumanızı istirham ederim.
Türkiye tecrübesinde merkez-çevre çelişkisi nasıl aşıldı yada aşılabildi mi?
Türkiye’de hakim bir ideoloji/ kısmen bir sosyal sınıf Cumhuriyet öncesinden başlayarak iktidara hükmetti ve bunu Cumhuriyet döneminde belli ideolojik esaslara irca ederek tahkim etmeye çalıştı. İktidara sahip bu çevre 1946’da demokrasiye geçildikten sonra da açık/kapalı/askeri/sivil müdahalelerle bu hakimiyetini devam ettirmeye çalıştı. Bütün bu süreç boyunca Türkiye’nin nüfus olarak % 70’ini temsil eden muhafazakar/sağ kitle devlet yönetiminde ve özellikle seçkin bürokratik pozisyonlarda kendileri olarak bulunamadılar. Demokratik yollarla iktidar olan siyasiler dahi hakim paradigmaya boyun eğmek zorunda kaldılar ve bürokraside muhafazakarların çeşitli engellemelerle önleri kesildi. Bu açıdan bakılınca Türkiye’de yaşanan sosyal gerilim bir merkez-çevre gerilimiydi ama ideolojik bir alt yapısı da vardı. Cumhuriyet her ne kadar “Köylü Milletin efendisidir” dese de ağırlıklı muhafazakar/dindar kitleyi oluşturan köylülerin millete efendi olacak bir pozisyona gelmeleri pek mümkün değildi. Cumhuriyet önemli bir erdem olarak bütün vatandaşları kağıt üzerinde eşit kılmıştı ama eğitim alma ve daha sonra çeşitli kamusal pozisyonlarda yükselme muhafazakar kökenli insanlar için hiç de eşit şartlarda gerçekleşmiyordu. Özellikle köyden kente göçün hızlandığı 1960 sonrasında başlayan bu gerilim farklı isimlerle ve farklı senaryolarla çeşitlendirildi. Yaşanan kargaşanın temel gerekçesi çoğunluğu oluşturan muhafazakar halkın iktidara ulaşmasının engellenme gayretlerinden başka bir şey değildi.
Bu engellemeler bütün Cumhuriyet tarihi boyunca dolaylı/dolaysız şekilde devam ettirildi. Zaten uzun yıllar muhafazakarlar çocuklarını laik devletin okullarına mecburi eğitim dışında göndermekte mütereddit idiler. Bu çekinceler başlangıçta çok güçlüydü ve 1980’lere kadar azalarak varlıklarını korudular. Eğitimin kati şekilde laikleştirilmesinden sonra dini hassasiyeti olan aileler erkek çocuklarını bile ilkokul sonrasında genellikle okutmuyordu. Kız çocukları ise hemen hiç okula gönderilmiyordu. Öte yandan erken dönem Cumhuriyet okullarında okuyan bu çocukların önemli bir kısmı devlete hakim ideolojiyi benimsiyorlardı, ne ailelerin ne de muhafazakar çevrelerin bu çocuklara sahip çıkacak organizasyonları ve imkanları yoktu. Ancak zaman içinde bu şartlar yavaş da olsa değişti ve özellikle 1950 sonrasında muhafazakar aile çocukları dindar kimliklerini kısmen de olsa koruyabilmeye başladılar.
İşte bir şekilde dindar olarak üniversite bitiren bu gençlerin kamuda etkili yerlere gelmesi bir hayaldi. Mesela eşi başörtülü bir Anayasa Mahkemesi Üyesi ancak 1990’ların başında atanmıştı ve kıyamet kopmuştu. Köyden kente göç ve başka dinamiklerle zaman içinde oluşan yoğun baskı rejimin sahiplenicileri tarafından göğüslenemez hale geldi. İşte bu aşamalarda yeni barajlar oluşturularak bu dışlamalar devam ettirilmeye çalışıldı. 27 Mayıs İhtilali ve sonrasındaki kamu kurumlarından uzaklaştırmaları, 12 Mart sonrası İmam Hatiplerin orta kısımlarının kapatılmasını, dindarlara yönelik gözaltı ve tutuklamaları, İmam Hatiplilerin Askeri Okullara alınmamalarını, 1980 sonrasındaki dönemde YAŞ kararlarıyla Ordu’dan atılmaları, Askeri Okullardan ve Polis Okullarından atılan binlerce kişiyi bu cümleden sayabiliriz. Kız çocuklarının da okumaya başlaması ile yeni bir enstrüman olarak başörtüsü yasağı devreye alındı ve bunun üzerinden büyük bir engelleme girişimi başlatıldı.
Peki bu engellemeleri muhafazakarlar nasıl aştı? Devleti yönetenler olsa tabandan gelen bu değişim isteğine kısmen de nasıl uydu? Bir asrı bulan ve halen de bitmemiş gibi görünen bu çekişme şiddete evrilmeden nasıl yönetildi? Burada önemli bir husus Türkiye’deki dindar profiliyle ilgilidir. Türkiye’de dindarlar ve dini akımlar hiçbir zaman şiddete meyletmediler ve şiddeti onaylamadılar. 1970’lerden sonra tercümelerle dindarları etkileyen bir kısım şiddete meyilli İslamcı cereyanlar da Türkiye’de uzun zaman ciddi bir taban bulamadılar. O nedenle Türkiye’deki muhafazakar muhalefet her zaman legal sınırlar içinde haklarını aramaya ve toplumsal dinamiklerle engelleri aşmaya çalıştılar. Bunun için çeşitli siyasi partileri desteklediler ve onların içinde/onlar üzerinden etkili olmaya çalıştılar.
Ancak Türkiye’de muhafazakarların kamuda ve sosyal hayatta etkili olmasını sağlayan ve merkez-çevre gerilimini azaltan en önemli faktör eğitimdir. Bir taraftan kusurlu da olsa işleyen demokrasinin iktidara taşıdığı veya en azından ortak ettiği muhafazakar siyasetçiler güvenebilecekleri bürokratların önünü açmaya çalışıyordu. Diğer taraftan da Cumhuriyetin eşitlik ilkesini kısmen dahi olsa hayata geçirme gayretleri ile alt tabakadan gelen çok sayıda kabiliyetli gençlerden bir kısmının kamuda daha etkili pozisyonlara ulaşmaları mümkün oldu. Tabii ki bu hiç de kolay olmadı ve ancak yarım asrı aşan bir sürenin sonunda çevreden gelen eğitilmiş kuşaklar kamunun kritik yerlerine ulaşabildiler. Bu değişimin statüko ve hakim elitler tarafından artık engellenemeyeceği kabul edildiğinde yeni bir tablo ortaya çıktı. Bu da dindar gruplardan bazılarıyla (özellikle siyasi hedefleri olanlarla) ittifak edip bürokraside kendilerine rakip olan esas oyuncuları saf dışı etmekti. İşte 15 Temmuz ve devamındaki kıyımları bunun için kurguladılar. Ama konumuz bu olmadığı için sadece değinip geçeceğim.
Peki niçin Türkiye’de dindar insanlar bu kadar ciddi bir yönelişle eğitime yöneldiler? İşte burada Hizmet Hareketinin önemli bir etken olduğu görülüyor. 1980 darbesi sonrasında siyasi faaliyetler cazibesini kaybetmişti ve herkes büyük bir arayış içindeydi. O dönemde hızlı bir inkişaf gösteren Hizmet Hareketi kadın erkek herkesin eğitimini teşvik ederken alt gelir gruplarındakilere yönelik ciddi burs ve barınma imkanları sunarak kabiliyetli gençlerin okumalarına destek oldu. Hizmetin yurtları ve evleri, erkek ve kız öğrenciler için güvenli ve koruyucu birer barınaktı. Hizmet’in bu teşvikleri ve ilçelere kadar özel yurtların ve özel okulların yaygınlaştırılması aynı zamanda başka dini grupların da eğitime yönelmesini sağladı. Daha öncesinde çocuklarının sadece dini eğitim almasını onaylayan birçok grup önce öğrenci yurdu, anaokulu gibi nispeten kolay ve sıkıntısız kurumlar açarken daha sonra ortaokul, lise hatta üniversite açmaya yöneldi. Bu gruplar içinde Hizmet’e ciddi bir kıskançlık ve düşmanlık gösterenler de oldu ama neticede eğitim alanına girmiş ve kendi tabanlarını da oraya yöneltmiş oldular. Her ne kadar devlete sahip olduğunu düşünen elitler İslamcı iktidar sahipleri ile anlaşıp Hizmet’in eğitim kurumlarını yok etseler de bu eğitim dalgası muhafazakar kesime de ulaşmış oldu. Bunun ötesinde bu faaliyetler laik elitlerin de alt gelir gruplarından çocukların eğitimine özel ilgi göstermesine yol açtı.
Son on yılda Türkiye’de eğitim dahil herşey ciddi irtifa kaybetti, her şey birbirine karıştı, sosyal sınıfların yönelişini analiz zorlaştı. Ancak 2015 öncesini dikkate aldığımızda Türkiye eğitim yoluyla merkez-çevre gerginliğini ciddi şekilde azaltmayı başarmış ve alt, orta-alt tabakadan gelen kabiliyetli gençleri eğitip üretime katarak ülkenin her alanda yükselmesini sağlamıştı. Diğer Müslüman ağırlıklı ülkelerden farklı olarak dindar ve modern eğitim almış bir nesil yetiştirmeyi başarmıştı. Her ne kadar devlet içinde bir kısım odaklar rahatsız olsa da ferasetli bazı siyasiler ve bürokratlar sayesinde bu süreçler ciddi krizler çıkmadan yönetilebilmişti.
Fransa’ya baktığımızda, bugün sokakları yakıp yıkan nesillere eğitim yoluyla ulaşmayı deneyen bir gönüllü grup veya etkili bir sosyal hareket göremiyoruz. Yabancı kökenli, fakir ve eğitimsiz ailelerin çocukları için bu kısır döngüyü kırmak için bir umut gerekir. Bunun için en önemli umut kaynağı eğitimdir. Eğitimle hayatını değiştiren bir genç, bütün bir mahalle veya köy için rol-model olmakta ve insanların da enerjilerini o yönde sarf etmesine yol açmaktadır. Fransa’da, dindar yahut seküler, ancak güven veren etkili bir grup eğitimlerine destek olarak yabancı kökenli bu gençlerin dikkate değer bir kısmını varoşlardan üniversitelere taşıyabilirse yaşanan bu olumsuzluklar hafifler ve bir müddet sonra da etkisini kaybeder diye düşünüyorum. Türkiye’de özellikle 1980’lerden sonra yaşanan bu süreç 2010’larda Türkiye’yi bölgesinde söz sahibi ve dünyada barışa katkı yapabilecek bir yumuşak güç haline getirmişti. Siyasi hırslarla bütün bu eğitimli insanların yok edilmeye çalışılması ülke için çok büyük talihsizlik olmakla beraber bu örneğin başarısını gölgelememelidir.
daha önce denenen radikal örgütler yakında birden ortaya çıkarsa bütün okul açanların hali ne olur? hepsi fundamentalizm olur mu? çünkü okul açan müslümanlar teröriste terörist diyebilecek mi? devlet de yok. ne olacak ki ne olacak!