Fıkıh mı Müslümanların, fıkhî-hukukî tarihsel tecrübe mi?

YORUM | AHMET KURUCAN 

Defalarca yazdım ve konuştum, anlaşılan o ki her fırsatta aynı şeyleri tekrarlamak gerekecek. Anlıyorum ve kabulleniyorum, 14 asrı aşkın bir gelenekten ve o gelenek içinde çok köklü bir biçimde kendine yer etmiş bir kavramdan söz ediyoruz. Dolayısıyla onun terk edilmesi zor hatta imkansız. Kaldı onu terk edelim diyen de yok. “Terk edilsin ve bu kavram bir daha kullanılmasın” denilse ilk itiraz edenlerden birisi ben olurum. Ama doğru kullanılması, anlam çerçevesinin dışına çıkılmaması ve suistimal edilmemesi şartıyla.

Fıkıh kavramından bahsediyorum. Dediğim şey aslında çok basit. Anlaşılması için çok büyük fikri çabalar gerektirmeyecek bir mahiyet ve muhtevaya sahip. Fıkıh farklı bir şeydir, Müslümanların fıkhi-hukuki tecrübesi farklı bir şeydir. Müslümanların fıkhi-hukuki tecrübesi yaşanmışlığı ve tarihi ifade eder. Fıkıh ise ıstılahî manası itibariyle toplumsal hayat adına Kur’an ve Nebevi öğretilere ters düşmeyecek istikamette genel ilkeler, prensipler ve/ya özel hükümler ve kaideler koyan bir alandır. Söz konusu bu genel ve özel alan ibadet dediğimiz Allah-kul ilişkisinden insan-insan ve insan çevre ilişkisine kadar insan hayatının tüm alanlarını içine bir kapsama sahiptir. Başka bir anlatımla, fıkıh hayattır. Hayatla içli dışlıdır. Yaşanan hayattan bağımsız bir fıkıh düşünülemez. Bunun içindir ki hayat ile fıkıh arasında canlı ve sürekli yenilenebilen bir bağ olmak zorundadır.

Bu önemli nokta atlanacak ve kale alınmayacak olursa yani fıkıh hayattan kopartılacak olursa Müslüman kendi zamanının değil o fıkhın, o fıkhi düşüncelerin ve tecrübelerin üretildiği ve yaşandığı zamanının çocuğu olur. Kendini adeta o zamanda yaşamaya zorlar. Zorlar ama içinde yaşadığı değişken hayat şartları ona imkan tanımaz. Bu durumda da Müslüman ikilem içinde kalır. Bir tarafta bir zamanlar Müslümanların hayatını düzenlemiş hükümler ve içtihatlar diğer tarafta onlarla büyük bir çoğunluğu uyum içinde olmayan hayatın gerçekleri ve dayatmaları.

Çocukluğumda yakın aile çevremdeki büyüklerimden duyduğum bir söz vardı: “Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy.” Çok anlam veremezdim ben söze. Cemaatle tanışmamın ardından onların din olgu ve algısına muhalif düşünce ve davranışları zikrettiğim zaman söylerlerdi bana bunu. Yıllar sonra anladım ben bu sözün ifade ettiği hakikati. Zira o öğretiler onlara göre yatağında akıp giden bir nehir misali akıp giden hayatın tabii şartları ile uyum içinde değildi ve onlarla yaşanması imkansızdı. Dolayısıyla bu ikisinin çarpışacağını öngörüyorlardı ve bana demek istiyorlardı ki: “Böyle gidersen bugünde dünü yaşayacak, dündeymiş gibi bugününü yaşamaya çalışacaksın, yapamazsın.”

Şunu kabullenmek zorundayız, Müslümanlar olarak bizler fıkhi bağlamda zihni ve ameli yenilenmeyi gerçekleştirmedik. İman, ibadet ve ahlaki değerler, hükümler, emirler, yasaklar bir tarafa özellikle sosyal hayatımızı şekillendiren, hayat felsefemizi ve dünya görüşümüzü belirleyen kısmı itibariyle İslam’ın erken dönemlerde gördüğümüz fikri canlılığı yakalayamadık. İçtihadî düşüncelerde yeniliğe gidemedik. Müçtehitleri kategorilendirirken bile özgür düşüncenin önünü kapatacak isimlendirmelerde bulunduk. “Sadece mezhebin imkanları ile senden önce düşünce üreten insanların çizdiği sınırlar içinde düşünce üretebilirsin” dedik veya “Sadece bir meselede görüş ileri sürebilirsin ama asla mutlak anlamda ne bir usul ortaya koyabilir ne de kurucu imamların yaptığı gibi hayatın her alanında söz söyleyebilecek bir kıvama gelebilirsin.” dedik. “Müçtehid fi’l mezhep” ve “müctehid fi’l” kavramları bir manada bu demektir. Bu tavırlarımızla kendi kendimize bir kale inşa ettik ve kendimizi kalenin içine adeta hapsettik. Sonra hayatın kaçınılmaz gerçekleri ile çarpışınca da hile-i şer’iyyelerle o kalenin duvarları üzerinden tırmanarak hayata müdahil olmaya çalıştık.

Kalemimi salınca söz uzadı. Yazının başına oturduğumda bunları yazmayı hiç düşünmüyordum oysa. Söylemek istediğim şey şuydu: Özellikle kalem erbabının, halk nezdinde sözünün-sazının kıymeti harbiyesi olan insanlarımızın bu kavramları kullanırken dikkat etmesi lazımdır. Geçenlerde böyle birisinin makalesinde okudum. Mülkiyet ve özgürlük, devlet ve vatandaş ilişkisi adına çok enfes tahlillerde bulunuyor. Dün bugün mukayeseleri yapıyor. Fıkıhta, Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyetinde dün ve bugün uygulanan hukuk diyor. Ama fıkhı yukarıda çizmeye çalıştığım kavramsal çerçevenin dışında kullanınca yanlış çıkarımlar karşımıza çıkıyor. Makaleyi okuyan kişi kaynak gösterilen aktarılan o uygulamaları İslam dininin sabit, kıyamete kadar değişmez ve değiştirilemez emri imiş gibi algılıyor. Hatta buna bir de İslam hukuku deyince tabir caizse tüy dikiliyor ve bu anlam okuyucu zihninde keskinleşiyor.

Halbuki doğru takdim şöyle olmalıydı: Mülkiyet ve özgürlük, devlet ve vatandaş ilişkisi adına fıkıhtan aktardığımız bu içtihatlar, uygulamalar bugün siyaset, hukuk tarihi ve hukuk arkeolojisinin konusudur. Hakikaten bu içtihatlar yapılmış, fetvalar verilmiş, kanunlar kaleme alınmış, fermannamelerle halka duyurulmuş, devletin yaptırım gücüyle de tatbik edilmiş ama bunlar ebedi değişmez hükümler değildir, Müslümanların tarihsel tecrübesidir, “sosyal taban” dediğimiz şartları içindeki yaşanmışlıklarıdır.”

Hasılı, fıkhın Müslümanların tarihsel fıkhi tecrübelerinin bir din olan İslam ile özdeşleştirilmesi yanlıştır. Biliyorum ve farkındayım, günümüzde bunun tam tersini düşünen ve savunan binlerce-milyonlarca Müslüman var. Dinin sabiteleri, evrensel ve tarih üstü değerleri ile bu beşeri görüşleri özdeşleştiren, bu uğurda tekellüflü yorumlar yapan, lafzın taşımış olduğu anlamın dışına çıkamayan, gâî ve maksadî yorumlara bütün bütün kapalı olan, tarihin sonunu ilan edip hayatı donduran Müslümanlar var. Ama onların varlığı, söylemlerini devam ettirmeleri hakikatle bağdaşmıyor. Zira fıkıh farklı, İslam fıkhı farklı, İslam’ın fıkhı farklı, İslam hukuku farklıdır ve farklı anlam çerçevelerine sahiptir.

Son söz olarak şunu diyebilirim: Fıkıh, İslam hukuku, Osmanlı, Cumhuriyet Türkiye’si vs. diyerek tarihi bir çizgi ve seyir içinde mukayeselerin yapıldığı yazılarda bu ince ayrıma dikkat edilmesi gerektiğini inanıyorum. Söz konusu mukayeselerde fıkıh müdevvanatından örnekler verirken “Onlar bugün de uygulanabilir, geçerliliklerini devam ettiriyor, hala yürürlükte” tarzında bir dil kullanmamaya ve böyle bir yaklaşım sergilememeye özen göstermeliyiz. Zaten bunu böyle kabul eden bir kitle var. O kitleye bu anlayışının yanlış olduğunu vurgulamak öncelikle kalem erbabına düşer.

Son dedim ama muhtemel bir soruya bir cümle cevap ile bitireyim. Soru şu: “Bu düşüncelere göre elimizdeki İslam hukukunun hukuk tarihinin konusu olan mesela Roma veya Bizans hukukundan farkı yok diyebilir miyiz?” Bunun cevabını daha önce yayınlanan bir çok yazımda uzunca yazmıştım. Hayır, böyle diyemeyiz. İslam hukukunun sadece ibadetler boyutu bile bu soruya evet cevabı vermeyi imkansız kılar.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. islam Hukukunun değişmez kaideleri vardır, tüm çağlara yöneliktir şeklindeki bir açıklama günümüzde izaha ihtiyaç duymaktadır. Bunu diyenlerin neyi kastettiğini belirli başlıklarla açıklamaları gerekir.

    Mesela idare hukuku cephesinden ele alalım. Günümüz hukuk sisteminde, tek hakimle verilen idare mahkemesi kararlarına itiraz yolu açıktır ve itiraz için en az üç hakimden oluşan Bölge İdare mahkemelerine gidir çoğunlukla. Bölge İdare Mahkemesinin verdiği oy çokluğu kararının da bir üst yargı merci olan Danıştay’ın ilgili Dairesine ve bazen Danıştay İlgili Daire Kararına itiraz yolu açılarak, ilgili Kurullara gönderilmesi uygulaması vardır. İlk derece mahkemelerinin verdiği kararlar muhakkak bir hukuki gerekçeye dayanmakta, onlara itirazı yapan itiraz aşaması da bu hukuki gerekçeyi başka bir hukuki gerekçeyle irtibatlandırarak işlemi iptal edebilmektedir. Şimdi soruyorum, bir hakim elindeki mevzuat hükümlerine dayanarak verdiği vicdani kararı, bir üst mahkeme başka bir vicdani kararla yanlışlayabiliyor, daha ilginci onunda verdiği karar Danıştay tarafından verilen kararla yanlışlanıp iptal edilebiliyor. Düşünün son yarım asırın Anayasal ve Evrensel Kuruluşlarının oluşturduğu içtihatlar zenginliğine karşın, karar vericiler sık sık verdiği kararda isabet gösteremeyebiliyorlar. Hukuku uygularken, aslında adaleti gerçekleştiremiyorlar. Ve sık sık bu nedenle itiraz yoluyla bir üst derece mahkemesi tarafından işlemleri iptal ediliyor. Yargılamanın yenilenmesi gibi pek çok kararlar ortaya çıkıyor.

    Düşünün bir Ceza Yargılamasını; sulh ceza, ceza/ağır ceza aşamalarından Yargıtıya uzanan bir yargılama sistemi kurulmuş ve alt dereceden başlayarak verdikleri kararlar daha üst merci tarafından sık sık iptal edildiği bir durum oluşmuş. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulu kararlarının çokluğunu incelediğinizde, modern hukukun kurumsallaşmasına, binlerce içtihat oluşturmasına karşın, hala vicdan ile karar vermenin aslında adaleti gerçekleştirmediğini, görmektesiniz.

    Çarpıcı olan şu, bir kişiye ilk derece mahkemesinin verdiği kararın gerekçesini okuyunca “vay be, olayı dayandırdığı hukuku ilke ve mantıkla olayı ne güzel adil çözmüş” derken, aynı kişiye o karara yapılan itiraz sonucu bir üst mahkemenin verdiği kararı okuyunca ” hiç böyle düşünmedim, çok doğru bak bu tarafı da vardı” diyeceği pek çok durum var. Ve hatta nihai karar olarak üçüncü bir mercinin kararını okuyunca, bu sefer ilk derece mahkemesinin verdiği ilk kararı başka bir yönüyle doğru kabul edince, olay bir cümbüşe dönüşüyor, bu sefer insan aklının aslında o kadar da mükemmel olmadığı, vicdan ile verilen kararların bile aslında adil olmadığı sonucunu görüyoruz. Bu nedenle zaten ikili üçlü sistemler kurulmuş.

    Bunları şunun için söyledim, Modern hukukun uygulayıcıları akıl süzgecinden geçirdiği, yazılı mevzu hukuka dayandırdığı vicdani görüşünde, onca doktrin görüşünün, içtihadın katkısınkarşın bir olay ile karşılaştığında sık sık yanılabiliyor, adaleti gerçek anlamda gerçekleştiremeyim sürekli iptal edilebiliyor, yargılamanın yenilenmesi sürecine girilebiliyor.

    Dolayısıyla, Bugün elimizde kalan en son veri olan Mecelleye bakarak, aradan geçmiş yaklaşık 150 yıla ve modern çağın biriktirdiği yeni sorunları değerlendirmenin yanlışlığını söylemek istiyorum. Bunu elbette İslam Hukukunun çağ dışılığı olarak algılanmamalı. Her Hukuk sisteminin ilkeleri vardır, temel haklar, kişi hakları, sosyal ekonomik haklar yönüyle oturmuş ilkeleri vardır, İslam Hukukununda öyle, lakin Anadolu Coğrafyasında kurumsal olarak uygulanmamış, dolayısıyla teorisinin uygulanmasının, örneklerinin, çağın kurumlarının ve kişilerinin sorunlarıyla yüzleşmemiş, içtihat oluşturmamış durumu göz önüne alındığında, yapılan şu anki tartışmanın yanlışlığı da ortadadır, zira elimizdeki içtihatlar geçmişin sorunlarına yönelik oluşturulmuş içtihatlardır, hükümler ilkelere dayansa da, yorumlanmasını gerektirecek olaylar, günümüzden farklıdır.

    Bugün örneğin, kuvvetler ayrılığı, yasama yürütme yargı var iken, Osmanlı da padişahlık sistemi vardı. Dolayısıyla, yasama, yürütme yargı organları ve bunların uygulamaları, hakları ödevleri başka, padişahlık sisteminin oluşturduğu, sancak sistemleri,tımar sistemleri başkadır. İltizamı bazen derebeyi bazen de ademi merkeziyet ilkesine uygun düşecek şekilde belirlenen kişilere veren Osmanlı da vergi ve toplanması, harcanması ayrı bir sistem üzerinde iken, günümüzde tarh-tebliğ-tahakkuk-tahsil sistemi üzerinden merkezi otorite tarafından toplanan vergiler, Meclis onayından geçen bir sistemle Bütçe İlkelerine dayanarak yapılmaktadır. Geçmiş ve hatta onları da uyguluyor sayarsak günümüz İslam fıkhı uygulamaları padişahlık/sultanlık sisteminin oluşturduğu sistem üzerinde uygulanmış ve içtihatları da bu gerçekler üzerinden oluşmuştur. Nitekim bugün uygulanmasa da, örneğin mecelle de vücut bulmuş özel hukuk kaidelerini bu zamanın toplumsal ve siyasi kurumsallaşması içinde uygulama alanı bulamaz. Vicdani ile tüm dini nosyona sahip olsa bile adaleti gerçekleştirmede zorlanacağını ve çok defa yanlış kararlar vereceklerini söyleyebilirim.

    Şuraya gelmek istiyorum, İslam fıkhı bir ruh, o ruhun içine girdiği bedende siyasi devlet yapısıdır. Geçmişte bu ruhun içine girdiği yapı otoriter, totaliter, monarşi, meşrutiyet benzeri siyasi devletlerdi. Günümüzde bu yasama yürütme yargı erklerinden oluşan parlamenter demokrasi sistemi vardır. Bu ruhu bu sisteme sokmak elbette mümkün, ama sokarken karşılaşılan sorunları, daha önce girdiği bedenin kalıpları gereğince verilen kararlarla karşılaştırma yanlışlığını vurgulamak istiyorum. Mutlak adalet ancak aynı nevden olanlar arasında mümkün olabilir. Siyasi, ekonomik ve sosyal yapının bambaşka olduğu günümüzde, ancak nisbi adalet ile aslında mutlak adalet ilkeleri gerçekleşebilir.

    • “İslam fıkhı bir ruh, o ruhun içine girdiği bedende siyasi devlet yapısıdır. Geçmişte bu ruhun içine girdiği yapı otoriter, totaliter, monarşi, meşrutiyet benzeri siyasi devletlerdi.”

      Katilmiyorum, Kuranda hicbir evrensel hukuk denilen beseri hukukta olmadigi kadar ADALETE vurgu yailir, Islamda idareciler hukukun üstünde asla degildir, örnegin Hz. Ömrerin “yanlis yaparsam ne yaparsiniz” sorusuna sahabelerin verdigi o meshur cevap, Osmanlida padisaha hesap sorulur hesap verirdi, örnegin Fatih Sultan Mehmet…
      https://tarihkurdu.net/fatih-sultan-mehmet-hanin-yargilanmasi.html

      • Yeni gördüm itirazınızı, ki yazıda geçen anlatımlarınıza itirazım yok. Ama tırnak içine aldığım noktaları öyle anlatayım. Bu arada, Kuran’ın evrenselliği, hak kitabı olduğuna ilişkin elbette şüphe yok, iman ediyorum, o bağlamda içinde kastedilen Adaletin de gerçek adalet olduğu. Yazımda kastım o İDEALin gerçekleşmesinde karşılaşılan zorluklar.

        Siyaset bilimi ve sosyolojisinde, bugüne kadar dünya da karşılaşılan yönetim biçimleri şunlar;
        – Monarşi

        – Meşrutiyet

        – Oligarşi

        – Demokrasi

        – Otoriterlik

        – Totaliterlik

        – Teokrasi

        – Teokratik Egemenlik

        – Cumhuriyet

        – Komünizm

        – Faşizm

        – Nasyonal Sosyalizm

        – Sosyalizm

        – Hanedanlık

        Bunlardan her bir yönetim tarzının kendine has özelliği, kurumları ve onlar arasındaki ilişkiler ağı var, dolayısıyla bunları düzenleyen kuralları var.

        Konu bağlamında ele alırsak,
        Efendimizden ve 4 halife döneminden sonra,
        Emeviler-Halifelik,
        Abbasiler-Halifelik,
        Büyük Şelçuklu-Monarşi/Sultan,
        Anadolu Selçuklu-Monarşi/Sultan,
        Osmanlı İmparatorluğu-Mutlak Monarşi, bir dönem sonra artı halifelik,
        1876 sonrası da Meşrutiyet.

        ile yönetilmiş.

        Bu yönetim biçimleri, görmediğimiz kuralları da yanında getiriyor.
        Mesela, Hz. Ebubekir, Ömer hazineden maaş/ücret zar zor yetecek kadar yardım alabiliyorken, mutlak monarşi ile yönetilen Osmanlı da zaten, Has-Zeamet-tımar sistemi var ve Has zaten hükümdarın toprakları demek. Mülkiyet hakkı hükümdara ait, hukukta mülkiyet hakkı, kullanma-faydalanma-semerelerini eldetme hakkına sahiplik olarak ele alınır (usus-fruktus-abusus) bu bakışla tam olarak hükümdarın malı demek bu. Şimdi bu nokta da, bir açmazla karşılaşmazmıyız, 4 halife döneminde mesela Hz. Ömer döneminde elde edilen Kisra diyelim, Hz. Ömer oradan kendi payına düşen arazi almış mıdır? O almadıysa, Osmanlı da bu almanın İslam fıkhına göre yeri nedir? Hadi diyelim bir izahı var, günümüzde demokrasi var, o araziler halkın ve manevi şahsiyetle devletin ve belirli kurallar dahilinde dağıtımı yapılıyor. Mesela, Erdoğana hırsız diyoruz dimi, oysa Mutlak meşrutiyet mantığıyla baktığımızda fıkhen Erdoğana hırsız diyebilir misin? Osmanlı padişahlarının seferden aldıkları pay ganimetler, Has topraklarını o devrin fıkhı izah ediyor, bugün biz bunu yapsa biri üstü kapalı, yönetim demokrasi ama aslında yetkisi var hakkı var mantığıyla, hırsız diyoruz, oysa bir mantığa dayandırırsan var bir mantığı. Ama bugün iktidar yalakaları dahil hepimiz ne diyoruz, Haram, kul hakkı. Vaktiyle kul hakkı olmayan birşey bugün nasıl kul hakkı olabilir. İslam fıkhı statik değildirden kastım bu. Yönetim biçimi mutlak monarşi olan bir imparatorlukta, örneğin osmanlı da zaten, tüm arazi imparatorundur, hakkı olarak görülür, halkta bunu böyle kabul eder, tam tersi o topraklarda tasarrufta bulunanlar, hükümdarın arazisinde izinsiz iş yapıyor olarak düşünülür. Elbette kabaca anlatıyorum bunları. Ama bir mantığa yer vermek için.

        Mesela başka bir örnekle gidelim, günümüz tabiriyle, kamu da görev alma hakkı yönünden;

        Hz. Osman döneminde eleştirilerin bir kısmı Nespotizm di dimi, yani akraba kayırmacılığı onları idari görevlerde yer verme. Halife istediği kişiyi alıp istediği yere Vali olarak atayabilir. Bu onun tasarrufundadır sınav yok birşey yok o dönem, ama o dönem bile LİKAYAT kavramı farklı şekillerde tartışılmış. İhtimal, liyakat biri için güvenilir inançlı dindar biri demek iken, bir başkası için liyakat o işi çok iyi yapabilen biri olarak ele alınabilir.

        Abbasilerde memur kavramı var, ikili bir yapı, bir memur tipinin alımında hiçbir kriter yok, diğerinde bir kriter aranmış. Uygulamada hukuk, düzenlenmiş alanların, hukuki olarak düzenlenmiş alanların sağlıklı, verimli etkili çalışmasını amaçlar ve bunların çalışmasının denetlenmesi feedback mekanizmalarının bütününe adalet diyelim, işte burada adalet kavramı düzenlenen alanla ilgili, oysa hiçbir alım kriterinin olmadığı kuralın konmadığı alana karışamaz, çünkü bir düzenleme, kanunu, o konuya ilişkin usul esası yok. Elbette, adalet öyle olmalı ki, neden abbasilerde bazı memuriyetlere alımlarda kriter aranmadığını güzel bir şekilde izah etsin, gerekli ya da makul görsün öyle bir uygulamayı. Mutlak meşrutiyette, örneğin osmanlı da tek adamın çok yoğun yetkileri olur.Karar mercidir. oysa meşruti monarşi de öyle değildir, mesela aynı Osmanlı 1876 esasi ve sonrasında bazı yetkilerini padiah devretmiştir. Şimdi, İslam fıkhı açısından sorum şu, padişahın daha önce kendi iradesine bırakılan bir alan dolayısıyla asla kadıya vb götürmeyen bir alan, atama vb, daha sonra meclise devredilince ne olmuş? İşte o zaman olan şu, hukuken düzenleme yapma alanı ortaya çıkmış ve yapılmış, nitekim bunlara uymayanlarda hukuk dışı işler yapıyor olarak ele alınmış, oysa o alan daha önce Sultana aitti ve fıkhen istişare neticesi, kurul tavsiyesi dahi olsa son merci olarak hükümdara bırakılan bir karar Sultana bırakılıyor. Oysa daha sonra aynı durum ortadan kalkıyor, bazı yetkiler yönüyle meclise bırakılıyor. Eğer o meclis işlerden usulsuzlük yaparsa İslam fıkhı açısından caiz olmayan bir iş yapıyor demiyor muyuz? Dikkat edersek, haramlar helaller belli, ama kurumsallaşmanın olmasıyla birlikte karşımıza çıkan olaylar karmaşık. Benim amacımda bir mantığa varmak.

        Aynı konudan devam edersek, elbette Enderun sistemi ve o sistemde yetişenlerin ataması sistemi vardı Osmanlı da, ama nezaman vardı, Kuruluş dneminde var mıydı? Kurumsallaşmanın olmadığı için inisiyatife bağlanmıştı, inisiyatifin yetmediği, iyice büyüdüğü dönemde devletinde, profesyonelleşmeye ihtiyaç vardı, bu da kurumları getirdi, kurumlarda düzenlemeleri. Şunu diyebilirsin, mesela, hükümdar istediğini atıyor ama öncesinde yinede bir çeşit tavsiye mekanizması var, sonrasında Enderun vb var. Mesela, bunun bir benzeri bugün bizdede hala var, istisnai memuriyet diye bir kavram var dimi anlıyoruz. Vaktiyle, bir paşayı istediği maiyet memuru atayabilen yönetimler için bu iradeyi göstermek caiz. Peki günümüzde? Caiz değil, nedendeğil, çünkü, kaymakam/maiyet memuru olabilmek için, onun eğitimini aldığın 4 yıllık bir fakülte , sonra sınav, sonra mülakattan geçmen gerekiyor, buna uymadan yaparsan ne olur? Kul hakkı diyoruz dimi bugün. Ama İslamın ilk zamanlarında kurumsallaşmanın olmadığı dönemler nedeniyle yine bir mantığa dayansa da inisiyatife bırakılan ve yapılması caiz olan bir husus, bugün inisiyatife bırakılmıyor, dolayısıyla caizlik, o yetkinin devredildiği alandaki kurallara uymaya göre belirleniyor.

        Konuyu uzatmak istemiorum ama tam anlaşılmak için yazıyorum, ve sayfalarca da gidebilir bu konu. Mesela yine eklersem, mutlak monarşi(krallık-osmanlı gibi sultanlık yada) ile meşruti monarşa çok farklı. birirnde meclis vaar diğerinde tek adam.

        Mesela, İngiltere de ne vara şu an, demokrasi ama hükümet etme biçimi ne, meşruti monarşi. Çelişmiyor mu bunlar, çelişiyor ve zaman zaman temsili bir noktaya gidiyor, ama şu mümkün kü, bir ülke cumhuriyetle yönetilebilir ama demokratik olmaz, demokrasi olur ama çeşitleri olur.

        Mesela, Almanya da sosyal devlet ilkesi olduğu için sosyal yardım alması hak olan bir insana o yardımı yapmayan kişinin eylemi kanunen suç, ama Türkiye de öyle bir yardım yok, dolayısıyla devlete başvurması durumunda böyle bir düzenleme yok, size düzenli yardım yapma zorunluluğumuz yok denebilir, nitekim öyle. Şimdi bir idari eylem, Almanya da suç olabiliyor Türkiye de değil. Neden, yönetimsel biçimleri. İslam fıkhı bir ruh derken bunu kastediyorum. Geçmişte İslamı devlet olarak kabul etse de yönetimler, hükümet biçimleri monarşiydi, mutlak monarşiydi, halifelikti. günümüzde demokrasi. Ve bunlar çok farklı kurumları ve yetkileri ortaya çıkarıyor.

        Bugün elimizde olan islam fıkhı ve içtihatları da mutlak monarşinin, monarşinin veya halifelik sistemlerinin olduğu ülkelerde karşılaşılan sorunların çözümüne ilişkin. Mesela dikkatinizi çekti mi bilmiyorum, halifelik sistemi olmadan da monarşi ile yönetilen bir ülke islam fıkhını uyguluyor. İkili hukuk sistemi vardı malum Osmanlı da. Osmanlı da deniz ticareti kara ticareti üst boyutta. Yabancılarla içli dışlılık, borç alacak ilişkisi, kıymetli evrak kullanımı gibi pek çok yeni durum ortaya çıkıyor. Zaman başka bir defa aradan 1000 yıl geçmiş. Ya şimdi, dünya ekonomisinde reel faiz, nominal faiz, enflasyon var. Piyasa dediğimiz, eskiden sadece mal piyasasının olduğu piyasa, günümüzde, mal piyasası, emtia piyasası, emek piyasası, para piyasası ve bunları da çeşitlendirirsek opsyonlar, türevleri, gibi akıl almayacak boyutta bir finansal sistem var. Bu finansal sistemin gerçeklerini bilmeden, 1000 yıl önce Osmanlıdan bir fetvayı esas almak doğrumudur. O o zamanın şartlarına göre, Kuran ve Sünnete göre düşünülmüş ve şekilde karar verilerek adaletin gerçekleşeceği inancıyla o karar verilmiş. Bugün onun aynen uygulanması adalet demek değildir ki. Mesela, şu an Siyasal İslamcılar devlete girerken kadrolaşırken ne diyorlar, sınavlar şunlar bunlar önemli değil ki, eskiden bunlar mı vardı diyorlar. Halifenin hakkı yüzde 20 dir deyip senin benim hırsızlık dediğimiz şeyi hakkı görüyorlar.

        O nedenle diyorum ki, Islam fıkhı Kurandan neşet eden bir fıkıh olmalı. Adalet tam olarak gerçekleşmeli ama bu şu demek değil, geçmişte şu karar verilmiş aman bunu bizde böyle uygulayalım. Nitekim, örneklendirdim yukarda, geçmişte halifenin malıydı devletin yüzde 20 si istediğim gibi tasarruf ederim diyen bir kitle yönetiyor ülkeyi şu an. Bu adalet midir? Fıkhen onlarla görüş bu caiz derler. Emin olabilirsin. Neye göre adalet, mutlak monarşi olduğunu düşünürsen adalet.

        Bugün seçimde oy çalıyor diye ayağa kaldırıyoruz ortalığı dimi, haksızlık diyoruz vs, mutlak monarşilerde, krallıklarda seçim mi var, baba gidiyor oğlu geliyor, oy çalan adamı şeran yanlış yaptığını düşünüyoruz, geçmişte kendi yerine oğlunu başa geçiren kişiye birşey demiyoruz dimi, aklımıza bile gelmiyor.

        Bugünün modern toplumlarında, ki gerçekten böyle de olmalı, uzmanlaşma profesyonelleşmenin gereği çünkü bu, dolayısıyla işi ehline verinin bir çeşit tezahürü benim kanaatimce, ne var, yasama yürütme yargı erkleri . Kuvvetler ayrılığı. Yürütme organına girersekte, Valilikler, taşra teşkilatı, düzenleyici denetleyici kuruluşlar vb bilumum, mahalli idareler belediyeler.. çeşitleniyorda çeşitleniyor. Hepsi için kurallar düzenler var ama özü seçim. Seçmek. Mutlak monarşi de seçim nerede ne kadar olabilirdi ki? Bizim onu yapman haksızlık, caiz değil şu kural var dediğimiz alan, eski müslüman toplumlarında, hukuken düzenlenmemiş bile, o alan inisiyatife bırakılmış. O inisiyatif o devrin hukukuna uygun ama inisiyatif işte. Bugün günümüzde inisiyatife bırakılan işlerde bile düzenleme var. Milletvekili olma kriterleri var, memur olma kriterleri var o var bu var şu var.

        Yanisi şu, benim tespitim bu, Hukuksal alana açılan alanda geçerli oluyor Hukuk sistemleri, ister İslam hukuku ister diğer hukuk sistemleri. Hukuksal alana açık olmayan durumlarda düzenleme yapılamaz ki, dolayısyıla bu İslam hukukunun da diğer hukuk sistemlerininde yetki alanına girmez. Ama bu adalet mi elbette değil, onu anlattım işte, yani izin verilen alanlarda islam fıkhı kullanılmış, bazı alanlara ise hiç sokulmamış ve kimsenin akılna bile gelmemiş. Bigün 4 B arazilerini satıyorlar, yetimin hakkı var oralarda dediğimiz arazileri kanunla satsalar bile Anayasaya aykırı dioyurz dimi gerekçelerini söylüyoruz, gerekçe çok önemli. Oysa monarşi de, Has arazileri var, Sultanın arazisi var, sultanın istediği kişiye istediği araziyi verme yetkisi var. Bu adilmiydi, islam fıkhına uygunmuydu noktasında değilim, ama günümüzde bunu uygulayamazsın, uygulayamazsından kasıt, uygulanmalı mı sorusunu da akla getiriyor. Getirilmek istenen şey, islam fıkhı mı, meşruti monarşi sistemi mi? Bugün samimiyetle söyleyim, getirilmek istenen Akp eliyle İslam fıkhı değil meşruti monarşik ya da mutlak monarşik sistem. Yönetimsel bir değişim öngörülüyor fark etmeselerde. Bediüzzaman hazretleri ne demişti. Ben Cumhuriyetçiyim. Cumhuriyet demokrasi içinde de gayet güzel islam fıkhının ruhu yakalanabilir.

        Uzattım biliorum, bitirirken şunu söyleyim, işte o devirdeki yönetim şekillerinde karışlaşılan sorunlarda, ve hukuku alana açık bırakılmış alanlarda, İslam fıkhının verdiği içtihatlar, bugün ne derece kullanılabilir? Benim demek istediğim bu. Kuranın özündekio adalet sistemini elbette ideal olarak ele alıcaz, kastım da o idi, islam fıkhının ruhu olarak.

  2. Sahabilerin ve sonrakilerin çok düşündüğünü kestirebiliyorum. Bir ayeti oturup düşünüyorlardır yada peygamberin bir sözünü, davranışını, mimikini düşünüyorlardır. En ince detaya kadar herşeyi, olaya anlam katmak için dahil ediyorlar diye tahmin edebiliyorum. İşin içinden çıkamayınca “burada ne demek istediniz” yada “şunu mu demek istediniz” diye soru sorduklarını düşünüyorum. Öğretmenleri de onları en doğru anlama doğru ulaştırmak için görevini yapmaktadır. İnsanların karakterini şekillendirmiş yapbozu kademeli olarak, onlara yeni şeyler vererek ve bu şeyler üzerinde düşünmelerini sağlayarak, yeniden şekillendirmektedir. Amaç bütün taşları yerli yerine oturtmaktır. Onlar şekilciliğe yani putlara varlık verdiklerinden, o varlığı gerçek bir varlık ile değiştirme süreci yaşanmaktadır. Değiştirirken onların yeni tanrıya şekil vermelerine fırsat vermemiştir. Bu yolla şekilciliği kırmış ve düşüncenin önündeki engelleri bir bir kaldırmıştır. Müslümanların düşünmesini teşvik etmiş ve onlar muhtemelen beyinleri zonklayıncaya kadar düşünüyorlardı. Bir insanın varabileceği bir düşünce sınırı varsa oraya ulaşmaları sağlanmaya çalışılmaktadır yoksa belli disiplinler altında düşünce yolculuğu hayatlarının bir parçası olmuştur. Bu düşünce zamanla kendi içinde disiplinlere ayrıldı. Birisi fıkıh vs ise diğeri de bilimdir. Bilimsel düşüncenin önü açılmıştı. Belli bir disiplin ve sistematiğe sokularak bir yol oluşturulmuştur. Arkadan gelenler bu yoldan geçerek hedefe daha hızlı ulaşmaktadırlar.
    Maalesef alanım değil ama muhtemelen fıkıh düşüncesinin de taşlarını döşemişlerdir. Hatalara düşülmesin diye disiplinler oluşturulmuştur. Biz hep bu yola takılıyoruz ama o yolun arkasındaki o şekilcilikten kurtulma süreçleri boyunca düşünce dünyalarını çok ileri boyuta taşımanın neticesinde fıkhı yada islam fıkhını geliştirdiklerini gözden kaçırmamak gerekir. Onların kurduğu disiplinler ile çok işler başarılmıştır ama şu anda onun taklidi yapılmaktadır. Yani müslüman taklidi gibi bişey.
    Cami cemaatine baktığınızda sanki herşeyi çözmüşler gibi, hiç düşünme yok. Üniversite hocalarının genellikle çok düşünmediğini düşünüyorum. Herkes herşeyi aşırı derecede iyi biliyor, aşırı bir güven söz konusu.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin