YORUM | AHMET KURUCAN
“Fıkıh-ahlak birlikteliği” başlıklı yazıma okuyuculardan gelen olumlu ve olumsuz geri dönüşlerin çokluğu beni şaşırttı. Tepki bekliyordum, bir tartışmanın kapısını aralar, muhasebe ve murakabelere vesile olur diye düşünüyordum ama bu ölçüde değil. Gerçekten şaşırdım. Şöyle diyebilirsiniz: “Şaşılacak bir şey yok; insan ve toplum hayatında karşılığı olan konular genelde böyledir. Dini duyarlılığını kaybetmemiş insanlar helaldir veya haramdır şeklinde bir hüküm arayışı içindeler ise merakla yazıyı okumaları, tatmin olmadıkları yerde ilave soru sormaları, farklı görüşleri onu varsa izhar etmeleri kadar tabii bir şey olmaz.” Haklısınız.
Şimdi bu geri dönüşümlerden hareketle bir-iki noktada genel denebilecek bir değerlendirme yapmak istiyorum.
BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Bir: Devletten alınan sosyal yardım ve devlete bildirilmeyen ek kazanç diye özetleyebileceğim konuyu ele alan o yazı fıkıh-ahlak ya da hukuk-ahlak parçalanmasına son verilmesi gerektiğine vurgu yapıyordu ve yazıyı bence okunur kılan da bu idi.
Özü şuydu o vurgunun: Herhangi bir davranışa yönelik dinen haram-helal, hukuken suç ve suç değil, ahlaken de doğru ve yanlış şeklinde yapılan parçalı hükümler vermeye artık bir son vermeliyiz. Zira farkında olalım ya da olmayalım “Senin bu sormuş olduğun mesele dinen haram ama hukuken suç olmadığı için yapılabilir; ahlaken ayıp ve yanlış ama örf/maruf sınırları içinde kalmak şartıyla hukuken yapılabilir ve dinen helaldir” gibi anlamları içinde barındırıyor. Ve ben anlamıyorum, dinen haram olan bir şey hukuken nasıl suç olmaz? Ahlaken ayıp ve yanlış olan bir şey dinen nasıl helal olur? Hangi hukuk dinin haram dediğine suç değil der ve hangi din ahlakın yanlış, ayıp dediği bir şeye helal, hangi hukuk yapılabilir der? İslam mı? Yapmayın Allah aşkına! İslam dininin temel nasslarından yani ayet, sahih ve bütün Müslümanları kıyamete kadar bağlayıcı hadislerden bir tane örnek gösterin bana.
Dikkatinizi çekerim, fıkıhtan, fıkıh kitaplarındaki içtihatlardan, Müslümanların tarihsel uygulamalarından demiyorum, nass dediğimiz, hukukçuların “Mevrid-i nassta içtihada mesağ yoktur” dediği kategoriye giren kurucu metinlerden diyorum. Zira ben de, siz de, bu işlere İmam Hatip seviyesinde ilgi duyan hemen herkes de biliyor ki fıkıh müdevvenatında bu türlü içtihatlar var ve bu içtihatların bir kısmı dinin asli temelleri ile uyumsuzluk içinde.
İşte benim o yazıda yaptığım vurgu bu gidişatı önce zihniyet planında değiştirmek, ardından söz konusu hükümleri nakd ve tashih, bunların yeterli olmadığı yerde yeniden inşa ve nihayet onları fiiliyat planında hayatımıza taşımanın gerekliliğinden bahsediyordu. Okuyucu yorumların çoğunluğunun bir cümlede özetlediğim bu dört kademeyi kabul etmesi şahsen beni çok sevindirdi, geleceğe ümitle bakmamı sağladı.
İki: Okuyucu geri dönüşümlerinden gördüğüm kadarıyla çok yanlış anlaşılan “caizdir veya caiz değildir” ifadelerine açıklık getirmek istiyorum ki bunu ilk defa bu yazı vesilesiyle kaleme alıyorum. Gündelik hayatımız içinde belki de onlarca defa kullandığımız “caizdir veya caiz değildir” şeklinde dillerimize pelesenk olmuş deyimler ne ifade ediyor? Bir meselenin dinen helal olduğunu, insana sevap kazandırabilecek bir amel-eylem olduğunu mu yoksa hukuken-kanunen o davranışın meşru, hukuki ve kanuni olup suç unsuru taşımadığı dolayısıyla yapılabilir olduğunu mu? Size garip gelebilir ama ikincisini. Zira caizdir veya caiz değildir ifadesi fıkhi-hukuki bir deyimdir ve tam da yukarıda ifade ettiğim gibi mevcut, verili, uygulanan hukuk sistemi içinde o eylemin suç olmadığını gösterir. Daha önce birçok okuyucu yorumu aldığım “Yürürlükte olmayan hukuk olmaz” başlıklı yazımda bu açıklıkta olmasa da aynı konuya hukukun güncelleşmesi ekseninde değinmiştim.
Pekala madem fıkhi-hukuki bir kavram neden bu ifadeler Müslüman muhayyilesinde helaldir-haramdır kavramları gibi bir yer etmiştir? Cevap olarak çok şeyler söylenebilir. İlk akla geleni İslam dininin hayatın tümünü kuşatan kurallar manzumesi şeklinde anlaşılmış olmasındandır. Böyle olunca Allah-insan, insan-insan ve insan-çevre ilişkisi içinde hayatta karşılığı olan her dünyevi amel dini perspektiften değerlendirilmiş ve hükme bağlanmıştır. Böyle olunca dünyevi hayatı düzenleyen hukuki düzlemde “Yapabilirsiniz, mahzuru yok, suç değil” anlamına gelen “caizdir” hükmü halk muhayyilesinde helal kavramı ile özdeşleştirilmiştir.
Halk muhayyilesi böyle düşünmekte haksız değildir. Zira bu hükümleri veren fıkıhçılar-hukukçular yukarıda ifade ettiğimiz gibi Allah insan münasebetinin bir diğer adı olan ibadetler başta olmak üzere hayatın her alanında konuşmuşlar, hükümler vermişler, bununla yetinmemiş takip ettikleri metodolojinin gereği olarak yaptıkları konuşmaları ve verdikleri hükümleri ayet ve hadislerle temellendirmişlerdir. Kur’an’ın 6236 ayetlik muhtevası, Peygamber Efendimizin bir lider, bir aile reisi, bir arkadaş, bir tüccar vb. farklı vasıflarına rağmen her türlü beyan ve fiilinin peygamberlik vazifesi kapsamında değerlendirilmesi de bunda hiç kuşkusuz büyük bir rol oynamıştır.
O zaman şunun rahatlıkla söyleyebiliriz: “Caizdir” demek “helaldir” anlamını taşımaz, tıpkı “caiz değildir” demek “haramdır” anlamını taşımadığı gibi. Çünkü helal ve haram kavramları daha çok Allah ve Resulünün açık beyan ve hükümleri için kullanılırken caizdir ve caiz değildir hüküm ifadeleri hukukta kendine yer bulan beşeri içtihatlar için kullanılır. Onun içindir ki Müslüman fakihler herhangi bir mesele için “helaldir” veya “haramdır” dememeye çalışmış, bunun yerine caizdir örneğinde olduğu gibi başka hukuki terimleri tercih etmiş ve her hâlükârda taşıdıkları bu dikkat hatta korku ve endişe sebebiyle ulaştıkları her içtihadi hüküm arkasına “Allah daha iyisini bilir” kaydını mutlaka koymuşlardır.
Bakın tam da bu bağlamda Allah ne diyor? “Ağzınıza geldiği gibi yalan yanlış konuşarak, ‘Bu helaldir, bu haramdır’ demeyin. Aksi halde kendi kafanıza göre uydurmuş olduğunuz hükümleri Allah’a isnat eden iftiracılar olursunuz. Unutmayın, kendi yalanlarını, uydurdukları hükümlerini Allah’a isnat edenler kesinlikle iflah olmazlar.” (Nahl, 116)
Üç ve dört: Kalemimi salınca yazı çok uzadı. Ben üçüncü olarak haksız kazanç kapsamına giren gelirlerin hayır faaliyetleri adına hibe edilmesi, dördüncü olarak da hizmet yapılanması içinde genelde hak ihlalleri, kul hakkını kale almama konularında beni muhatap alan bir takım soru, itham ve yorumlara değinecektim. Bir başka yazıda inşallah.
sunu cok net soyleyim bir cok arkadas devletin verdigi paradan daha az maasla calismayi istemiyor neden bu paraya calisayim zaten devlet daha cok veriyor diyor sonra evde dirdir tartisma atil kalmaktan fitne fesat dusuncelere dalma devletin yardmi ayri bizim calisiyo olmamiz ayri yaziniz cok guzel az parada olsa calisilmali calismayan demir cop olur
Ahmet bey, yazılarınızı beğeniyor(d)um, ama bu yazınıza anlam veremedim. Hatta çok şaşırdım. Üzerinde isminiz yazmasa veya bu yazı bu sitede yayınlanmasa kaynağı hakkında asla isabetli bir tahminde bulunamazdım.
Şöyle diyorsunuz:
„Ve ben anlamıyorum, dinen haram olan bir şey hukuken nasıl suç olmaz…
„Ahlaken ayıp olan ve yanlış olan bir şey dinen nasıl helal olur…
„Hangi hukuk dinin haram dediğine suç değil der…“
Ahmet bey, din hukuk ayrımı modern çağların bir özelliği değil mi? Hukuk (ve diğer alanlar) dinden bağımsızlaşarak toplumlar ilerlemedi mi? Aksi halde biz hala Ortaçağ´da yaşıyor olmaz mıydık? Belki de biz hala Ortaçağ´da yaşıyor olmayalım?
Dinen haram olan bir şey hukuken de suç olacaksa o zaman eşcinselliğin yasak olması lazım mesela. Bizim için o zaman referans kaynağı Avrupa Birliği, Batılı ülkeler değil, Afganistan, Suudi-Arabistan olmuş olmaz mı?
Bana göre din inanç alanı olduğu için kuralları sadece inananları bağlamalı, tüm devleti ve tüm toplumu değil. Ve bu bağlayıcılık da vahşi cezalar ile yaptırıma tabi olmamalı.
Hangi hukuk, dinin haram dediğine suç değil der diye soruyorsunuz. Modern hukuk böyle demiyor mu? Aksi halde hukuk fakültelerine filan ne gerek var? Toplayalım din fıkıhçılarını, müftüleri, Hayrettin Karaman gibilerini, dağıtsınlar topluma adaleti. Ama bunu da yapamıyorlar işte. İslam´ın kaynaklarındaki çeşitlilik ve yoruma açık yanlar, kendi nefisleri ve aklını kullanamayan Müslümanlar karşısında onlar da rezaletten başka bir şey üretemiyorlar.
Ayrıca şunun altını çizmek isterim ki, bugünkü rezil manzarada ilahiyatçıların klasik yorumlarının büyük payı var. Din her alanı düzenler, her şey bize sorun diye diye insanları aklını kullanamaz hale getirdiniz. Ve insanlar dine uygun olma adına saçmasapan şeyler yapmaya başladılar. Her şey görünürde dine uygun oldu veya dine uygun etiketler yapıştırıldı, ama arkasında rezaletler saklandı. İslam beynini kullanamayan Müslümanlardan çektiğini başka kimseden çekmedi.
Daha geçen gördüm. Birileri “caizhaber” diye bir gazete çıkarmış. İhlas diye bir holdingimiz vardı halkın parasına konan, Mevlana kasaplarımız vardı, Mekke, zemzem kolaları vardı (çok içsen dahi şeker hastası yapmayan). Yakında “mübah pedikür stüdyosu”, “mendup fitnes salonu”, “vacip dösek fabrikası” filan çıkarsa şaşırmamak lazım.
Görünüşe bakılırsa dini etiketler yaygınlaşıyor, ama rezalet azalmıyor.
Öncelikle sapla samani karistirmamak gerekiyor. Mendup Fitnes Salonu, Mevlana kasabi acanlar, klasik Islam düsüncesine veya Taliban zihniyetine sahip insanlara hitap etmiyor. Ben de sahsen klasik Islam düsüncesine sahip biri olarak bu gibi yerlerden ürün almam. Bu gibi ürünlerin hitap ettigi kitle hasbelkader Müslüman mahallesinde dogmus veya oraya hasbelkader transfer olmus ama nefsine söz geciremedigi icin gözü hep disarda olan insanlara hitap eder.
Siz geleneksel Islamin niyetini, icinde bulundugu cikmazlari anlamamissiniz. Bu cikmazlara rezil din adamlarinin yaptiklarini da ekleyip geleneksel Islami düsünceyi bi cirpida rezillige mahkum ediyorsunuz. Bunu savundugunuz modern hukuk bile yapmiyor.
Aslolan zaten hukuk degil, adalettir, hukuk her zaman degisir, yarin bugün o övdügünüz escinsellikle ilgili kanunlar daha adil olma adina degisebilir. Geleneksel Islam ise adaleti yakalayacagina emin olmadigi sürece hukuku güncellemez.
Yazarimizin meselelere yaklasimini ben de pek begenmem. Ama siz ayip etmissiniz.
Niye ayıp etmiş olayım? Ben kimseye hakaret etmiyorum ki!
Sadece fikir jimnastiği olsun diye kendimce bazı düşünceleri dile getirip katkıda bulunmaya çalışıyorum. Bunun neresi kötü? Ayrıca yazarı beğenmesem yazısını okumam, okuyucu olarak yorum yapmam.
Eşcinselliği de savunmuyorum. Bunu nereden çıkarıyorsunuz? O sadece bir örnekti. Demek istediğim, özgürlük ortamı olacaksa tasvip etmediğimiz yaşam tarzlarına da yaşama alanı bırakmak zorunda olduğumuz düşüncesidir. Öbür türlü hiç kimse özgür olamıyor çünkü.
Daha ne olsun yaziyi yazara yakistirmayarak onu da rezilligin sebebi ilahiyatcilarin derekesine cekmissiniz. Hatta „Din her alanı düzenler, her şey bize sorun diye diye insanları aklını kullanamaz hale getirdiniz.“ diyerek ithamda bulunmussunuz. Siz anladigim kadariyla Ahmet Kurucan´i laik cizgide ilahiyat yapan Yasar Nuri Öztürk kulvarinda bir ilahiyatci görüp baya ümit baglamissiniz.
Escinselligi savundugunuzu iddia etmedim, escinsellikle ilgili kanunlari övdügünüzü söyledim. Siz öyle anlasiliyor ki, modern hukuku son model adalet olarak görüyorsunuz. Öyle olmasa dini hukuki ilerlemenin önünde engel olarak saymazdiniz.
Öyleyse ben de ordan yürüyeyim: Modern hukuk escinsellere bugün pozitif ayrimcilik yapmaktadir. Bir ayrimcilik halinde torpilli olan escinseldir; yaslilarin, Müslümanlarin, hele basörtüllülerin, Romanlarin aksine cok iyi bir avukata ihtiyaci vardir. Neden? Cünkü bir basörtülü, bir Roman kanun önünde norm disidir. Escinsel ise üc cinsiyetten biri olarak normaldir. Torpil ordan gelmektedir. Escinsellige götüren psikolojik durumlara, escinselligin sebep oldugu hastaliklara, escinselligin reklamlar üzerinden göstere göstere özendirilmesine, escinsel tacizlerine girmiyorum bile.
Su rezalet konusunada bi girelim azicik: Siz simdi kimi rezil Müslümanlarin ugraslarina bakarak Islamin bütün dünyaya hakim olacagini düsünüyorsunuz ya. O öyle olmayacak. Hic bi zaman da olmadi zaten. O bu zamana kadar oldugu gibi simdiden sonra da bir yol olacak. O yol üzerinde yürüyenler bu zamana kadar az oldugu gibi gelecekte de az olacak. Islam garip geldi, garip gidecek, evet cok istismar edildi, yine edilecek, ama az da olsa Ilayi Kelimetullah icin Islami olmasi gerektigi gibi yasatanlar bu zamana kadar oldugu gibi gelecekte de olacak.
Yanisi su ki: Korkmayin, din sizin su dünya islerinize cok fazla karismayacak. Selcuklu, Osmanli, hatta simdi Türkiye bile Müslümanin Müslüman, Sünninin Sünni kalmasi icin bi görev ifa etti, gelecekte de bu görevi ifa edecek devletler olabilir, ama bu devletler de yine türlü günahlar isleyecekler, isletecekler, bunlar Islam adina olacak, demokrasi adina olacak… Sapla samani birbirine karistirmayin.
Bizim için günlük hayatımızda referans kaynağı elbette Kur’an Sünnete dayanmış olan fıkıh ilmidir. Bu dönemki az sayıdaki alimin görüşleriyle ve istişareyle çıkış yolları buluyoruz. . Batı kültürü veya hukuku hiçbir zaman referans olmadı, olamaz. Batı ülkesinde yaşayanlarımız için bu kültür ve bu hukuk sistemi ancak anarşist olmamak için sabrettiğimiz ve gün be gün eksiklerini tamamlamak için uğraştığımız bir kültürdür. Hukuk sistemi de öyle. Vatandaşlık alınan ülkelere uzun vadede katkıda bulunmak, kendi hukukumuz olan islam fıkhından adil formüller sunmak yine bizim bir ödevimizdir diye düşünüyorum. Ya da öyle olmalıdır. Çünkü Batı ülkelerinde de yaşanan türlü çarpıklıklar ve zulümler var. Yaşıyorsanız zaten farkedersiniz. Biz hoşgörülü olalım derken beğenmedimiz kuralları batı da kabul edilen şekliyle fıkhımızın içine katmayacağımıza göre, bu konularda ikna ve anlaşmayla o kültürün veya hukuk sisteminin mesafe almasını ümit ediyoruz. Bu ümidin peşinde gitmezsek son yıllarda gündeme çokça gelen asimilasyon riskleri kapımızdadır. Burada bence önemli olan bulunduğumuz ülkeyi dönüştüreceğiz diye hırslanmamak, Allah’ın vereceği hidayet için dua edip gayret edip durmak. Tabi bir de haddimizi aşacak işlere hiç girmemek. Dinci gruplar bu noktada hataya düşüyorlar biraz. Mesela vatandaş olduysak 1 kişilik siyasi oy verme hakkımız oluyor. Veya 1 kişilik dindar insan olarak yorum yapabiliyoruz. hepsi o kadar..en doğrusunu Allah bilir.
Okuyucusundan Yazara Mektuplar (2)
Değerli Hocam, yazınızda belirttiğiniz şu ifadelerinize takıldım, aşağıda yer veriyorum:
“Ve ben anlamıyorum, dinen haram olan bir şey hukuken nasıl suç olmaz? Ahlaken ayıp ve yanlış olan bir şey dinen nasıl helal olur? Hangi hukuk dinin haram dediğine suç değil der ve hangi din ahlakın yanlış, ayıp dediği bir şeye helal, hangi hukuk yapılabilir der? İslam mı? Yapmayın Allah aşkına!”
Meydan okur gibi yazmışsınız ama, daha ilk akla gelen Zina kavramından satırlarınızı eleştirdim içimden.cMevzu hukuk, batı dünyasındaki hukuk, İslamın haram dediği zinaya suç değil diyor. Faiz, bir diğeri. Yani hangi hukuk dinin haram dediğine suç değil der ki, dediğiniz durum burada hemen boşa düşüyor. Dünya finans sistemi faiz üzerine kurulu. Bizde haram.
Bu nedenle bu kadar açık net olan durumlar varken, sanırım bir başka şeyi anlatmak istediniz, anlam kayması oldu. Tashih eder misiniz yahut kastınızı bir yerde belirtir misiniz?
Değerli Hocam, gelelim dilimin altındaki baklaya;
muhakkak sizin gibi ilahiyatçıların varlığı önemli, sonrasında ama ile de devam etmiycem, iyi ki varsınız, iyi ki büyüğümüzün rahlei tedrisinden geçen insanlar var. Zaman ahir zaman ve sorulacak çok soru var. Artık, lağım çukuruna düşmediğimiz için o tür ayrıntılar önemli değildir sanmayın elbette, ancak bizim içine düştüğümüz lağım çukurları daha farklı bu yüzyılda. Kısaca, timat ediyorum elbette.
Bir meseleyi çok yönlü ele almamız gereken bir devirdeyiz artık. Tam fotoğrafını çekebilmek için. Bütüncül bakabilmek için. Bu nedenle, sizin ara ara abelirttiğiniz tarihsel süreçlerde birikmiş içtihatların yolumuzu aydınlatması kısmen mümkün artık, arabanın kısalarını yakmak gibi, işte bu nedenle devrin içtimai hayatının işleyişine vukufiyet önem arz ediyor. İçtimai hayat artık dağlarda değil, bir cep telefonu tuşu ile birbirine bağlıyor herkesi. Cep telefonunu kapat kenara koy günaha girme..demek bir seçenek değil mesela. Sürekli ona bakması gereken insanların olduğunu bilerek, bu zorunluluğun gereklerine göre, Kuran ve sünnete uygun bir yol bulmak artık mesele.
Negatif entropi kanunu her yerde işliyor, Peygamberimizin doğumu ve yaşamı (s.a.v) bir BİG-BANG ise dinimizin, ondan sonraki yaşanmışlıklar ve onun üzerine kurulan gerçeklikler, bizim evrenimiz, galaksilerimiz, yıldızlarımız gezegenlerimiz.
Her gezegenin kendine göre çekimi, atmosfer basıncı (var-ya da yok), radyasyonu, manyetik alanı vs var. Kütle değişmezken nasılki ağırlık heryerde ayrıysa, işte artık 2022 yılına geldiğimiz şu zamanda, içinde bulduğumuz şartlar bizim kendimizi bulduğumuz şartlar bu.
Ve hatta, Zaman ayrı olsada, mekan farklılığının insanlara sunduğu çok şey var, Avrupa da yaşayan bir müslümanın karşılaştığı durumları, Urfa da yaşayan bir insanın durumuyla aynı görmek doğru değil.
Daha çok uzak olmayan bir zaman diliminde, Urfalı bir arkadaşım, kardeşine ailesinin Kureyş kabilesinden bir kız aradığını söylemiş ve eklemişti onlar asil oluyor deyince tebessüm etmiştim, nasıl yani, böyle bir kabile adıyla anılan insanlar varmı demiştim, elbette var, ve bunlar onurluca taşıyor isimlerini demişti. Dikkat ederseniz tebessüm ettim, zira o arkadaşımın abisi de, birkaç kez yüz yüze görüştüğü kişiyle hemen evlenmişti. Kısaca hocam, hala Kureyş kabilesinin yaşatıldığı o ilk zaman kültürü var, onun oluşturduğu sosyal ilişkiler ağı, gereklilikleri var. Burada doğruyu yahut yanlışı tartışmak değil maksadım, insanın içinde bulunduğu durumu betimlemek maksadım.
Bizler batı da yaşıyoruz, artık yetişen gençlerimiz farklı kültürden ve dinden insanlarla evlenmeye başladılar, karşılaştığımız ilişkiler, Urfadaki bir aileninkiyle aynı değil. Negatif Entropi kanunu, bilimin de gelişmesiyle birlikte, Müslümanı bambaşka bir çevreyle muhatap ediyor. Bu nedenle bu gerçeklerin farkına vararak bir rehber olmak, işte bu vizyonda ilahiyatçılara ihtiyaç var, yukardaki kastımın biraz açılımı bu.
Fetret devri deyip geçilemez de artık bu devir, bu yeni normalimiz, bitmeyeceği ve yepyeni ilişkiler ağıyla karşımıza çıkacağı ortada, bu yeni normal içinde Kuran ve Sünneti nasıl yaşayabiliriz, nasıl elmas hakikatin silik olmadığını, köhne olmadığını, işte mucize bu öyle bir mucize ki, bu en kompleks ilişkiler çağında bile, mutlu bir toplum, huzurlu bir toplumun anahtarı buradadır diye bilmeliyiz.
Yazınızdaki konular elbette yüz yüze konuşulacak düzeyde değerli konular, mekan ve şartların bizi ittiği bu ortam pek çok cepheden yeterli değil. Ancak, ana bağlamım şu, mesele o kadar basit değil.
Bugün ilahiyat dünyasının bilgi birikimi ve bakış açısı ile dünyanın gittiği nokta ve sunacağı ilişkiler ağını anlamaya yetmeye bilir, yahut yanlış yorumlamaya yetebilir.
Geçen gün baktım, vergi vermemek haram mıdır diye bir yazıdan yola çıkarak merak ettim, birkaç kişiye baktım ve çok şaşırdım. Şuna şaşırdım, çünkü açıklamayı yapanların konunun özüne ilişkin noktaları bilmiyor olmaları gerekirdi, yoksa neden açıklamalarında yer vermesinler ki?
Kaynak olarakta linkini atayım hatta;
https://sorularlaislamiyet.com/vergi-kacirmak-gunah-mi-kul-hakki-olur-mu
Bu sağlıklı bir açıklama üstelik, ama açıklama da içine katmadıkları husus, bilgi eksikliği.
Nedir o eksiklik:
Öncelikle vergiler türlü türlü, evini, arabanı satarken zaten mecburen verirsin, ondan kaçış yok, eğer aralarında anlaşıp miktarı düşük gösterirse taraflar işin ayrı noktası ama, genel olarak vergi kaçıran kişi kavramı bu durumu kapsamaz.
servet ve gelir üzerinden verilen vergiler de bu kapsamda.
Nitekim, büyüklük olarak hem de bu olguya girme ynüyle de esası teşkil eden vergi, DOLAYLI VERGİ.
Toplanan verginin yüzde 70 i dolaylı vergi.
Nedir dolaylı vergi? Sen 1 liraya sakız alırsan, onun içindeki yüzde 20 lik vergisini baştan ödersin.
Yani, biz öderken bedelini vergisini adama veririz,o adam vergi mükellefi değildir, Vergi sorumlusudur.
Yani, kardeşim sen Sorumlu sıfatıyla benim adıma bu parayı devlete vermeye yükümlüsün.
Marketten, bakkaldan, manavdan, mağazatan aldığımızda vergimizi biz veriyoruz kısaca, vergi verilmiş oluyor. O vergiyi satıcı vermiyor.
Satıcılar, fiş vermezse, fatura vermezse, işte bizden stopaj, kaynaktan kesme yoluyla baştan aldığı parayı, kayda geçirmiyor, dolayısıyla,
ilk durum, emin sıfatıyla zilyedliğe halel getiriyor. Yani, devlete karşı değil, toplumun diğer kısımlarından daha nce, doğrudan o malı alanın hakkına girmiş oluyor.
Benim verdiğim, satın aldığım malın içine koyduğum parayı, ilgili yere nakletmiyor.
Satıcı vergi veren değil burada, seçeneği yok zaten, kayda geçse vermesi gerek, ama faturasını vermeyerek, devlete gitmesi için kendisine emanet edilen parayı hibesine alıyor, veren adamın hakkına giriyor.
Bu yukarıdaki açıklamalar yanlış değil dedim, ama meselenin bu bahsettiğim yönünü es geçmiş pek çok açıklama. Ve kanaatim şu ki, bu ayrıntıya vakıf olmama durumu bu. Ve bir ayrıntıya vakıf olmama durumu, bir olayı eksik yorumlamamıza neden oluyor.
Eğer iki taraf karşılıklı anlaşır, fiş fatura vermeden anlaşırlarsa da, kdv siz bir bedeli aralarında, o zaman evet diğer vergi verenlere karşı ikisi birlikte yeni bir sorumluluk oluşturmuş olurlar. İlahiyat mantığıyla bu konu bu çerçevede irdelenmemiş, sebebi bilinmemesi olarak grüyorum.
Bu nedenle sevgili hocam, teşekkür ederim yeniden bu konuları açtığınız için.
Okuyucusundan Yazara Mektuplar (3):
Değerli Hocam ve benimle birlikte bu yorumların müdavimleri,
Soyut konuşmak yerine bu sefer, bir iddiayı somut bir şekilde ifade etmek istiyorum. Bunu da cesurca yapma niyetindeyim.
İddiam şu, insan Ahlakı ile doğruyu bulabilir miyiz? Ben bunun her zaman mümkün olmadığını idda ediyorum. Tezimi aşağıda soracağım soru ve ona vereceğiniz cevaplar üzerinden kanıtlamak istiyorum. Sorum hayatın içinden olağan bir soru.
Önce tanımlamaları vereyim.
AHLAK: insanın doğuştan getirdiği ya da sonradan kazandığı birtakım tutum ve davranışların tümü.
GÜZEL AHLAK: Kişilerin benimsediği, iyi, güzel,hoş davranış biçimleri ve huylara güzel ahlak denir. … Dinimizde güzel ahlaka önem vermekte iyi huylar edinmemizi, kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir.
Ahlak-fıkıh-hukuk, kavramları üzerinden, sevgili Hocamız, ahlaka uygunluğuna da bakın deyince, ben ahlakın bana göre, sana göre ve ona göre de olduğunu, ve hatta işi ahlaka bırakırsak ahlakın hukukta çatışacağını iddia ediyorum.
BUYURUNUZ SORUM ŞU:
A bisikletini arkadaşı B ye ödünç verir. B de gider bunu C ye satar. A, C nin bisikletini sürdüğünü görünce onun kendi bisikleti olduğunu vermesini talep eder. C ise bunu B den satın aldığını o bisikleti vermeyeceğini söyler.
Sorum şu: Yukarıdaki örnekte, A, C den bisikletini alabilir mi?
Bu soruya hukuk eğitimi almamış insanların cevap vermesini istiyorum. Bu soruya vicdanınızla, ahlakınızla, sağduyunuzla ya da artık nasıl tanımlarsanız, bu soruyu siz kendiniz olarak düşünün, nasıl davranmanız gerekir.
Bu soruya verilen cevapları önce görmek istiyorum, sonra tezimi kanıtlayacağım, cevabımı vereceğim.
Ahlak sanirim sunu gerektirir: Birinden bi sey aldigimda onun ona ait olup olmadigini bilmek. Bugün bu teknoloji aslinda reklam dünyasinda var. Bi ürünü Trusted Shop kalitesiyle aldiginiz zaman belli kriterler acisindan iciniz rahat olur. Insani satin alma süreclerinde bizi bu tarz bir muamelata kanalize eden ahlaki yapi ya da yapilar olsa iyi olabilirdi. Yine din de, bu gibi ahlaki yapilarin devlet tarafindan temellerinin atilmasi icin etkin bir rol oynayabilirdi. Bunlar zor seyler de degil artik, bugün bi siteye girince bile cereze bastigimizda bi anlasma yapmis oluyoruz.
Güzel ahlak sanirim sunu gerektirir: Böyle bir ahlaki yapi yoksa, din bu konuda etkin degilse ve B ölmüsse, o zaman bütün bu sürecleri benim üstlenmem gerekirdi. Bir sekilde o bisikleti alirken bunun arastirmasini yapmamissam veya kandirilmissam bisikleti A´ya vermeliyim. O, bu bisikletin sahibi oldugunu kanitlayabilir, ama ben büyük ihtimal kanitlayamam.
B ölmemisse, güzel ahlak acisindan bisiklet yine A´nindir. Meseleyi B ile cözebilirsem ne ala.
B kacmissa ve A bisikletin sahibi oldugunu kanitlayamazsa, benim de elim güclü ise, bu A´nin sahsiyetine, bu bisiklete ne kadar ihtiyaci olduguna bakar. A´nin A olma ihtimali benim veya hukukun takdirine göre sifirsa, bisikleti vermemeliyim. Sonucta malina her elini uzatana kaptirmak da bir ahlak olmamali.
Reis geri adım atmana gerek yoktu…keşke biraz dik dursaydın.
Ben meselenin başka bir yönünü söyleyeyim sana.
Genel olarak;
Dinsizler,
agnostikler,
akpliler,
milli görüşçüler,
Süleymancılar vs…
akla gelebilecek her grup;
Bankadan kredi -faizli- çekiyor,
Yalan söylüyor,
Vergi kaçırıyor,
Gıybet ediyor,
Çalışanın hakkını vermiyor,
haksızlık yaptırları oluyor,
Fiş keserken sahtekarlık yapıyor,
Ve aynı zamanda işsizlik maaşı alırken diğer yandan da çalışıp fazladan para kaçırıyor ve bunu bildirmiyor..
Şimdi soruyorum reis,
Hizmet olarak bu saydığım gruplara gidip ne diyeceğiz?
Gelin islama girin mi diyeceğiz?
Sizinle diyalog kuralım güzel şeyler yaparız’ mı diyeceğiz?
Biz diğerlerinden farklıyız, hak yoldayız mı diyeceğiz?
Yahu bu nasıl bir deliliktir.
Bu gruplarla aynı ameli işle, onlardan hiç bir farkın olmasın…
Ve kalk de ki, bizim gittiğimiz yol hak..
Çok şey diyesim geliyor ahmet reis ama kusura bakma, sen bile geri adım atarsan vay avamın haline…
Aralarda serpiştirdiğiniz fıkıh ilmine ait küçük bilgiler öğretici oluyor. Dinamik ve basit dille yazdığınız için de zorlanmadan okuyorum. İlahiyatçı değil. Bu dönemde uzunca okuyabileceğim fazla fıkıhçı yoktur. Allah sizden razı olsun. Okur yorumları için ayrıca yazı yazmanız da çok samimi geliyor. Tebrik ediyorum. Selam olsun. Allah dünyevi zorluklarınıza da kolaylık versin.
SA. Kıymetli Hocam.
Yazınıza genel anlamda katılsamda Hukuk ve Ahlak kavramlarını ayırmak zorunda olduğumuza inanıyorum. Mesela bir hadisle örnek vereyim. “Boşanmak Allah’ın sevmediği bir helal.” olduğunu biliyoruz. Boşanmak hukuki olabilir. Haktır ve Allah’ın ahlakıyla ahlaklananlar için hoş bir durum değildir. Çok uzatmak istemiyorum.
Vergi meselesini Kuranda buyrulan akitlerinizi yerine getirin sözüyle açıklasak daha uyumlu olur d,ye düşünüyorum Ama diğer taraftanda Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim ifadesini asla bir kenara koymuyorum.
Sonuç olarak hukuk ve ahlak her zaman aynı çizgide olmayabilir.