YORUM | YAVUZ ALTUN
Türkiye’de vizyona giren, ekranlarda görülen film veya dizilerdeki mafya tiplemelerini hayretle izliyorum çoğu zaman. Genelde bunlar “iyi” resmediliyor. Kötülükleri kolayca affediliyor, kendilerine has bir bilgelik ve yiğitlik atfediliyor. Hikâyenin sonunda genelde seyircinin gözüne giren, “kazanan” tarafta oluyorlar. İçine düştükleri şiddet sarmalında bazen sevdiklerini kaybettikleri de olmuyor değil ancak tek “problem” buymuş gibi davranılıyor. Verdikleri zarar, işledikleri zulümle aralarında bir boşluk olması gerekmezmiş gibi çiziliyor bu tipler. Vicdan muhasebesi yaptıklarını, yöntemlerini sorguladıklarını hiç görmüyoruz.
Deli Yürek, Kurtlar Vadisi ve şimdilerde Çukur gibi dizilerde “mafya” olgusu, raconu olan, kendi meşruiyetini doğurmuş, kötülükle arasındaki mesafeyi hiç düşünmemiş, yasayla ve toplumla ilişkisi üzerinden ele alınmamış bir doğal entite sanki. Bir cesaret ve incelik abidesi. Tumturaklı laflar ediyor, birer bilge gibi öğütler veriyor. Çoğu yerde göremediğimiz fedakârlığı, diğerkâmlığı hatta hayırseverliği onda görüyoruz.
Oysa Amerikan, Avrupa ya da Asya sinemasında da bolca örneği olan mafya karakteri aslında bir çeşit anti-kahramandır. Evet, suça bulaşmanın kendince gerekçeleri vardır fakat burasının “illegal” ya da “gayrimeşru” bir zemin olduğunun farkındadır. Hikâye boyunca, bu durum seyirciye defaatle hatırlatılır. Mafya olgusunun sistemin arka sokaklarında, o sistemin yarattığı boşluklar sebebiyle var olduğunu biliriz. Karizması vardır ama bencil ve karanlıktır. Özenilecek bir tip değildir. Kaypaktır. Tutarsızdır ve bundan çıkar sağlar.
Peki bizde neden böyle?
Türk devleti mafya unsurlarını hem 1970’lerdeki sağ-sol çatışmalarında, hem de 1980’lerdeki ASALA ve 1990’lardaki PKK mücadelesinde ziyadesiyle kullandı. “Dinsizin hakkından imansız gelir” fehvasınca, bir çeşit ‘düzensiz şiddete karşı düzensiz şiddet’ uygulamasıydı bu. Hukukun içinde kalarak terörle mücadele edemeyeceğine iman etmiş, asgari de olsa bir savaş hukuku bile kuramamış bir devletin kendince “sorun giderme” yöntemiydi.
Dikkat edin ne PKK ne de ASALA’yla ilgili anlatıda faillere bir “rasyonel gerekçe” verilmez. Çünkü bunu verirse, onların “meşru” olarak algılanacağı hissedilir alttan alta. Zaten ‘PKK sebep değil, sonuçtur’ dendiğinde de bunu anlamak istemez. Ancak ekranda “milli düşmanlar” dışında hırsıza, uğursuza, mafyaya, her türlü kötülüğe hem de alabildiğine cömert bir biçimde yer vardır. Komedi filmlerindeki mafya, çete, organize suç lideri, hırsız tiplemelerini düşünün. Adam akıllı sistem eleştirisi yapmak yerine, basitçe “hakkını koparıp alan” kurnaz, akıllı ve cesur kimselerdir bunlar. Bir yozlaşmanın, ahlakî tefessühün kahramanı olduklarını hissetmezsiniz. Bilakis, neşeli, gözü açık, ağzı laf yapan tiplerdir. Bir suçlu varsa, o da toplumun geri kalanının ‘saflığı’dır. Mafya, bu saflıktan, avellikten faydalanır.
Yıllar evvel Alev Alatlı, Kurtlar Vadisi’ndeki Polat Alemdar karakterini “yiğitlik” övgüsüne boğarken çok şaşırmıştım. Çünkü iptidai ölçüde yalın ve meşruiyet zemini sallantıda bir “gücü” övüyordu açıkça. Karşısına koyduğu Amerikan Deniz Piyadeleri’nin bir şekilde “yasayla” bağlı olduğunu fakat Polat Alemdar’ın her türlü yasadan azade, tamamen “haydut” (rogue) düzeninde işlediğini hiç gündeme bile getirmemişti. “Dünya kötü bir yer ve güçlü (hatta silahlı) olmak zorundayız” gibi çiğ bir yerden bakıyordu duruma.
Aslında Alatlı kendi söylemini de aşan kültürel bir fenomene işaret etmişti farkında olmadan. Yukarıdaki manzarayı da açıklayan hakikat şudur: Türkiye’de meşruiyet, fiili durum üzerinden kurulur. Bu da haklının güçlü olduğu değil güçlünün haklı olduğu bir sistemi netice verir. Bu sistemde eylem önce, ahlak sonra gelir ve eylemin dayatmasına karşı çıkamadığı için bu ahlak hep pragmatiktir, eninde sonunda güçle uzlaşır.
Bu yüzden Türkiye’de devletin her türlü temel insan hakkını, hatta Anayasa’yı da askıya alarak zulmettiği kesimlere, “Siz de şunu şunu yapmasaydınız” demek meşru bir çağrıymış gibi görülür. Çünkü devlet fiili durumu kurmuş, çizgiyi çekmiş ve hukuka da (yasa), meşruiyete de (politika), ahlaka da (toplum) bu çizgi ötesinden bakmaktadır. Bu yüzden 15 Temmuz’dan hemen sonra Yenikapı’ya gitmek gerekir. Bu yüzden iktidarın ülkenin başına açtığı dış politika belalarını her şeye rağmen savunmak gerekir. Bu yüzden “terörist” ile saf tutmaktansa, devletin sırtını sıvazladığı Alaattin Çakıcı gibi mafya liderleriyle poz vermek evladır.
Fiili durumun en kolay işletileceği rejim bir oldu-bitti rejimi, süreklilik arz eden bir kriz ortamı olduğu için de, “beka” meselesi ezelî ve ebedî bir kimlik meselesine dönüşür. “Birileri” sürekli ortalığı karıştırmak, kimliğimizi ifsat etmek, namusumuzu kirletmek için pusudadır ve bu karanlık pusulardan yasa içinde korunamazsınız, yasadan hâli Polat Alemdar’lara ihtiyaç vardır.
Bakınız ABD’de Başkan Donald Trump da bir fiili durum oluşturup, seçimlerde hile olduğunu söyleyip akabinde arkasına aldığını vehmettiği popüler destekle hukuku da buna uydurmaya kalktı fakat en güvendiği yerden, üç tane hâkim atadığı Yüksek Mahkeme’den tokat yedi. Türkiye’de ise Mart 2019’daki İstanbul seçimlerinde “Hiçbir şey olmadıysa bile bir şeyler oldu” gibi kof bir retorikle, fiili durum oluşturuldu, hukuk o “iradenin” peşinden koştu ve seçim tekrarı yapıldı. Halbuki tam da böyle zamanlar için, güç sahibinin gücünü meşru çerçevenin dışına taşırmaması için hukuk var olmalıydı. Halk bu kez daha güçlü destekle muhalif adayı seçince, iktidar bu “fiili durumu” kabullendi çünkü meşruiyetinin sınırının burası olduğunun o da farkındaydı.
İyi yazılmış bir mafya hikâyesinde, vicdanı temsil eden bir karakter olur. Seyirci ne zaman mafya tiplemesine sempati besleyecek olsa, bu vicdanın sesini duyarız ve kötülüğü hatırlarız. Baba (The Godfather) serisinde bu ‘vazife’, Michael Corleone’nin karısı Kay’in üstündedir mesela. Michael’ı tüketen kötücüllüğü yüzüne vurur. Yakın zamanda Netflix’te yayınlanan İrlandalı (The Irishman) filminde hatırlarsanız bu rolü, başroldeki mafya tiplemesi Frank Sheeran’ın kızı üstlenir. Babasıyla konuşmayı reddeder, onu hayatından çıkarır. Hak ettiğinin bu olduğunu gösterir.
Çünkü hikâyenin o tarafını anlatmazsanız, gayrimeşru fiillerin faili gözümüzde kolaylıkla bir kahramana dönüşür, ona sempati duymaya, gücünden ve karizmasından etkilenmeye başlarız. Ahlakı önce kurmazsak, bu güç bizi aldatacaktır. Zamanla güce bakıp ahlak adı altında bahaneler üretmeye başlanır. O kötücüllük reddedilemeyecek bir noktaya varır. Onsuz bir dünya hayal edilemeyince, ideal dünyada bile onunla uzlaşılan bir “realite” ortaya çıkar ve farazî durumda bile pirüpak bir norm inşa etmek artık mümkün değildir.
Oysa Türkiye’deki mafya film ya da dizilerinde, bu etik sorgulamaya neredeyse hiç girilmez. Tipleme yaptığı işin gayrimeşru olduğunu bilse dâhi hep bir pişkinlikle kendini aklamayı başarır. Çerez yer gibi insan ölür, bu ölümlerle ilgili ne doğru düzgün yas tutulur, ne muhasebe yapılır, ne de bu kayıplar geride kalanlarda ufacık bir etki bırakır.
Sağlıklı, etik bir toplumsal norm üretemediğimiz her gün, günlük hayatın gücü ve imkânını elinde tutan icracıları, yeni fiili durumlarla karşımıza dikilecekler. Normalleşen şiddet katmerlenecek. Kötülüğe meyledenler, etraflarına bakıp yeniden ahlaklı ve faziletli olmaları gerektiğine dair vicdanî bir muhasebeye giremeyecek. Yani iyileşemeyecek. Onlara ayna tutacak bir vicdan bulamayacağız. Sürekli “ama sen de…” denilerek sorgudan kaçılacak. Kötüler, sıradan insanları suçlayarak varlığını meşrulaştıracak.
Günlük gerçeklik ideal durum değildir hiçbir zaman fakat bu ideal durumu, fiili durumun öncesinde var olan bir “iyi, doğru, güzel” tahayyülünü kültürel ortamda kurmak mümkün. Gelgelelim bugüne kadar bir kötülükle hesaplaşma imkânı olan mafya tiplemesinin yer aldığı hikâyelerde bunu becerememişiz bana kalırsa. Meşruiyet ve ahlak kaygılarını anti-kahraman üzerinden anlatmak iyi bir fikir fakat reyting kaygılı popüler TV’lerde tam tersi bir süreç işletiliyor. Belki de bu kültürel kodların izini sürmek, buradaki problemleri ortaya çıkarmak gerekir.
Ancak o zaman Türk toplumunun şiddetle, illegal yapılarla, siyasetteki ahlaksızlık ve yozlaşmayla, devletteki gayrimeşru uygulamalarla samimi ve hakiki bir mücadelesini görmek de mümkün olacaktır.
Bunlar; “insanı yaşat ki, devlet yaşasın” Eşrefi mahluk geleneğinden değil. “insanı öldür ki, zalim ve zulmü yaşasın.” Esfeli safilin geleneğinden geliyor. Normal.