“Küba’da ve dünya etrafında hem hayranları hem de sıkı karşıtları vardı. Bazıları onu insan haklarını ve özgürlükleri kısıtlayan acımasız bir despot olarak gördü; başka birçokları, kalabalıkların ilk gece yaptığı gibi, onu yıllarca bir devrimci kahraman olarak yüceltti.”
Bu cümleler, Küba’nın tarihî lideri Fidel Castro’nun ardından The New York Times’ta yayınlanan geniş biyografide (obituary) yer alıyor. İnsanlığın onu bir kahraman olarak mı, yoksa modern zamanların bir başka diktatörü olarak mı göreceği hâlâ tartışmalı. Muhtemelen her ikisi de. Yetiştirdiği hayli başarılı doktorları gönderdiği 100’den fazla ülke, ona hâlâ minnet duyuyor. Onun rejiminden kaçarak ABD’ye sığınan yüz binler ise öldüğü gün bayram etti.
Havana’ya giriş
Castro, 1959’da Havana’ya girdiğinde onu pek tanımasa da çılgınca alkışlayan kalabalıklar, 10 Mart 1952’de bir darbeyle başa geçen ve seçimleri iptal eden General Fulgencio Batista’dan kurtulduğuna sevinmişti. Fidel ve arkadaşları, Batista rejimine ilk kez 1953’te saldırmış, ancak başarısız olmuştu. Diktatör Batista, Fidel ve arkadaşlarını sürpriz bir şekilde affetmiş ve Meksika’ya sürmüştü.
Küba dışında örgütlenmeyi sürdüren ve 1956’da Küba’ya dönerek Batista’nın askerleriyle çatışan Fidel Castro, beraberinde kalan 12 arkadaşıyla Maestra Dağları’na çekildi. O günden itibaren gerilla savaşı sürdüren Fidel, 3 yıl içinde ‘devrimi’ başarmıştı.
O günlerde The New York Times’ta yayınlanan Castro röportajı, onu bir ‘özgürlük savaşçısı’ olarak resmediyordu. Batista’nın ülkeden kaçmasıyla, bütün gözler Fidel ve arkadaşlarına çevrilmişti. Nasıl bir Küba olacaktı? Özgür ve demokratik seçimler gelecek miydi? Serbest ticaret yapılacak mıydı? Ekonomik sıkıntılar giderilecek miydi? ABD’yle ilişkisi ne olacaktı?
Beklenmedik komünist
Başbakan olarak göreve başlayan Fidel Castro’nun ilk icraatlarından biri, Batista döneminden kalma bazı yüksek memurları kurşuna dizdirmek oldu. ABD’den bununla ilgili uyarılar gelince, “Batista’nın zulümlerine ses çıkarmadınız, bana bir şey demeye hakkınız yok!” karşılığını verdi Castro. Amerika’dan gelen baskılar artınca, Fidel ve arkadaşları ülkenin yönünü Sovyetler Birliği’ne çevirdi. Fidel, pek çok silah arkadaşını bile şaşırtarak Marksist-Leninist olduğunu açıkladı. Karar merciinde bulunması, onu pragmatist bir lider yapıyordu belki de. Yakın arkadaşı Che Guevera’yla bile anlaşmazlığa düştü.
Toprak reformu ve kamulaştırma yapmaya başlaması karşısında isyan etmek isteyenler oldu ama 1959 ile 1965 yılları arasındaki bu isyanların tamamını bastırdı. Kendisine rakip olabilecek bütün politikacıları çeşitli şekillerde diskalifiye etti. Küba’da başlattığı uygulamalar sonrası 1 milyona yakın orta sınıf Kübalı, ABD’ye göç etti. Muhalifleri hapsettirmeden ‘duramıyordu’.
ABD’nin abartılı Küba politikaları
Amerika’nın Küba’yı kafaya takması ve CIA eliyle Castro’yu defalarca öldürmeye çalışması, ona iç politikada inanılmaz bir güç verdi. Çok iyi bir hatip olan (12 saat konuşma rekoru mevcut) Castro, Amerika’nın başarısız hamlelerini çok iyi kullandı. 1961’de Kübalı muhalif askerleri eğiterek bir işgal denemesi yapan ABD, Castro’yu tamamen Sovyetlerin kucağına itmiş oldu.
Haliyle Küba ekonomisi, her yıl Sovyet Rusya’dan gelen 5 milyar dolarlık yardıma, daha sonraları Venezüela’dan gelen petrol desteğine bağımlı oldu. Amerika ile ticarî bağları tamamen koparak Castro, bununla sürekli övündü. Ülkede teorik anlamda mutlak bir sosyalizm yoktu ancak devletin piyasa üzerinde mutlak hâkimiyeti vardı. Buna “tropikal komünizm” deniyordu.
Anti-emperyalizmin sembolü
Bu arada Fidel Castro, Kübalı gençleri (kendi oğlu da dâhil) Sovyet ülkelerine eğitim için yolladı. Ülkede sağlık ve eğitim alanında ciddi ilerleme kaydetti. Öyle ki, okuma-yazma oranı UNESCO’nun hedeflerinin bile ötesine geçti. Dahası, Afrika’daki komünist örgütlere askerî yardım göndererek ‘uluslararası bir figür’ olmaya yöneldi. 100’ün üzerinde ülkenin bir araya gelerek ‘Bağlantısızlar Hareketi’ oluşturmasında ciddi rol oynadı. Dünyanın her yerinde anti-emperyalist düşüncenin sembolü oldu.
Castro, Latin Amerika toplumlarına özgü ‘lider kültü’nü en iyi temsil eden kişilerden biriydi. Bağımsız bir yargı, özgür bir basın ya da akademi oluşmasını engelledi. Uzunca bir süre interneti ülkeye sokmadı. Komşuların birbirini ihbar etmesini sağlayan bir sistem kurdu. İyi bir propagandacıydı. Sık sık ABD’deki yayın organlarına röportajlar verdi. Ancak vatandaşlarının sık sık Amerika’ya göçmen olarak gitmelerine engel olamadı.
Amerikan Doları’nın zaferi
İnsan Hakları İzleme Örgütü’ne (HRW) göre, Küba hükümeti muhalefet üzerinde her türlü istihbarî gözetleme, dayak atma, sokak ortasında aşağılama ve rastgele gözaltılarla kontrolü sağlıyor. Ancak buna rağmen 2000’li yıllarda görünür bir ‘muhalefet’ oluştu. 2003’te önde gelen insan hakları aktivistleri, gazeteciler ve akademisyenlerden oluşan 75 kişilik bir grubu tutuklattı. İşkence vakaları yaşandı.
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla Küba ekonomisini kurtarabilmek için bazı prensiplerinden taviz vermek zorunda kaldı. Amerikan Doları üzerindeki yasağı kaldırdı ve Küba, turzimden gelen dolarları, ülkenin ikincil para birimi gibi kullanmaya başladı. Ülkedeki pek çok eğitimli kişi, işini gücünü bırakıp dolar kazanabilmek için turizm sektörüne geçti.
Diktatör değil tiran
Nihayet hastalıkları artınca yetkilerini kardeşi Raul Castro’ya devretti. Raul, ordunun başındayken ‘infazcı’ olarak tanınsa da, Küba’nın dışa açılmaya başlamasına öncülük edecekti. 5 yıl önce görevinden ayrılan Fidel Castro’nun mirası, daha şimdiden dökülmeye başladı denebilir.
Fidel’in Küba’dan kaçmayı başararak Amerika’ya sığınan kızı, Amerika’daki bir dergiye verdiği röportajda babasını “diktatör” değil “tiran” olarak tanımlıyor. Zira diktatörlerin geçici bir süreyle ülkelerine musallat olduklarını, babasının ise kalıcı bir baskıcı rejim inşa edebildiğini anlatıyor.
Sosyalizm nostaljisi
ABD hegemonyası ve liberal demokrasinin II. Dünya Savaşı sonrası göreceli zaferi, eleştirel entelektüellerin her zaman bir ‘alternatif arayışı’ içinde olmalarına sebep oldu. Amerika’nın Vietnam gibi açık yürüttüğü savaşlar ve CIA’in dünya genelindeki örtülü operasyonları, anti-Amerikan fikirlere de güç verdi. Küba ve Venezüella gibi örnekler, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra sosyalizm ve komünizm için bir çeşit ‘nostalji’ imkânı sundu.
Haliyle ülkesinde hayli baskıcı bir rejim inşa eden Fidel Castro’nun ölümünden sonra dünyada özellikle sol, sosyalist çevrelerden gelen ‘badem gözlü’ yaklaşımı, ideolojilerle ve kimliklerle ilgili çok önemli bir gerçeği yeniden hatırlamamıza vesile oldu.
Badem gözlü oldu
İnsan, belki de fıtratı gereği, kendi kimliğinden, kendi ideolojisine yakın olana karşı merhametli, karşı kamptakilere ise acımasız oluyor. Başkasında görse amansızca eleştireceği bir davranışı, kendinden olandan gelince ‘bahanelere’ sarıp sarmalıyor. Fidel Castro’nun dünya genelindeki iyi insanî ilişkileri ve ‘diyalektik materyalizmin’ nadide örneklerinden aforizmaları, bunu daha da kolaylaştırıyor. Sartre’la, Marquez’le, Muhammed Ali’yle dost olabiliyor.
Bir diktatörü devirerek Küba’yı özgürlüğüne kavuşturan otuzlarındaki genç devrimciyle, ülkesini dünyaya kapatarak sürekli şahsi gücünü pekiştiren pragmatist, zalim politikacı aynı kişi. Amerika’nın işgalci politikalarına karşı çıkarken ne kadar haklıysa, ülkesinde hiçbir zaman seçim yaptırmayıp muhalifleri sürekli ezerken o kadar haksız.
Politikayı bu ‘post-truth’ (yalanların revaçta olduğu) dönemden çıkarmanın yolu, belki de herkesin en çok da kendi ‘kampına’ çeki düzen vermesidir…