Fetih kavramı üzerine

YORUM | AHMET KURUCAN

Allah selamet versin, şu an maruz kalmış olduğu kanser hastalığının tedavisi ile günlerini geçiren bir arkadaşım vardı. Siyasal mezunu. Bana bir gün “Neden İstanbul’un fethi diyoruz, başkaları da işgali diyor. Sebebi ne olursa olsun, hangi ölçüde haklı ya da haksız gerekçelere dayanırsa dayansın neticede yerinde yurdunda oturan insanların topraklarına saldırılmış ve ele geçirilmiş. Ardından da buna fetih adı veriliyor. Bana bunu izah eder misiniz?” demişti. O an itibariyle tatmin edici bir cevap veremediğimi açıkça itiraf edeyim. Üzerinde hiç düşünmediğim bir konuydu. Ezberletilmiş doğrular arasındaydı benim için İstanbul’un fethi.

Geçenlerde yaptığım bir okuma esnasında gördüğüm bir paragraf bu konu üzerinde yeniden düşünmeme neden oldu. Yukarıdaki anektodu hatırlama ve hatırlatmamın sebebi de o zaten. Gerçekten neden İstanbul’un fethi diyoruz? “İstanbul’un işgali, gaspı, istilası” diyen insanlara kızıyoruz? Daha geriye gidelim, İslam’ın erken dönemler diye adlandırabileceğimiz ilk üç asırda topraklarını genişletme ile son bulan savaşlar dönemine “fetih dönemi” diyoruz? Mekke’nin fethi mesela. Neden Mekke savaşı değil? Mekke’de Bedir ve Uhud gibi savaş olmamış olabilir ama 10 bin kişilik bir ordu ile savaşmaya gidilmiş Mekke’ye.

İki ayrı açıdan bakmaya çalışacağım konuya. İlki din kelimesinin gerek nüzul süreci gerekse ondan sonraki dönemlerde almış ve kazanmış olduğu mana ve muhteva açısından. Kur’an-ı Kerim’de “Din” ve “ed-Din” kelimelerinin geçmiş olduğu ayetlere bütüncül bir nazarla baktığınızda Mekkî ve Medenî ayrımı yapmanız zaruridir. Çünkü Mekkî ayetlerde sözlük anlamı itibariyle borç, ceza, sorumluluk, hüküm, adet, gelenek, itaat, hesap, hakimiyet, saltanat vb. manalara gelen din, daha çok Allah’ın kainata ve tüm varlığa hükümranlığı, kıyamet, hesap ve ceza gününün sahibi anlamlarında kullanılır. Ama Medenî ayetlerde din kelimesi Efendimizin (sas) devlet başkanı  olması ve sosyal, siyasal, ekonomik hayatı düzenleyen kurallar getirmesinin de etkisiyle siyasi içeriği ön plana çıkan bir değişikliğe uğramıştır. Hayatın tabii akışı içinde gelişen cihat, kıtal, cizye, sulh, vergi vb. konuların ele alındığı bu ayetlerde dinin bahsini ettiğimiz anlamı daha da ağırlıklıdır. Kafirlerle ve ehli kitapla olan münasebetleri düzenleyen ayetlere isterseniz bu gözle bakın, karşınıza çıkacak sonuç teolojik olmadan öte verili durumu merkeze koyan reel-politik içerikli düzenlemelerdir.

Bir örnekle izaha çalışayım: “Yeryüzünde fitne ortadan kalkıp din sadece Allah’a ait oluncaya kadar savaşın” ayeti; bu ayetin anlam bütünlüğünü oluşturan öncesi ve sonrası ayetlerdeki sıralaması, başka ayetlerle münasebeti, sebebi nüzulü, bağlamı, Allah’ın maksadı ve hepsinden önemlisi Hz. Peygamber’in (sas) bunu nasıl anlayıp hayata intikal ettirdiği kaale alınmadan metin merkezli (textual) bir okumaya tabii tutulmuş ve verili durumun da katkısıyla bu ayet dünyada yaşayan herkesin Müslümanlaştırılması şeklinde  yorumlanmıştır. Ayet böyle anlaşılınca küfür/şirk yani İslam dinine inanmama savaş sebebi olarak kabul edilmiştir. Tabii bu anlayışın tabii sonucu olarak da yeryüzünde şirki, küfrü ortadan kaldırma için yapılan mücadeleler İslam adına bir fetih olarak değerlendirilmiş ve isimlendirilmiştir. Başka bir ifadeyle erken dönemlerde İslam’ın yayılma süreci içindeki topraklarını genişletme ile son bulan savaşlarına fetih ve o dönemlere fetih dönemlerini denilmesinin altındaki temel nedenlerden birisi işte budur. Yalnız bütün bütün haksızlık etmemek için bir kez daha ilave edelim ki reel-politik durum bu yorumlara haklılık kazandıracak bir mahiyet izlemekteydi.

İkincisi: yukarıda bir cümle ifade ettiğimiz reel-politik durum. O dönemde savaş, ister kabileler isterse devlet arası münasebetlerde bir iletişim biçimidir. Güçlü devletlerin güçsüz devletlere, kuvvetli olanın zayıf olana saldırması, topraklarını genişletmesi ya da karşılıklı anlaşmazlıkların çözümü adına hemen kılıçlara sarılmak, göğüs göğüse mukatele etmek sıradan bir iştir. Bunun yanı sıra ele geçirilen topraklarda galiplerin halkı esir edilmesi, köleleştirilmesi, taşınır ve taşınamaz mallarının ganimet olarak alınması da genel kabul gören bir uygulamadır.

O zamanın hâkim siyaset anlayışına göre vaziyet alan İslam devletleri de ister dini isterse ekonomik ve güvenlik gerekçelerine bağlı olarak bir çok savaşta bulunmuş ve bu savaşlar sonucu nice toprakları ele geçirmişlerdir. Fakat Müslümanların ele geçirdikleri bu topraklar ve üzerinde yaşayan halka karşı muamele tarzları emsali devletlerden farklı olmuştur. Hatta bu farklılık sadece savaş sonrası muamele tarzından değil, savaş öncesinde de savaş esnasında da kendisini göstermiştir.

Söz gelimi insanî ve ahlakî değerlerin öncelendiği bir savaş hukuku tesis etmiştir. Savaşı diplomatik yolların bütünüyle kapanmasından sonra son çare olarak görmüştür. Savaşta muharip olmayan sivil insanları, kadınları, çocukları, yaşlıları, din adamlarını öldürmemiş, işkencenin her çeşidine hayır demiştir. Taşınır taşınmaz malların taksiminde yerli halkın da maslahatlarını esas alan düzenlemelerde bulunmuştur. Zira Kur’an’ın ruhu bunu âmirdir.

Halbuki o dönemlerde gerek Hıristiyanlar gerekse başka din ve inanç grubuna mensup kişiler bu prensipler içinde davranmıyor; alabildiğine vahşice davranarak beşikteki bebeklere kadar hâkim olduğu toprakların halkını kılıçtan geçirmeyi vazgeçilmez ve devredilemez hakları olarak görüyorlardı. Mallarını yağma ediyor, kadınlara tecavüzde bulunuyor, iş gücüne sahip erkekleri köleleştiriyordu.

Savaş sonrası kurulan düzen açısından da bu iki zihniyetin yaptıkları birbirinden çok farklıydı. Müslümanlar hakimiyet kurduğu topraklar üzerinde bir medeniyet inşasına başlıyordu. Her şeyden önce din ve inanç özgürlüğü başta olmak üzere temel insani haklarını halka vermekte katiyen tereddüt etmiyorlardı. Şehirlerin mimari yapısından, çevre temizliğine, açılan okul ve medreselerle ilmi düşüncenin hayata hâkim olmasına kadar insanların hayat standartlarını yükselterek onların insanca ve özgürce yaşamasını sağlayacak değişimleri gerçekleştiriyorlardı. İdari sistemde vergi düzenlemesi, arazi ve mülkiyet planlamaları, ekonomik kalkınma, zengin fakir arasındaki uçurumun kapanması, modern dönemlerdeki isimlendirme ile ifade edecek olursak ‘sosyal devlet’ anlayışının birçok unsurunu söz konusu toplumlarda görmek mümkündü. Sırf bu yüzden zalim yönetimlerden kurtulup Müslüman sancağı altında yaşamayı isteyen ve onun için şehirlerinin Müslümanlar tarafından ele geçirilmesini içten içe arzulayan insanların olduğu söyleminin doğruluk payı olabilir.

Şimdi şu ya da bu gerekçelerle yapılan savaşların öncesinde, savaş esnasında ve sonrasındaki bu davranış farklılıkları, sistem değişiklikleri, barış, adalet, huzur, özgürlüğün sağlanması son tahlilde bu savaşlara işgal, istismar, sömürü, gasp, istila değil fetih denilmesini de beraberinde getiriyordu. Mesela yukarıda verdiğimiz Mekke fethini bu açıdan yeniden değerlendirebilirsiniz. Mekke’nin Müslümanlar tarafından ele geçirilmesinin neticelerine baktığınız zaman gerçekten Mekke fethi dersiniz. 22 yıllık süreçte Müslümanlara kan kusturan müşriklerin affedilmesi, taşınır-taşınmaz mallarına el konulmaması, esir almanın gerçekleşmemesi, bütün bunlar bir yana hepsinin af edilmesi bunun göstergesidir. Hatta Kabe’nin anahtarlarını elinde tutan Osman b. Talha’ya Müslüman olmamasına rağmen anahtarların geriye verilip görevine devam etmesinin istenmesi bile başlı başına bir örnektir. Tarihçi değilim ama İstanbul’un fethi isimlendirilmesinin ardında da bu zihniyetin yattığını düşünüyorum.

İlave olarak, Hudeybiye anlaşması sonrası içine girilen sulh dönemi ve hemen anlaşmanın akabinde nazil olan süreye “Fetih” isminin verilmesi de yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gerçekleri te’yid etmektedir. Dikkat edin, Hudeybiye sulhunda bir savaş yoktur. Aksine onur, izzet, şeref ve haysiyetleri kırılarak Kabe’yi tavaf etmek için çıkan Müslümanların gerisin geriye dönmesi, döndürülmesi, dönmeye mecbur bırakılmaları vardır. Anlaşma şartları zahiri açıdan bakıldığında Müslümanların aleyhinedir. Ama buna rağmen Allah bu münasebetle indirdiği surenin ilk ayetinde “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik” diyerek onur kırıcı gözüken anlaşmayı fetih olarak nitelendirmiştir.

Nitekim Hudeybiye sulhu ile Mekke fethi arası geçen yaklaşık iki yıllık süreçte 6-7 yıllık savaşlarla dolu Medine döneminde kazınılamayan kazanımlar elde edilmiştir. Bu kazanımlar maddi değil insanların gönüllerini ve akıllarını İslam’a, İslam’ın sunmuş olduğu değerlere ve gerçeklere karşı açma şeklinde gerçekleşmiştir.  Dolayısıyla böylesi bir sulh ortamının ihzarı fetih olarak adlandırılmıştır Allah tarafından. Yoksa IŞİD ve emsali örgütlerin anladığı gibi fetih demek başkalarının topraklarını işgal etmek, esirleri öldürmek, insanları zorla müslüman etmek manasını taşımaz.

Bu izahlardan sonra can alıcı soru şu; 15 asırlık İslam tarihi boyunca bütün fetih hareketlerinde sonuç hep böyle mi olmuştur? İnsanlar topraklarını kaybetseler de zulüm, baskı eziyet içinde yaşamaktan kurtulup özgürlüklerini mi kazanmışlardır? Eskiden sahip olduklarını hakların ve nimetlerin çok üstünde  ayrı hak ve nimetlere mi sahip olmuş, hayat standartları yükselmiş, medeniyet seviyeleri arşa mı çıkmıştır?

Bu soruya evet veya hayır diye tek kelimelik cevap ver derseniz cevap bellidir; hayır. Müslümanlar maalesef çerçevede erken dönemlerdeki samimiyet ve safiyetlerini koruyamamışlardır. Menfaat düşüncesi kelimenin tam anlamıyla hem kendileri hem de muhatapları adına sonucu ‘fetih’ olması gereken savaşları, talan-yağma-gasp savaşları haline getirmiştir. Devletler arası münasebetin yaygın formuna onlar da uymuştur. Toprakları genişletme, anlaşmazlıkları kılıçla çözme, mevcutla yetinme ve diplomasiyi kullanmanın önüne geçmiştir. İnsanların hakiki manada özgürlüklerine kavuşmaları beklenirken özgürlüklerini hatta hayatlarını kaybetmişlerdir.

O zaman nerede hata yaptık ve yapıyoruz? İşte bu sorunun cevabı hem bu satırların yazarının kapasitesini hem de bu köşe yazısının hacmini aşar. Ama cevap olarak popüler düzlemde şunu söyleyebilirim; nerede hata yaptık ve yapıyoruz sorusunun cevabını her Müslüman kendi cevaplamalıdır. Zira “yaptık” “biz”i ifade eden bir fiil. “Biz” ise “ben”lerden oluşuyor. Ben, o biz’i oluşturan bir parça olduğuma göre soruyu “Ben nerede hata yaptım?” diye değiştirmeli ve cevaba oradan başlamalıdır. Sahi siz nerede hata yaptınız? Yaptınız da fetihler işgal oldu, yağma oldu, talan oldu ya da yok oldu?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Muhtesem bir konu, degerlendirme, ve sonuc. Tek kelime ile cesurca , vede cok dogru bir hukum , sonuc cikarilmis; Sorun bizde , muslumanlar olarak ne kadar insanligin iyiligine odakliyiz, kendi nefis mucadelemizde bunu ne kadar ortaya koyuyoruz. Biz yanlis olunca diger insanlara yanlisin kaynagi kuran diye dusundurtuyoruz allah muhafaza. Bunun farkina varmaliyiz, bunu bize hatirlattigi icin yazara cok tesekkurler.

  2. Çok Güzel bir yazı ve dikkatimden kaçan ve bir türlü anlamlandıramadığım bir mevzuyu cok güzel anlatmışsınız teşekkür ediyorum.
    Size bir konu hakkında bilgilenmek amaçlı bir sorum olacak eger kayda deger görürseniz cevabınızı köşenize de okuyucularınız ile paylasabilirsiniz. e-mail ile sizinle irtibat kurabilirmiyim. Teşekkür ederim.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin