Farklılıklar arasında birlik: Yeni Zelanda’da Maori topluluğuyla tanışma

YORUM | AHMET KURUCAN

Maori. İlk defa duydum. Avustralyalıların Aborjin, Amerikalıların Kızılderilileri aklınıza gelsin. Yeni Zelanda adasının yerli halkı. Bugün itibariyle nüfusun %17’sini oluşturuyormuş. Köken olarak kaynakların verdiği bilgilere göre Polinezyalı. Polinezyalılar Avustralya, Yeni Zelanda, Tayvan, Samoa, Tahiti, Hawai ve Paskalya Adası gibi geniş bir alana yerleşmişler.

Savaşçı/direnişçi bir kavim. Özgürlüklerine alabildiğine düşkünler. Bu yüzden İngilizler başta olmak üzere sömürgeci kavimlerle hep mücadele içinde olmuşlar. Kendi dilleri var ve bu dil İngilizcenin yanında resmi olarak kullanılıyor. 1840 yılında

Yeni Zelanda’nın kuruluş belgesi olan Te Tiriti o Waitangi

yani Waitangi Antlaşması ile Maori ile İngiliz Kraliyeti arasında bir ortaklık antlaşması ile resmi olarak iki toplumlu bir ülke haline gelmiş Yeni Zelanda. Kültürlerini korumada oldukça hassaslar. Öyle ki Maori kültürüne ait motifler hayatın her yerinde. Hatta Yeni Zelanda’da kurulan şirketlere o kültüre ait bir motifi ister logosunda ister yönetim binalarında kullanmaları konusunda çok ciddi teşvik varmış. Söz konusu motifler hem geleneksel hem de modern dönemleri kapsıyor.

Dini inançları var. Dağlar, taşlar, denizler vb. Hemen her şeyin ruhu olduğuna inanıyorlar. Tesadüfü kabullenmiyorlar. Yüce bir Yaratıcıya inanıyorlar ve inandıkları yaratıcı görebildiğim ve okuduğum kadarıyla İslam’ın Allah inancı ile örtüşen bir çok ortak paydaya sahip. İhtimal bu inanç benzerliği ya da yakınlığından hareketle Maoriler arasında Müslüman olan insanlar da varmış. Ben bunlardan birisi ile tanıştım. İsmi Matthew.

Oradaki arkadaşlarımız bir vesile ile yaşadıkları şehre yakın bir yerde mükim olan Maorilerle tanışmışlar. Önümüzdeki günlerde ortaklaşa 4 günlüğüne yatılı bir program yapacaklar onların aynı zamanda kutsallık atfettikleri mekanlarında. Hem bizi tanıştırmak hem de yatılı program yapacakları mekânı görmek için bir grup arkadaşımız, yanımızda eş ve çocuklarımız ile oraya gittik. Toplam 21 kişiydik. Yarı resmi bir karşılama töreni yaptılar bize. Ama sözünü ettiğim programda tam resmi karşılama yapılacak, geleneksel Maori giysilerini giyecekler. Kendileri söylediler bunu. Kahvaltı ikram ettiler bize. Gerek kahvaltı öncesi yapılan konuşmalar gerekse sonrasında yapılan dualar zihnimde “bir ruhta iki cesed iki cesedde bir ruh” deyimini çağrıştırdı.

Bakın Maori liderinin konuşmasından birkaç cümle: “Bir tek Yaratıcıya inanıyoruz. O’ndan geldik O’na döneceğiz. Hoş geldiniz. Kutsal dağın yamaçlarına hoş geldiniz. Kutsal nehre hoş geldiniz. Aramıza hoş geldiniz. Hikayemizi paylaşacağımız, dostluğumuzu pekiştireceğimiz beraberliğe hoş geldiniz. Annelerimizi, yaşlılarımızı, ölmüşlerimizi saygıyla anıyoruz. Bizim bu kutsal mekânda olmamızı sağlayan dedelerimizi saygıyla anıyoruz. Bu ekinleri bize sunan Yaratıcıyı da saygıyla anıyoruz. Bizi ziyaret ettiğiniz için size teşekkür ediyoruz. Birlikteliğimize de Yaratıcıyı şahit tutuyoruz.” Maori inançları konusunda derinlemesine bir araştırma yapmak lazım. Belki yapılmıştır da ama İslam’ın tevhid akidesine aykırı bir cümleyi ne konuşmalarında ne de dualarında duydum.

Ben de bir dua yaptım orada. Türkçesini paylaşayım isterseniz burada. “Allah’ım! Bugün burada, farklı topraklardan ve kültürlerden gelen insanlar olarak bir araya geldik. Senin sınırsız gökyüzünün altında minnettar kalpler bir arada atıyor. Bize bahşettiğin nimetler için, güneşin sıcaklığı, rüzgârın yumuşak fısıltıları için, hayatlarımızı zenginleştiren çeşitliliğin güzelliği için Sana teşekkür ediyoruz. Birlikteliğin gücünü kabul ediyoruz, tüm farklılıkları aşan birliğinin gücüyle bizi sevgi ve anlayışla birbirine bağlı tek bir topluluk olarak birleştir. Birbirimizi takdir etme yolculuğumuzda bize rehberlik et, eşsiz hikayelerimizden ve bakış açılarımızdan karşılıklı paylaşımlar yapabilmek için bize bilgelik bahşet. Maori kardeşlerimizin yüzlerinde Senin ilahi varlığını görmek için, hayatlarımızı kutsayan dostluk ve kardeşlik armağanlarının farkına varmak için bize yardımcı ol. Kalplerimiz şükranla dolup taşsın ve minnettarlık ve birliktelik ruhuyla ellerimiz başkalarını kucaklamak için açık olsun. Allah hepimizi dünyada ve ahirette korusun. Amin.”

Neden bizi kutsal mekanlarında misafir ediyorlar? Çok basit bir gerekçeleri var ki o basit gerekçe aslında hayatın özü. Birlikte yaşıyoruz, birbirimizi tanımak, birbirimize saygı göstermek ve birbirimizle paylaşmak zorundayız. Bu kadar. Keşke bu kadar basitçe ifade edilen ve hayatın özünü oluşturan bu yaklaşım insanoğlunun hayatına hâkim olsa. Keşke! Baksanıza şu an Filistin ve İsrail topraklarında cereyan savaşa. Her iki taraftan da binlerce sivilin olduğu, milyonlarca insanın göç etmek zorunda kaldığı bir sürece girdi dünya. Öncesinde de Rusya-Ukrayna savaşında görmüştük aynı manzarayı ve hala görüyoruz. Dejavu yaşıyoruz. Hem de insanlık tarihinin başladığı ilk günden beri. Habil ve Kabil’den bu yana. Neyimizi paylaşamıyoruz bilmiyorum ama paylaşamıyoruz işte.

Birkaç cümle de Yeni Zelanda için edeyim. Klişe bir deyim var. “Yeni Zelanda’da 5 milyon insan 60 milyon hayvan yaşar.” Gerçekten de öyle. Yer gök hayvan sanki.  Ülke içinde Auckland’a 4 saat süren mekanlara kara yolculukları yaptık. Her taraf yemyeşil ve bu yemyeşil araziler gözünüz alabildiğince küçük ve büyükbaş hayvanlarla dolu. Ülkenin en önemli gelir kaynaklarından biri hayvancılık. Et, süt ürünleri ihracatı çok yaygın. Müslüman ülkelere ihracatı hatırı sayılır ölçüde. Helal sertifikası veren tek kurum var; FİANZ. Açılımı Federation of Islamic Associations of New Zealand. Bu kurum sanırım devletin de kontrolü ve yönlendirmesi içinde helal kesime ciddi riayet ediyormuş. Hatta ülke genelindeki kesimlerin % 95’inin helal olduğunu söylediler arkadaşlarımız. Tahmin edileceği gibi hem ticari kaygılarla o pazarı kaybetmemek hem de farklı dinlere saygıları icabı yapıyorlar bunu. Mezbahanelerde çalışma saatlerine denk gelen namaz vakitlerinde ezan okunuyor ve Müslüman kasapların namaz kılması için mola veriliyormuş çalışmaya.

Yeni Zelanda için müstakil bir yazı kaleme alsam değer ama yazı çok uzadı. Şununla bitireyim; Orjinal adı Aotearoa. Manası ‘Uzun Beyaz Bulutlar Ülkesi.’ Cennetten önceki son durak denebilecek ölçüde tabii güzelliklerle dolu. Ve tabii ki bu güzelliklere başka bir güzellik katan da “Adaların İncisi Vakfı” etrafında insanlığa hizmet etmek için gece-gündüz kadınıyla erkeğiyle çalışan az sayıdaki arkadaşımız. Sağ olsunlar var olsunlar. ‘Adaların İncisi’ demiş Hocaefendi Yeni Zelanda için. Bu söz dünyanın bir çok yerinde olduğu gibi Yeni Zelenda topraklarına vakıf ismi ve o isim etrafında yıllardır hizmet veren kurumlar olarak düşmüş.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

6 YORUMLAR

  1. Sevgili Ahmet hocam, güzel hatıranızı bizimle paylaştığınız için teşekkürler..

    Ancak ben müslümanların tarih içinde üst üste yaptığı aynı hataları alışkanlığa dönüştürdüğünü düşünüyorum. Bunlardan biri de herkesi bir şekilde kendisine benzetme ön kabulü içinde insanlarla bir ilişki kurmak. Hele fetihlerin bir çoğunu vergi ve güç elde etmek için yapılanlara zaten değinmek bile istemiyorum.
    İnsanlara önce insan oldukları için değer vermek bu çağda bence ilişkide sınır olmalı. Bir adım ötesine geçen tüm davranışlar eski kötü tecrübeleri çağrıştıracak endişesi duyuyorum. Biz müslümanlar olarak bu dini tarihte çoğunlukla temsil edilmesi gerektiği gibi temsil edemedik aksine çoğu kez istismar ettik. Tarih bunun şahidi bu sebeple bu leke ister istemez atalarımızdan bizim üzerimize bırakılmış bir vebal gibi. Bunu kendi üzerimizde derinlemesine hissetmeden atacağımız her adım hem bize yanlış yaptıracak hem de muhataplarımız üzerinde olması gereken temiz etkiye leke bırakacak diye düşünüyorum.
    Mesela Yukardaki Maori liderinin duası ile sizin duanızı karşılaştırdığımda Maori liderinin duasını çok daha sade, ön kabülsüz ve hümanistçe görüyorum. Bence bu pür Allah rızası ve sizin insan olarak ziyaretinizden duydukları neşeye odaklanmış bir dua. Arka planda bir kurgu hiç çağrıştırmıyor. Ama sizinkisi öyle değil. İçinde yer yer onlarla beraber aynı inancı paylaşma gayesiyle hareket ettiğiniz ve gücünüzü birleştirme gayesi güttüğünüz bizim kültürümüzü tanıyan tecrübeli bir kişinin rahatlıkla farkedebileceği kadar açık. Şimdi burada şunu söylemek hakkınız: ama bizim bir gayei hayalimiz var. Onların olmayabilir. İşte ben de burada yorum yapmak istiyorum. Eğer biz bu dini ilk kez Efendimiz sav döneminde ve ondan sonraki raşid halifeler dönemimde kimsenin burnunu kanatmadığımız malına ve kanına göz dikmediğimiz, aksine sürekli mağduriyet yaşadığımız bir dönemde yaşıyor olsaydık veya böyle bir geçmişe sahip olsaydık bunu söylemeye hakkınız vardı. Ama şimdi yok. Çünkü sizi yeni tanıyan insanlar veya ilk kez dinleyen insanlar sizi tarihinizden ayrı düşünerek anlamaya çalışmazlar. Bu sebeple öyle bir davranış modeli geliştirmelisiniz ki ilişki kurduğunuz insanlarla iletişimin hem başında hem ortasında hem de sonunda geçmişinizdeki hatalı tarihinizden çok farklı olduğunuz farkedilmiş olmalı.
    Kaldı ki bizim sade görevimiz gerçekten bu dini orjinaline uygun temsil etmekten ibaret değil midir? Bu temsilin zaten bizatihi kendisi en değerli tebliğ değil midir? Zaten tüm kalpler Allah’ın elinde değil midir? Dilediğini hidayet eder dilediğine etmez. Yeter ki biz insan olalım insanlara sade bir insan olduğumuza inandıralım onlara geçmişimizin karanlıklarını hatırlatacak en küçük bir soru işareti bırakmayalım. Belki bu vesileyle Allah yeniden bir taze soluk insanlığa bahşeder bunun hayaliyle yetinelim…
    Bilmiyorum yanlış mı düşünüyorum sevgili hocam?

  2. Yukaridaki her iki yorum da bence birbirini tamamlayan ve bir hakikatin iki farkli yönünün bir denge içerisinde ele alinmasini gerektiren önemli birer tespit özelliği arzediyor..Burada yazilanl yorumlar bile ufuk açici cinsten..TR724 Yazarlari kadar bence okurlari da farkli ufuklardan orjinal tespitler paylasiyorlar..Hassaten en başta Abdurrahman bey’in tespitleri dikkate alinir ve uygulanmasi gerekir cinsten..Yazar ve yorumculara tekrar tesekkurler..

    • İnanmayı düşünmeye tercih ederek, inanca dair düşünülmüş düşünceler üzerine düşünmek gibi bir zeminden yoksunluktur bizi bu hale getiren..
      Dindar bilinç çoğu zaman analitik düşünmeyi saygısızca bulur. Oysa Ebu Hanife “el-fıkhu fi’ddini afdalu minel fıkhi fi’lahkam veya fi’lilmi (fi’lhadis)” diyerek inanç üzerinde düşünmenin furûâta dair düşünce üretmeden çok daha önemli olduğunu İslam tarihinde ilk kez dile getiren ilk kelamcı ilk düşünce insanıdır. Ebu Hanife imanda eşitlik ilkesini savunan, amel ile imanı birbirinden ayırıp insanlara yaşantılarından dolayı din referanslı ilişilmesene imkan tanımayan, düşünce ve yaşantısından dolayı müslümanın malına çökülmesine, kanına girilmesine ve köleleştirilmesine cevaz veren kapıyı kapatarak cahiliye geleneğine geri dönülmesini engelleyen ilk hürriyetçi aksiyon insanıdır. Bu yüzden bedel ödemiştir. Acı olan şu ki aynı bedel tarihin her döneminde aynı din mensupları tarafından ödenmeye ve ödettirilmeye devam etmiş, tarih tekerrür ettiği halde aynı din mensuplarının tarafları sıfatları aynı olan bu farklı olguların hep orjinal bir ilk olduğu algısıyla hareket etmiş ve maalesef dinin gelmesiyle beklenen bilgelik ve adalet dindar bilinçte hiçbir zaman yeşerip filizlenerek dünyaya örnek olacak temiz bir geleneğe dönüşmemiştir..

  3. Tr724 editör ve yazarlarına ben de özellikle özgürlükçü yaklaşımları ifade ve vicdan özgürlüğü konusundaki saygılı tutumlarından dolayı minnettar olduğumu belirterek teşekkür etmek istiyorum… hepinizi çok seviyorum 🤗

  4. Ben de tr724 editörüne ve yazarlarına düşünce ve ifade özgürlüğüne verdikleri değeri ne pahasına olursa feda etmeyen erdemli tutumlarından dolayı hasseten teşekkür ediyorum..

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin