Ezan düşmanlığından Beytullah müezzinliğine

YORUM | Dr. REŞİT HAYLAMAZ

Henüz Müslüman olmadığı halde fetih sonrasında Huneyn’e giden yaklaşık iki bin Mekkeli vardı. Niyetleri muhtelifti; kimisi Huneyn’in neticesine göre bir karar vereceğini söylüyor, kimisi ganimeti çantada keklik gördüğü için sefere çıkıyor, kimisi de intikam için fırsat kolluyordu. 

Ebû Mahzûre de onlardan birisiydi. 

Hazım problemi yaşıyordu; dışarıdan gelen bir gücün şehirlerini kuşattığını düşünüyor ve eski şen-şakrak günlerinin ellerinden kayıp gittiğini vehmediyordu! 

Ne var ki karşı koyacak gücü de yoktu. Üstelik, karşı koymak isteyenlerin ne hale düştüklerini de çok iyi biliyordu! 

Nefret dolu gözlerle seyretmekten başka çaresi yoktu!

Huneyn bâdiresi söz konusu olduğunda, kendisi gibi gelişmelerden rahatsızlık duyan on arkadaşıyla birlikte o da sefere katıldı; suyun akışına bakacak ve ona göre bir karar vereceklerdi. 

Başlangıçta yaşanan sarsıntıya sevinseler de ordu toparlanmış ve Mekke fethinden sonra Huneyn de bir zaferle sonuçlanmıştı. 

Arada Tâif kuşatması, esirlerin serbest bırakılması ve ganimetin şefkat olup gönüllere işlemesi (müellefe-i kulûb) gibi birçok hâdise yaşandı ve artık vakit, Mekke’ye dönme vaktiydi.

Namaz vakti girmiş ve müezzinlerin pîri Hazreti Bilâl (radıyallahu anh), Ci’râne’de ezan okuyordu. 

Namaza davetin alemi beyanları duyan Ebû Mahzûre ve arkadaşları, Hazreti Bilâl’in sözlerini tekrarlayıp alay etmeye başladılar; duyduklarını yüksek sesle tekrarlıyor ve birbirlerine bakıp istihzâî tavırlarla katıla katıla gülüyorlardı! Onlar arasında sesi en gür çıkan ve biraz da işi organize eden, Ebû Mahzûre idi. 

Ellerin kabzalara gittiği, müsaade için gözlerin Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) kilitlendiği demlerdi; azıcık bir işaret, küçük bir îmâ yeterdi ve on bir gence Ci’râne, o gün  mezar olurdu!

Olmadı. 

Onların bu haline Efendimiz de (sallallahu aleyhi ve sellem) muttali olmuş, sesleri O’nun da (sallallahu aleyhi ve sellem) kulağına gelmişti. 

Ezan biter bitmez Ashâb’ına döndü ve “Bu gençleri bana getirin!” buyurdu.

Koşar adım gitti Ashâb-ı Kirâm hazretleri ve Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) davetini ilettikten sonra Ebû Mahzûre ve arkadaşlarıyla birlikte huzura geldiler. 

Merak ve endişe arasında gidip geliyorlardı; suçüstü olmanın mahcubiyetiyle huzurdalardı! Aralarında pişmanlık duyanlar, ‘Bunca bâdireden sonra buna ne gerek vardı?’ diyerek Ebû Mahzûre’yi dişleyenler de vardı. 

Ama olan olmuştu!

Acaba ne yapacaktı? Üst üste zaferler kazanan bir kumandana karşı yapılan bu hareketin cezası ne olacaktı? Bir bedel ödeyecek, bir hesap vereceklerdi ama bunun mahiyeti ne idi?

Bu arada, Habîb-i Kibriyâ Hazretleri de onları süzüyordu! Bir farkla ki bu süzüşte şefkat hâkimdi; bugüne kadar çamur içinde kalmış ve kömürleşmeye yüz tutmuş gençleri merhametle kucaklayan bir bakıştı bu ve “Az önce aranızda sesini en çok yükselten hanginizdi?” diye sordu.

Şüphesiz, gözlerin yoğunlaştığı isim, Ebû Mahzûre idi. Zaten o da bunu gizlemedi; yaptığını kabullenir bir tavırla kendini belli etti ve bir adım öne attı. 

Finale yaklaşmışlardı!

‘İşte, yaptığımızın bedelini şimdi ödeyeceğiz!’ diye beklerken hiç beklemedikleri ve akıllarının ucundan geçmeyen bir çıkışla karşılaştılar; Şefkat Güneşi (sallallahu aleyhi ve sellem) “Haydi, siz de ezan okuyunuz!” buyurdu! 

Şaşırmışlardı! Az önce alay ettikleri ezanı şimdi onlar okuyacaktı. Talebin gerçek olup olmadığında bir süreliğine tereddüt yaşasalar da ciddi ciddi ezan okumaları isteniyordu! 

Ortam yumuşamaya başlamıştı; ne bir hakaret ne de bir ceza söz konusuydu! Sadece ezan okuyacaklardı!

Okudular; yardımlarına koşan Ashâb’ın sözlerini tekrarlıyor ve az önce alay ettikleri Hazreti Bilâl’in ritmini yakalamaya çalışıyorlardı!  

Bu arada, Ebû Mahzûre’yi yanında tutmuştu, Habîbullah (sallallahu aleyhi ve sellem). Heyecandan kuş kalbi gibi atıp duran yüreğini, nazarlarındaki sıcaklıkla ısıtıp sarmalamış, başını sıvazladıktan sonra da ona, “İşitmiş olduğum ses ne güzeldi; kalk ve namaz için ezan oku!” demişti!

Bu arada ona, tane tane ezanı öğretiyor, insanları namaza çağırırken ne yapacağını talim ediyordu; “Allahu Ekber” ve “Lâ İlâhe İllallâh” derken sesini yükseltmesini, ancak “Eşhedü Enne Muhammeden Resûlullâh” derken hafifçe kısmasını söylüyordu. 

Ezanını bitirince Ebû Mahzûre’yi bir daha yanına çağırdı; mübarek elini alnına koydu ve diğer eliyle de başını okşayıp sırtını sıvazladı!

Bu arada, “Allah sana, hayırla muamele etsin ve seni de mübarek kılsın!” diye dua etmiş ve avucuna da bir miktar gümüş koymuştu.

Böylesi bir şefkate hangi kin ve nefret dayanabilirdi ki? Eskiye ait ne varsa eriyip gitmiş ve Ebû Mahzûre de bambaşka birisi oluvermişti! Gelişi geriye kalmış birçok Mekkeli gibi Kelime-i Tevhid’i söylerken o da kalbi dışarı fırlayacakmış gibi bir heyecan duyuyordu!

Niyet ve nazar değişince eşyanın rengi de değişivermişti! Sesinin güzelliğini tescil eden Fahr-i Âlem’e (sallallahu aleyhi ve sellem) utanarak baktı ve “Yâ Resûlallah!” dedi. “Mekke’de benim müezzinlik yapmamı emretsen!”

Anlamıştı!

Anlayan da anlamıştı!

“Seni Mekke’nin müezzini yapıyorum; Mekkelilerin ezanını sen oku!” buyurdu. Sonra da henüz çiçeği burnundaki genç valiyi kastederek ilave etti:

“Attâb İbn-i Esîd’e git ve ona, ‘Resûlullah bana, Mekkelilerin ezanını okumamı emretti!’ diye söyle!”

Bu nasıl bir mualeceydi ki dünün ezan düşmanını sarıp sarmalamış ve Beytullah’ın müezzi haline getirmişti!

Denilenler sözde kalmadı ve o günden sonra Mekke’nin müezzini Ebû Mahzûre oldu; Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) orada kaldığı günlerde de sonrasında da ezan okumaya devam etti ve bu, vefat edeceği âna kadar tam 51 yıl sürdü.  

Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) tayin ettiği müezzine olan saygı, başta Tâbiîn cemaati olmak üzere arkadan gelen asırlarda da bozulmadı ve Mekke’nin müezzinliğini önce oğulları, ardından da torunları ve nesiller boyu torunlarının torunları yaptı.    

İşin güzel tarafı, Mekke’deki bu gelenek hâlâ devam etmektedir. 

Bu arada, başka bir ayrıntı: Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) okşadığı saçlarını hiç kestirmedi Ebû Mahzûre (radıyallahu anh) ve hicretin 59. yılında, Peygamber eli değmiş bu saçlarıyla Mekke’den yürüdü, Âhiret’e. 

Gelelim hissemize.

Nispeti farklı olsa da herkesin etrafında dili sivri, dişi de keskin birileri vardır; habbeleri kubbe yapar ve kubbelerin altında bile ısıracak bir sebep bulup her hayra orijinal bir kulup takarlar! Fitnenin kuyruk kaldırıp reftâre yürüdüğü yerde sabırları zorlayacak nice el ense ve nice saltoyla karşılaşabilirsiniz. Ancak, tehevvürle üzerine gitmek değil maharet, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi bir teenni ve şefkatle kömürü elmasa, çamuru da altına dönüştürebilmektir hüner!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Black wife of Muhammed yazınca direkt Hazreti Sevda binti Zama RadıyAllahu Anha çıkıyor gugılda. Baktım esmermiş, Afrikalı Siyâhi değil galiba. Kureyş kabilelerinden birinden. Eğer siyahî ise, İslam öncesinde siyahî kişiler de elit tabakada yer alıyordu…
    Bir de birşey diyeceğim; Hamza vahşiye gidiyor hayvan avlıyor ve sonunda bir Vahşi gelip Hamza’yı avlıyor.
    Kabe’deki Al Lat, Mânnah, Yaza’ya yani Afrodit, Kibele, Athena’ya küfretmek bir mümine ne kadar yakışır? Bu mu yani İslam Ahlakı!
    Bir de şunu söyleyim; sonu “t” ile biten tekil bir kelimenin son harfi t yerine “h” yapılırsa o kelime çoğul olur. Al Lat, Allah… اللت، الله.

  2. Bilal’e işkence edenler, küfrettikleri için mi yoksa emrine uymayan bir köleyi itaatsizlik ettiği için mi cezalandırdı! Kâbedekilere tapıyorlar mıydı gerçekten!
    Bugün akp rejimi taptıklarını iddaa ettiklerini ne kadar sevip sayıyorsa, o zamanın müşrikleri de o kadar sevip sayıyordu Kabedekileri. Onlar şirk koştuklarına da münafık.. Kiminin ise kafası karışık, o gün nasıl Kabede bir çok farklı idol vardı aynen bugün de Ayasofya’da Ebubekir Ömer Osman Ali isimleri asılı ve onları idol almış kişilerin de kafası karışık.
    Mesela hilafet babadan oğula geçmez diye muaviyeyi suçluyorlar fakat Ali’den de Hasan’a geçiyor.
    Neyse, konuşuruz yine. Sevgiler

  3. Abdullah bin Caferu Tayyar Zülcenaheyn yazsaydık çok mu uzun gelirdi tabeleya? Abdullah de yeter! Fakat Allahım kölesi değil, Allahım Köpeği! Her köpek Sahibine benzer..
    Hilafet babadan oğula geçmez, amcadan yiğene geçer 😉

    Not: Kûr*ÂN iki kız kardeşle evliliği yasaklasa da Ali, Ümmü Gülsüm’ü nihayet Zeynep’le evli olan Abdullah bin Caferu Tayyar Zülcenaheyn’e nikahladı. Onlar da onun Hazreti Hatîce’yle Hazreti Aişa*sı…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin