YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Son iki yazıda Darwincilerin, evrim teorisiyle ilgili savundukları temel iddiaları desteklemek üzere öne sürdükleri kanıtları ele almaya başlamıştık. Bu yazıda geri kalan kanıtlar üzerinde duracak, bunların evrimi ispat edip edemeyeceklerini değerlendireceğiz.
5: KÖRELMİŞ ORGANLAR
Evrimi savunan bilim adamlarının teorilerini ispat etme adına üzerinde durdukları kanıtlardan biri de canlılardaki körelmiş organlar veya yapılardır. Darwin, Türlerin Kökeni eserinde, insan da dâhil olmak üzere herhangi bir parçası güdük olmayan tek bir hayvan bile gösterilemeyeceğini iddia etmiştir. Onun bazı organları “güdük” olarak isimlendirmesinin sebebi ise bunları, canlı açısından bütünüyle yararsız ya da çok az yararlı görmesidir. Darwin’e göre bu tür organlar ya kullanılmadığından ya da doğal seleksiyona uğradıklarından küçülür ve güdükleşirler. Evrimleşme sonucu bir türde güdükleşen organlar, bir başka türde kullanılmaya devam ediyor olabilir. (s. 20-22)
Darwin’den sonra “körelmiş organ tezi” evrimcilerin, teorilerinin doğruluğunu gösterme adına en çok kullandıkları argümanlardan biri olmuştur. Mesela günümüzün önde gelen evrimcilerinden biri olan Douglas Futuyma, önceleri başka türlerde fonksiyonel olduğu hâlde sonradan güdükleşmiş ve işe yaramaz hâle gelmiş organların sadece evrimsel tarihle açıklanabileceğini ifade eder. (Futuyma, Evolution, s. 22)
Darwin’den sonra bazı evrimciler insan vücudundaki körelmiş organ sayısını 180’e kadar çıkarmış; apandis, kuyruk sokumu kemiği, kıllar, kulak kasları, epifiz bezi, yirmilik dişler, plantaris kası, erkek memesi, ayak serçe parmağı, bademcikler gibi birçok organın işe yaramaz veya olması gerekenin çok altında fonksiyonel olduğunu iddia etmişlerdir. Onlara göre bu organların varlığı insanın maymunsu canlılardan evrimleştiğinin en önemli kanıtlarından biridir. Bize atalarımızdan miras kalmıştır. Onlarda işlev gören bu organlar, geçirdikleri mutasyonlar neticesinde güdükleşmişlerdir.
Mesela ayak serçe parmağı bir zamanlar ağaçların dallarını kavramak için etkinken, maymunların insana evrimleşmesi ve yerde yürümeye başlamasıyla birlikte körelme eğilimine girmiştir. Aynı şekilde kuyruksokumu kemiği de ağaçtan ağaca atlarken sahip olduğumuz kuyruğun, bize miras olarak verilmiş kalıntısından başka bir şey değildir.
Hatta evrimcilere göre üşüdüğümüzde veya çok korktuğumuzda tüylerimizin diken diken olmasının sebebi de atalarımızdan bize miras kalmış davranışlardır. Atalarımız, tüyleri olan normal memelilerdi. Havanın sıcak veya soğuk olmasına göre vücutlarındaki hassas termostatların emirleri doğrultusunda bu tüyler dikilir ya da indirilirdi. Richard Dawkins’e göre bu durum “evrimin gerçekleştiğine dair oldukça ikna edici bir kanıt teşkil eder.” (Dawkins, Yeryüzündeki En Büyük Gösteri, s. 307)
Evrimciler, insandaki körelmiş organların asıl yapılarını sadece hominidlerde ve primatlarda da değil, çok daha eski atalarda ararlar. Mesela insan elinde bulunan kılların dizilim ve konumlanmasını 250 milyon sene önce dünyaya egemen olan sürüngenlerin pullarındaki dağılımla irtibatlandırırlar. (Ali Demirsoy, Evrim, s. 92)
Darwincilere göre körelmiş organlara sahip olan tek canlı insan değildir. Bilakis Darwin’in dediği gibi her hayvanda bu tür işlevsiz organlar vardır. Mesela uçma alışkanlık ve ekipmanlarını kaybeden deve kuşlarının, penguenlerin ve emuların kanatları bunun güzel bir misalidir. Aynı şekilde bit ve pire gibi böcekler de bir zamanlar atalarının sahip oldukları kanatları kaybeden hayvanlar arasındadır. Dawkins’in buradan ulaştığı netice şudur: “Hiçbir makul gözlemci bundan samimiyetle şüphe edemez ki bunun da anlamı, bu durum üzerine kafa yoran birisinin evrim gerçeğinden şüphe etmesinin çok zor (hatta imkânsız) olduğudur.” (Dawkins, Yeryüzündeki En Büyük Gösteri, s. 312)
Bununla birlikte zaman geçtikçe evrimcilerin “körelmiş”, “güdükleşmiş” veya “arta kalan” olarak isimlendirdikleri organ ve yapıların vücut açısından ne kadar önemli fonksiyonlar eda ettikleri ve zannedildiği gibi bunların hiç de lüzumsuz olmadıkları çok daha iyi anlaşılmıştır. Günümüzde apandisin, kuyruk sokumu kemiğinin, tiroid bezinin, bademciklerin veya vücut kıllarının faydasız olduğunu iddia eden tek bir kimse bile kalmamıştır. Zira bunların her birinin çok önemli vazifelere sahip olduğu anlaşılmıştır. İnternette yapılacak küçük bir araştırmayla bunların fayda ve fonksiyonları öğrenilebilir. İşin tuhaf tarafı şu ki hâlâ söz konusu organlar evrimin delili olarak gösterilmeye devam etmektedir.
Bilimin henüz faydasını keşfedemediği organların bünye açısından gereksiz ve işlevsiz olduğu da iddia edilemez. Çünkü yapılan yeni araştırmalarla pekâlâ bunların yararları tespit edilebilir. Daha önce yararsız denilip daha sonra faydalı olduğu tespit edilen organlar vardır.
Evrimcilerin, devekuşları veya penguenler gibi bir kısım hayvanlarla ilgili dile getirdikleri iddialar da ciddi tenkide uğramış, bu hayvanların sahip oldukları kanatların, içinde yaşadıkları koşullara en uygun organlar oldukları ifade edilmiştir. Mesela vakitlerinin önemli bir kısmını sularda geçiren penguenlerin kanatları âdeta birer yüzgeç gibi vazife görürler. Aynı şekilde saatte 70-80 km. hıza ulaşabilen deve kuşları, sahip oldukları kanatları sayesinde dengelerini sağlayabilirler. Evrimcilerin bu hayvanlarla ilgili iddialarının temelinde, “kanatların sadece uçmada kullanılabileceği” şeklinde son derece dar bir bakış açısı vardır.
Diğer kanıtlarda olduğu gibi Darwincilerin körelmiş organ iddialarının temelinde de peşin kabule dayanan bir evrim görüşü vardır. Bu peşin kabulle varlığı inceleyen bilim adamları, karşılaştıkları her varlık ve olguyu bir şekilde evrime yormaya çalışır. Gözlemlenen gerçeklikten hareketle canlıların sahip oldukları organlar hakkında yukarıda geçen iddiaları dile getirmek kolay olsa da mücerret iddiaların ve kurgusal senaryoların ötesine geçerek bunların hiçbirinin bilimsel, mantıklı ve ikna edici açıklamasını yapamazlar.
6: CANLI ORGANİZMALARDAKİ EKSİKLİK VE KUSURLAR
Aslında bu konu bir önceki başlıkla alakalıdır. Evrimciler, varlığın hiçbir seviyesinde mükemmellik bulunmadığını iddia ederler. Ne zaman kemalden, nizamdan, dengeden bahsedilse hemen itiraz ederek kendilerince gördükleri kusur ve eksiklikleri saymaya başlarlar. Çünkü maddeye, sebeplere ve tesadüflere verilen bir oluşumun hâliyle mükemmel olmaması gerekir. Dolayısıyla onlar, uzun zamanlar içerisinde evrimleşen canlı organizmalarda da birçok hata ve eksiklikler olduğunu öne sürerler. Bunun temel sebebi de çevrelerinde gördükleri bir kısım varlıkların evrimcilerin düşündükleri ve arzu ettikleri şekilde olmamasıdır.
Mesela pandaların başparmağı (altıncı parmak) ile zürafaların gırtlak siniri evrimcileri ciddi meşgul etmiştir. Evrimle ilgili kanıtlar sıralanırken sıklıkla bu ikisine de yer verilir. Pandanın parmağı meselesi, Stephen Jay Gould’un The Panda’s Thumb kitabıyla meşhur olmuştur. Ona göre etçiller sınıfından evrimleşen panda, bambu ile beslenmeye başladıktan sonra natürel seleksiyonla bu altıncı parmak oluşmuş fakat oldukça eksik, işlevsiz ve üstünkörü kalmıştır.
Ne var ki gerçekte bir parmak olmayan bu çıkıntının “tam bir parmak olması gerektiği” veya “işlevini yeterince yapamadığı” şeklindeki iddialar bilim adamları tarafından reddedilmiş ve bu çıkıntının panda açısından ne kadar işlevsel olduğu detaylı bir şekilde izah edilmiştir. (W. Demski, J. Wells, The Design of Life, s. 120-123)
Michael Behe’ye göre Gould, “fikirlerini desteklemek için bilimden faydalanmamıştır: pandanın bileğinden çıkan uzantının canlıya ne şekilde yardımcı olduğuna dair hiçbir hesaplama yapmamıştır; kemik şeklinde değişim olmasının hayvanın davranış biçimini nasıl etkileyeceğini düşünmemiştir; ve pandaların pençeleri olmadan önce nasıl beslendiklerinden de söz etmemiştir. Daha doğrusu, bir hikâye uydurmaktan başka bir şey yapmamıştır.” (Behe, Darwin’in Kara Kutusu, s. 227)
Evrimci biyologlara göre zürafaların gırtlak sinirleri de tam bir tasarım hatasıdır. Richard Dawkins’in sözlerine bakalım: “Boynun her iki yanındaki gırtlaksal sinirin kollarından biri, bir tasarımcının tercih edeceği gibi dümdüz bir rota izleyerek, doğrudan gırtlağa gider. Diğer kol ise gırtlağa, inanılmaz derecede dolambaçlı bir yol izleyerek ulaşır. Göğüsten içeri dalıp, ana atardamarların birinin (sağ ve solda farklı bir atardamarın, ama prensip aynı) etrafından dolaşır ve geri dönerek boyna doğru yoluna devam eder. Bir tasarım ürünü olarak düşünüldüğünde, geri dönen gırtlak siniri tam bir rezalettir.” Dawkins’e göre bu problemin sebebini anlamak için yapmamız gereken, atalarımızın balık olduğu dönemlere gidip onların yapılarını incelemektir. (Dawkins, Yeryüzündeki En Büyük Gösteri, s. 322)
Evrimcilerin, kusur ve eksiklik olarak gördükleri organlar, pandanın parmağı ve zürafanın siniri ile sınırlı değildir. Mesela birçok insan için sinüslerin ıstırap kaynağı olmasının sebebi, onların yanlış yere konulmasıdır. Günümüzde birçok insanın mustarip olduğu sırt ağrısının sebebi de insanın geçirdiği ani evrimleşme sonucunda iskeletinin yeterince mükemmel bir yapıya kavuşamamasıdır. Keza birçok insanda problem oluşturan yirmilik dişlerinin çıkması da zikredilen kusurlardan bir diğeridir. Oysaki sırt ağrılarının sebebinin günümüz insanlarının aşırı pasif yaşam şeklinden; yirmilik dişlerin tam çıkamamasının ise yine yanlış beslenme tarzına bağlı olarak çene kemiğinin küçülmesinden kaynaklandığı uzmanlarca dile getirilmektedir.
Prof. Dr. Âdem Tatlı’nın ifadesiyle evrimciler kendilerini âdeta dünyanın ve canlı organizmaların yapısı ve şeklini tanzim etmeye memur edilmiş birer mühendis gibi görerek, kendi akıl ve mantıklarına uygun gelmeyen her düzenlemeyi lüzumsuz veya kusurlu sayarlar. (Tatlı, İnsanlık Tarihi Boyunca Evrim, s. 224) Bir kısım organ ve yapıların henüz işlevlerinin tam olarak keşfedilememiş veya kusur gibi görülen bazı özelliklerin daha başka hikmetleri olabileceğini akıllarından dahi geçirmezler. Bilimin yaratılışla ilgili keşfedebildikleri henüz devede kulak bile olmamasına ve her yeni keşif keşfedilmeyi bekleyen ne kadar çok şey olduğunu göstermesine rağmen, bu konularda kesin yargılarda bulunmaktan çekinmezler.
Aslında canlıların sahip olduğu yapı ve organların güdük kalıp kalmaması veya kusurlu olup olmaması ayrı bir meseledir, bunların evrime delil olması ayrı. Velev ki canlı organizmalarda bir kısım eksik ve işlevsiz yapıların bulunduğunu kabul etsek bile, buradan yola çıkarak söz konusu canlıların başka türlerden evrimleştiğini iddia etmenin hiçbir bilimsel kanıtı yoktur; yanlış kıyasların ve evrimci ön yargıların bilim adamlarını sevk ettiği çıkmaz bir sokaktır.
7: HURDA (FONKSİYONSUZ) GENLER
Evrimciler, DNA’nın protein kodlamada vazife yapmadığı tespit edilen bölümlerini yalancı gen (pseudo genler) veya hurda gen (junk genler) olarak isimlendirir ve bunların da eski atalardan kalma kalıntılar olduğunu iddia ederler. Söz konusu genlerin henüz vazifesini anlayamamış olmayı kabul etmezler. Mesela onlara göre maymunlarla insanların benzer genetik arızalara ve hurda genlere sahip olmaları evrim için en büyük delillerden birini oluşturur.
Ne var ki konu etrafında yapılan birçok çalışmada, evrimcilerin bu iddialarının da aceleyle verilmiş malul bir hüküm olduğu ortaya konulmuştur. Mesela Pennsylvania Eyalet Üniversitesi’nden Wojciech Makalowski tarafından yapılan Not Junk After All (Artık Hurda Değil) isimli araştırmada, kodlama yapmadığı iddia edilen genlerin, daha başka fonksiyonları bulunan çok önemli birimler olduğu ifade edilmiştir. Aynı şekilde, Jonathan Wells, The Myth of Junk DNA (Hurda Gen Efsanesi) isimli çalışmasında, bahsi geçen genlerin tek tek işlevleri üzerinde durmuş, bunların hücre içerisinde nasıl önemli roller üstlendiğini izah etmiştir.
John Lennox da konuyla ilgili şu bilgileri vermiştir: “Artık çok iyi anlaşılıyor ki bu kısım, çöp olmak şöyle dursun, sadece genetik işlemleri düzenlemek, yürütmek ve tekrar programlamakla kalmayıp DNA’nın transpozon denilen oldukça hareketli bölümlerini de oluşturmaktadır. Bu bölümler kendilerinin kopyasını üretebilir ve ardından genomun farklı yerlerine giderler, orada genleri etkisiz hâle getirebilir ve o zamana kadar aktif olmayan genleri harekete geçirirler. Kodlanmayan DNA ayrıca Alec Jeffreys’in 1986’da adli tıp alanında keşfettiği genetik parmak izi yönteminde de kullanılmaktadır.” (Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 188)
Konuyla ilgili araştırmalar derinleştikçe bir kısım evrimciler de bu iddialarından vazgeçmeye başlamışlardır. Mesela Washington Üniversitesi Tıp Fakültesi Genom Bilimi bölümünden evrimci bilim adamı Evan E. Eichler “Hurda DNA tabiri bizim bilgisizliğimizin dışa vurmasından başka bir şey değil” demiştir. (Arif Sarsılmaz, Evrim Tartışması, s. 224)
DNA sarmalı üzerindeki gen denilen bölümlerin işlev ve faydalarını bulmak bilim adamlarının işidir. Fakat burada önemli olan şudur: Sözgelimi DNA’da hiçbir fonksiyonu bulunmayan genler bulunsa bile, bu durum gerçekten evrimin kesin bir ispatı olabilir mi? Evrimi savunan biyologların, hurda genlerin niçin DNA’da bulunduğuna ve nasıl oluştuğuna dair tatminkâr açıklaması var mıdır? Maalesef diğer delillerde olduğu gibi evrimcilerin hurda gen adına söyledikleri de bilimsel bulguların tek taraflı ve çarpıtılmış bir yorumundan ibarettir.
8: DEĞİŞİM GERÇEĞİ
Değişim, diğer kanıtlara nazaran daha genel bir olgu olsa da, birçok bilim adamının evrime ikna olmasında ve evrimi savunmasında önemli bir yeri vardır. Aslında evrim veya evolüsyon kavramlarının delalet ettiği öncelikli mana da değişimdir. Tabiata bakan bir insan her şeyin değiştiğini görür. Bu gerçeği fark eden Herakleitos, “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” demiş ve aynı nehirde iki defa yıkanmanın mümkün olmadığına dikkat çekmiştir.
Kayalar, dağlar, denizler, sular, atmosfer her şey değişse de özellikle canlı organizmalarda müthiş değişim ve dönüşümler yaşanır. Tek bir saniyede insan vücudunda gerçekleşen işlemler gerçekten baş döndürücüdür. Her saniye hücrelerde binlerce, milyonlarca kimyevi reaksiyon meydana gelir; yeni proteinler oluşur, dışarıdan alınan besinler sentezlenir, enerji üretilir, bilgi nakledilir, DNA kopyalanır vs. Yaşayan canlılar yaşlanıp ölürken yerlerine de yenileri gelir. Biyolojik yapılar, her zaman dışarıdan gelen uyarıcılara tepki verir, içinde bulundukları ortam ve şartlara uyum sağlarlar. Zamanla türler içinde varyasyonlar, yepyeni ırklar oluşur, çeşitlilik ve zenginlik ortaya çıkar. Kısacası her canlı her an çok farklı şekillerde değişim geçirir.
Evrimcilerin değişim gerçeğine bakışı şudur: Çok kısa zamanda bile canlı organizmalarda olağanüstü değişim ve dönüşümler yaşanıyorsa, çok uzun zaman dilimleri içerisinde niye yeni türler ortaya çıkmasın! Yani onların evrim iddiaları aslında gözlemledikleri gerçeklik üzerinden çıkarsadıkları bir yorumdur. Yoksa şimdiye kadar bir türün başka bir türe dönüştüğü gözlemlenmiş ve test edilmiş değildir.
Evrimcilerin buradaki en büyük yanılgısı, değişimin sınırlarını görememeleridir. Onlar tür içinde kalması gereken çeşitliliği tür dışına taşımakla hata etmişlerdir. Gerçekten de canlılar iç ve dış faktörlerin etkisiyle nesiller geçtikçe değişmekte, farklılaşmaktadır. Fakat kelamcıların tabiriyle ifade edecek olursak, değişen şey arazlardır, cevherler değil. Köpek ne kadar değişim geçirirse geçirsin köpek olmaya devam edecektir. Ondan ne koyun ne tavşan ne de kedi ortaya çıkmayacaktır. Tavuk tavuk olarak, kuş kuş olarak, sürüngen de sürüngen olarak hayatlarını sürdüreceklerdir.
9: ZAMANIN SİHİRLİ GÜCÜ
Bir türün başka bir türe dönüşmesinin kolay olmadığının, bunun için canlı yapılarda üst üste, çok büyük çaplı sayısız değişimlere ihtiyaç olduğunun evrimciler de farkındadırlar. Bu yüzden ne zaman onlara makro evrimin (türleşmenin) imkânsızlığı hatırlatılacak olsa, hemen zamanın sihirli gücüne sığınır ve bahsettikleri değişimin bizim anladığımız şekilde üç beş nesil içerisinde olamayacağını, bunun ancak milyonlarca ve hatta milyarlarca yıl içinde gerçekleşeceğini iddia ederler. Tabii kimsenin bu kadar uzun zaman diliminde olup biten hâdiseleri gözlemlemesi mümkün olmadığı için de işin içinde sıyrılmış olurlar.
Darwinciler, ilk canlılığın yeryüzünde 3,5 milyar yıl önce başlamış olmasını göz önünde bulundurarak, mutasyonlar ve doğal seçilim vasıtasıyla günümüzdeki canlılığın oluşması için yeterli vaktin bulunduğunu öne sürerler. Aralarındaki muazzam fizyolojik, anatomik ve mikrobiyolojik farklardan ötürü sudan çıkan bir canlının nasıl olup da karada yaşayabileceği veya bir sürüngenin nasıl olup da kuş olup uçabileceği ya da maymunsu canlıların nasıl olup da akıl ve şuur sahibi bir insana dönüşebileceği yönünde itirazlar yükselmeye başladığında hemen söyledikleri şey, bu tür büyük dönüşümlerin çok uzun zaman dilimleri içerisinde gerçekleştiği olur.
Evrimciler, bu tür yaklaşımlarıyla aslında farkında olmadan zamana sihirli bir güç verir ve zamanın bu büyük problemlerin üstesinden gelebileceğini düşünürler. Yani onlara göre oldukça kompleks ve mükemmel doku, organ ve sistemlerin kısa sürede evrimleşmesi mümkün olmasa da, binlerce, milyonlarca nesil boyunca devam edecek çok uzun zaman dilimleri içerisinde imkânsızın muhtemel, muhtemelin de gerçek olması mümkündür.
George Wald konuyla ilgili şöyle der: “Zaman aslında olay örgüsünün kahramanıdır. Başa çıkmak zorunda olduğumuz zaman iki milyar yıl civarındadır. Dolayısıyla bizim insanî tecrübeler açısından imkânsız gördüğümüz şey, bu kadar uzun bir zaman dilimi söz konusu olduğunda anlamını yitirir. Bu kadar zaman verildiğinde, imkânsız mümkün hâle gelir, mümkün muhtemel olur, muhtemel de hemen hemen kesin. İnsana düşen sadece beklemektir: zamanın kendisi mucizeleri gerçekleştirir.” (Wald, “The Origin of Life”, Scientific American, 1954, s. 48)
Dawkins’in şu ifadelerinde de zamana biçtiği mucizevi rolü görmek mümkündür: “Yaşam, yüzyıllar değil milyarlarca yıl önce başlamıştır. Gezegenimizin ölçülmüş yaşı yaklaşık olarak 4,6 milyar yıl veya 46 milyon yüzyıldır. Günümüzdeki tüm memelilerin ortak atasının yeryüzünde yürümesinin üzerinden iki milyon yüzyıl geçmiştir. Yüzyıl bize oldukça uzun gibi görünür. Art arda dizilmiş iki milyon yüzyılı hayal edebiliyor musunuz? Balık atalarımızın sürünerek denizden karaya çıkmalarının üzerinden yaklaşık üç buçuk milyon yüzyıl geçmiştir.” (Dawkins, Yeryüzünün En Büyük Gösterisi, s. 80)
Evrimcilerin sürekli olarak, dünya ve canlı organizmalar üzerinden geçen zamanın uzunluğuna vurguda bulunmalarını, somut ve bilimsel kanıt sunma noktasındaki acziyetlerinin bir neticesi olarak görebiliriz. Gerçekten zaman imkânsızı mümkün, mümkünü muhtemel, muhtemeli de gerçeğe dönüştürebilir mi? İşin tuhaf tarafı, burada ihtimalinden bahsedilen husus, bir paranın üst üste bin defa tura gelmesi gibi tek bir olay da değildir. Söz konusu edilen olay, milyonlarca canlının tek bir evrensel ortak atadan çıkarak bugünkü yapılarını kazanmasıdır. Yani söz konusu edilen şey, rakamlara sığmayacak ölçüde üst üste olasılıkların meydana gelmesidir.
Öte yandan Darwinciler, evrimle açıklanamayacak ölçüde karmaşık, kompleks ve zor biyolojik yapı ve sistemlerle karşılaştıklarında, evrim adına ileri sürdükleri kanıtların yetersizliği ortaya çıktığında veya ilk yaratılış, ruh, şuur, cinsiyetler gibi meseleler sorulduğunda, henüz ortaya çıkarılmamış gelecek bilimsel keşiflerden medet ummaya başlarlar. “Şu anda bilimin bu problemi çözememiş olması, ileride çözemeyeceği anlamına gelmez.” şeklindeki savunma, onların sıkça kullandıkları argümanlardan biridir. Onlar, evrimi zora ve hatta çıkmaza sokan ne tür olaylarla karşılaşırsa karşılaşsınlar, teorilerine “iman etmeyi” bırakmaz ve bu sefer de geleceğin sihirli dünyasına sığınırlar. Ne var ki körü körüne bir kurama inanıp ileride bir gün onun bütün boyutlarıyla ispat edileceğinin hayallerini kurmak bir bilim adamının yol ve metodu olmamalıdır. Ona düşen mevcut olgu ve bulguları incelemek suretiyle bunlardan bilimsel gerçeklere ulaşmaya çalışmaktır.