YORUM | YUSUF ÜNAL
Bilirsiniz, evden ayrılmasıyla başlar âdemoğlunun hikâyesi, yurdunu kaybetmesiyle. Önce ruhlar âlemini, sonra cenneti. Onun bütün derdi ve dünya macerası; yeniden eve dönme, evi bulma çabasından ibarettir. Bütün cürümleri, fenalıkları ve sapkınlıkları da iyilikleri, erdemleri ve istikametleri de evin yolunu bulup bulamamasıyla ilgilidir.
Hz. Mevlâna’nın ney’i bu ayrılıklardan, kamışlıktan koparılmaktan şikâyet edip feryat eder, sılaya vuslat arzusunun ateşiyle yanıp tutuşur, bunu da bilirsiniz. Mesnevi baştanbaşa bunu hikâye eder bizlere.
BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Evden ayrıldık, ana yurdumuzdan uzaklaştık. Tekinsiz vadilere, vahşi bozkırlara, kupkuru çöllere düştük. Yolumuza çıkan engellerin çoğunu aşamadık. Yenile yenile unuttuk evin yolunu, hatta bir evimiz olduğunu. Çakır dikenleri, pıtraklar boy verdi içimizde, derin çatlaklar ve tehlikeli uçurumlar oluştu. Sabır otları düşmez oldu toprağımıza, hüsnüyusuflar açmadı, fesleğenler kokmayı bıraktı. Bahçemiz çorak, bağımız bozuk, yüreğimiz delik deşik, aklımız dolaşık, kalbimiz hasta…
Kendimizi çok sevdik, taparcasına belki de. Yaptıklarımızı fazlaca önemsedik. Dünyanın kulağından tutup onu bizim çevremizde dönmeye dahi zorladık. Heyhaat! Başkalarını hor gördük, onların haklarını çiğnedik, umutlarına kezzap suyu döktük. Kalp kırdık, hayal yıktık, rüya çaldık. Suyu bulandırdık, çimenleri ezdik, çiçekleri yolduk…
Evet; hepimiz oradaydık, hepimiz buradayız ey insanlar! Kimse kendini temize çıkarmasın lütfen.
Hep evden uzaktayken yaptık bunları, evin yolunu kaybettiğimizde. Kendimizi başıboş ve yersiz yurtsuz zannederken. Evimizde olsaydık, ona yerleşseydik tenezzül etmezdik belki bunlara. Ama evsizlik işte, kendini köksüz ve dayanaksız, huzursuz ve güvensiz hissetmek şirazesini bozuyor insanın, kavrayışını zorlaştırıyor…
Vakıa, bunlar olurken de bize evi hatırlatan bir düzine şey oldu. Sık sık eve giden vasıtalar geldi mesela. Kimi zaman bindik onlara. Evin önüne kadar vardığımız da oldu hani, bir süre evin iklimini soluduk, güzel kokular aldık içeriden. Ancak daha o kokular hücrelerimize işlemeden ya o vasıtalar gitti ya biz onlardan indik. Vazgeçtik nefes borumuzu açmaktan, ruhumuza oksijen yüklemekten. Hâsılı yerleşemedik eve, ikamet edemedik orada. İşte böyle dışarılarda evsiz-barksız ve sefil kaldık…
Neyse ki yine talihimiz yaver gidiyor, yine inayet eli uzanıyor! Biz varmasak da ev bir kere daha bize geliyor. Yurdumuz bizi yine içine buyur edecek. Selametin, emniyetin ve saadetin ocağına… Mülayemetin, müsamahanın, bereketin ve semavî coşkunun membaına. Sürgünümüz daha dolmadı ama sıla ayağımıza gönderildi, Ramazan geliyor!
Evet, “zamanın altın dilimi” bir kere daha ufukta belirdi, “kalbin zümrüt tepeleri”ne giden yollar bir kere daha önümüze serildi. Şehre bir yabancı geliyor. Güzel bir hikâyenin başlangıcı olabilir bu geliş, bir dönüş vakti olabilir…
Hemen hepimiz Ramazan deyince evine ve çocukluğuna dönüyor, öyle değil mi? Ramazanın gelişi eve dönme duygusu yaşatıyor. Gurbet içinde sılayı, yaban ellerde vatanı bulduruyor. Namahrem olmadığımız, dışlanmadığımız, horlanmadığımız bir atmosferde yaşadığımızı hissettiriyor. Tüm köşe bucağını, iftarını sahurunu, teravihini mukabelesini, zekâtını sadakasını, camisini cemaatini bildiğimiz bir yerde olma duygusunu tattırıyor. Güçlü bir gece feneri gibi zamanın en kuytu en küçük yerlerini bile aydınlığa boğuyor.
Ramazanın içine yerleşebilir, ferah bir Müslüman kalbiyle onu karşılayabilirsek; içimizin kılçıklarını ve kıymıklarını ayıklayabilir, kırdıklarımızı sarabilir, döktüklerimizi toplayabiliriz. Geniş bir merhamet koridoru açılır önümüzde, her şeyi telafi edebiliriz. Pişman olursak pişmanlığımız kabul edilir, af dilersek affa mazhar oluruz. Halimizi düzeltmek istersek işlerimiz kolaylaştırılır, önümüzde bizi cennete yükseltecek ferah feza yollar açılır.
Ramazanda sadece Rahmet ve Reyyan kapıları açık olur zira, yola çıkan için bütün yollar oraya çıkar. Ramazan günleri, Hacerü’l Esved gibi adeta cennetten gönderilmiştir. Cennetin misal-i musağğarı, küçük bir örneği vardır o günlerde. Bir düşünün hele; şeytanların zincire vurulması, cennet kapılarının ardına kadar açılıp cehennem kapılarının sürgülenmesi, envai çeşit nimetlerin konup kalktığı iftar ve sahur sofralarının bereketlenmesi, sofraların misafirlerle dolup taşması, irfan meclislerinin kurulması, müminlerdeki dayanışma şevki ve bir nevi melekleşmeyle birlikte adeta cennetleşmiyor mu o günler.
Bunun farkına varanlar, bu dünya gurbetine atıldıkları anayurtlarını, ruhlar âlemini ve/veya cenneti hatırlar ve kendilerini eve dönmüş, yurdu bulmuş gibi hissederler. Bunları düşünerek şunu rahatça söyleyebiliriz; dünya insanın gurbeti, Ramazansa sılasıdır…
Dünya bir sürgün yeriydi zaten, peygamberler ve bilgeler söylemişti bunu bize. Biz sürgünde de sürüldük ve gurbet içinde gurbette kaldık. Doğup büyüdüğümüz, ülfet ettiğimiz yerlerden kovulduk, evden atıldık. Her şeyine yabancı olduğumuz diyarları mesken edinmeye mecbur kaldık. Bu ahval içerisinde hislerimi yokladığımda, Ramazan mevsimlerinin bir sılaya dönüştüğü duygusu bürüyor üzerimi.
Ramazan hem vaad ettiği ruhani hazlar hem de bildiğim, sevdiğim ve özlediğim hususiyetleriyle eve dönme duygusu yaşatıyor, gurbetin kasvetini dağıtıp sılanın sevincini ikame ediyor. Bu duyumsamalarımda yalnız olmadığımı biliyorum.
Yahya Kemal, “Kandiller Yanarken” adlı yazısında İstanbul’un işgal günlerindeki bir Ramazanı anlatır misal. İngiliz askerlerinin şehri zapt etmesiyle bir takım Rumlar, İstanbul’u bir Yunan şehri olarak göstermek için her tarafa mavi beyaz bayraklar asıp her yerde gösteriler tertip ederler. Tüm bunlara karşı mücadele edecek gücü olmayan Müslüman ahali yutkunarak olanları sineye çeker. O sene Ramazan geldiğinde Yahya Kemal ve bir yabancı arkadaşı Moda’da otururken karşıda yanan mahyaları ve minarelerin şerefelerindeki kandilleri görürler. Bu manzara karşısında heyecana kapılan ecnebi şöyle der, “Bu şehir Türk’tür ve Türk olmasa insaniyet güzelliğinden bir âlem kaybeder.”
O hatırasından hareketle Yahya Kemal, Ramazan üzerine düşünmeye devam eder yazısında. Hâlâ mütareke yıllarıdır. İşgal altındaki İstanbul’un Müslüman ahalisi öz yurdunda parya muamelesi görüyordur. Başları önlerinde, boyunları bükük, kederli ve mahzundurlar. Evleri tarumar olmuş, vatanları çiğnenmiş, devletleri yıkılmış, yurtları talan edilmiştir.
İşte bu şartlar altında bile meşhur şaire ümit veren bir şey olur, bir kere daha Ramazan ayı ufukta belirir. Bu gelişle onun mükedder gönlü birazcık şâd olur ve yazısını şu cümleyle bitirir: “Her sene gibi bu sene de Ramazana girerken biraz gurbetten çıkacağız.” Gurbetten bu çıkış eve doğrudur, anavatana doğru.
‘Eve dönme’ meselesi insanın en mühim meselesidir. Ev yoksa, insanın en çok ihtiyaç duyduğu itmi’nan yoktur, itimat ve saadet de. Hep kaygı, korku ve tedirginlik. İnsan ancak evinde kendisi olabilir ve kendisi kalabilir. Taklitten ve başkalarının tasallutundan ancak evindeyken tam olarak kurtulabilir.
O halde sevinelim a dostlar; ev bize geliyor, yine geliyor. Yeni bir hikâye başlayacak, gurbetten çıkacak, eve döneceğiz…