BABACANLAR | BEKİR SALİM
Daha on bir yaşında ortaokulda öğrenmeye başladığım Fransızcayı Işıklar Askerî Lisesi’nde haftada kırk saat görmeye başlayınca, hele bir de tanımadığım mektup arkadaşıma Fransızca şiir yazma hevesine kapılıp ilâve kırk saat zaman harcayınca, Victor Hugo’nun “Les Misérables=Sefiller” romanını orijinal nüshasından okuyup, anlayıp, duygulanabilecek bir seviyeye ulaşmıştım. Farkına varmadan, okuduğum ders kitapları, roman ve şiirlerin etkisiyle tam bir Paris âşığı oluvermiştim… Sokak sokak, bina bina tanıyordum hiç gitmediğim bu şehri… Gitmek mi? O hayâllere ve rüyâlara emanetti…
Uzatmayayım… Yıllar sonra bir vesile ile Paris’e seyahat fırsatı doğdu… İlk yurtdışı seyahatim… Ne ölçüde sevindiğimi anlatacak kelime bulamıyorum…
İlk iki gün mutluluktan ayaklarım yerden kesilmişti… Harikalar diyarında, rüyâ âlemindeydim… Üçüncü günden itibaren içimde bir daralma hissetmeye başladım. Daha on iki günüm vardı ama sıkılmaya başlamıştım. Hiç mânâ veremiyordum… Bir yandan gezip tozuyorum, diğer yandan o lezzetleri tadarken sanki biri boğazımı sıkıyordu…
Nihayet bir öğle vakti İstanbul’a döndüm. İlk işim benim için hazırlanmış “tatar böreği”ni yemek üzere Fatih semtinde oturan ablama uğramak oldu. Fatih Camii müezzini Rahmetli Şerif Duman, müminleri uşşak makamıyla öğle namazına çağırıyordu… Elimde valiz apartmanın önünde öylece çömeldim kaldım. Sanki minareden çıkan ses tecessüm ediyor ve bulutları, gökyüzünü yararak arşa doğru yükseliyordu. O nasıl bir sesti! Hâlâ o güzellikte bir ezan dinlemedim dersem, lütfen bana inanın… On beş gün boyunca yurtdışında kalbimi ısıran, gırtlağımı sıkan neydi veya kimdi, bilemiyorum, birden bire yok olup gitmişti… Ciğerlerim alabildiğine hava dolmuş, nefes almaya başlamıştım…
Meğer, sıkıntım ezandan uzak kalmakmış.
***
2010-2011 yıllarında resim çalışmaları yapmak için iki sene Amerika’da kaldım. İki katlı bir evin üst katında ben ve ailem, alt katında ev sahibesi oturuyordu. Ezansız kalmaya tahammül edemediğimden evde bulunduğum vakitlerde, sabah ve yatsı ezanlarını mutlaka yüksek sesle ve makamlı olarak okuyordum. Bir gün ev sahibesi hanımefendi eşime, “Kocan niye ağlıyor?” diye sormuş. Eşim de ağlamadığımı, bunun namaza davet için okunan ezan olduğunu söyleyince, “özellikle sabahları o sesi duymak için uyanıyorum.” demiş.
Farklı inançtan insanların ezana olan iltifatlarına şahitliğim çoktur. Ben, bu bağlamda, ezanın bütün insanların genlerinde bir yerde saklı olduğuna inananlardanım.
O tarihlerde Hocaefendi’nin de birçok defa ziyaretine gitmiştim. Sanırım, uzun zamandır ayrı kaldığı İstanbul ezanlarını özlediğini düşünerek onun özlemini az da olsa gidermek ve belki biraz da, itiraf edeyim, iltifatına mazhar olmak arzusuyla sabah ezanını okumak istediğimi o günkü nöbetçi talebeye söyledim.
(Bu arada, istidrâdî olarak arz edeyim, sevdiğinin iltifatını istemek belki çocuksu bir beklenti ama, hangimiz çocuk değiliz ki!
Hocaefendi’yi ilk ziyaretlerimden biri yirmili yaşların başındaydı; beş altı arkadaş beraber gitmiştik. Ben konuşurken özellikle ağzımı yaya yaya, koyu bir Erzurum şivesiyle konuşmuştum ki, hemşerisi olduğumu anlayıp beni diğer arkadaşlarımdan biraz daha fazla sevsin… Boşuna bir uğraş… O, ayırt etmeden hepimizi çok seviyordu zaten…)
Evet, sabah ezanı okuyacaktım. Ezan mahalline geldim, ama baktım ki heyecandan kalbim yerinden çıkacak; iki oda ötede Hocaefendi var… “Oğlum sen deli misin, nesin! Bu ne cüret!” diye kendi kendime kızdım ve nöbetçi talebeye, “Ağabey ben vazgeçtim ezan okumaktan!” dedim. Hocaefendi’nin talebeleri çoğu itibariyle fevkalâde mülâyim, incitirim endişesiyle konuşurken muhataplarının sesinden daha düşük bir ses tonuyla konuşan, ayak parmaklarının ucuna bakarak yürüyen edep ve zarafet timsali insanlar… Ama, edep ve zarafetine boynum bükük, o gün bana bir “Gakkoş” denk geldi ki, benden daha sert… “Ağabey okuyacağım dediniz, sizi buraya kadar getirdim, şimdi kime okutayım. Okuyun lütfen!” Fırçanın tesiriyle, tutup bir de tiz perdeden başlamadım mı ezana! Allah yardım etti, güzel okudum elhamdülillah… Biraz sonra Hocaefendi namaz kıldırmak için geldi. Zaten çok dar bir koridor… Yanımdan geçerken sandım ki bir şey söyler… Söylemedi… (Hem namaza her çıkışında çok aşırı hassaslaşıyor büyüğümüz… Namaz mevzuunda da bir hatıram var ki, onu başka bir yazıda hatırlatırsanız anlatırım.)
Öğle vakti geldi. Ben, Efendimiz (SAV)’in, yanında birisi başarılarından dolayı bir başkasını övüp takdir ettiğinde “Kardeşinin boynunu kırdın!” buyurmasındaki mânâdan habersiz hâlâ iltifat peşindeyim. Uşşak makamında, (ki âşıklar makamıdır, beni yakar), bir ezan okudum. Gene beklediğim gelmedi…
Son bir çırpınışla ikindi namazında Hicaz makamında bir ezan… Yanımdan geçerken tebessüm etti ve;
“İstanbul ezanları ne kadar güzel değil mi?” dedi.
Bana gene bir şey yok… ☺
Hocamın letâfetine, zarafetine can kurban…
***
Uzun yıllar Fatih semtinde oturdum. Fatih Caminin hemen otuz metre berisinde… Ülkeden ayrılana kadar namazlarımı hep bu camide kıldım. Sabah ezanı okunurken yaz kış demeden evin bütün pencerelerini açar o lâhûtî âleme götüren sesin bir bâd-ı saba hâlinde saçlarımızı okşayarak bizi namaza hazırlamasından tarifsiz bir mutluluk duyardım.
Sabah ezanı genellikle saba makamında okunur. Bazen bestenigâr, bazen nevâ makamında okuyanlar da olur. Allah’ın emri değil, ama, ecdat her şeyi yerli yerince çok bilinçli formüle etmiş…
İnsanların günün belli saatlerinde farklı hissiyata, değişik duygulara sahip olduğu bir vakıa… Sabah vakti dinlediğiniz bir musiki eseri akşam vakti size tatsız gelebilir. Ruh hâliyle alâkalı… Üstat Hazretlerinin 9ncu sözde namazın günün belli saatlerine tahsisindeki esrarı anlattığına benzer bir şekilde, her vakit namazın ezanını da ecdat farklı makamlarda okumuş… Şimdi, sabah ezanını evc makamında (çok canhıraş bir makamdır) okursanız uyuyan bir insanın yorganı kafasına çekmesine bile sebep olabilirsiniz. Saba makamı dingin, rahatlatıcı, huzur bahşeden, nefes aldıran, inşirah veren bir makamdır. Müezzin minareden;
“Allahüekber, Allahüekber…” derken bir sabah yeli gelir pencereden önce saçlarımızı okşar…
Sonra;
“Eşhedüenlailaheillallah…” şehadetiyle gönüllerimizi de okşamaya başlar…
Ama, benim gibi tembeller sağa döner kalkmaz, sola döner kalkmaz… Müezzin ne yapsın minareden bağırıp çağıracak, sert sözler söyleyecek hâli yok ya! Orada ecdat onu da inceden inceye düşünüp çözmüş; saba makamından hüseynî makamına ani bir geçki… Ses yükselir, kızma tonunda, adeta hâlâ uyanmayanların yüzüne soğuk su serper gibi;
“Esselatu hayrun minennevm…”
Bunun manası elbette;
“Namaz uykudan hayırlıdır.” amenna… Ama, müezzin sesini yükselterek;
“Ey hadi kardeşim kalkın daha! Sizinle mi uğraşacağız!” şeklinde üstü örtülü bir mesaj da veriyor olabilir…
Ezan sesi, Kur’an sesi kadar insanı rahatlatan başka ne var ki!
Efendiler Efendisi (SAV) de öyle buyurmamış mı?
“Erihnâ Yâ Bilâl!”