M. NEDİM HAZAR | YORUM
“Şeytandan bahset, boynuzlarının hemen belirdiğini göreceksin!”
Samuel Taylor Coleridge
Böyle bir yazı yazmak aklımda yoktu. Daha doğrusu birazdan bahsedeceğim şeyleri genç meslektaşlarımın şimdi olmasa bile yakın gelecekte yazacağını bildiğim için bu mevzuda bahis açmak bana zaid görünüyordu.
Ne ki, pek çok Cemaat mensubunun bu konuda gösterdiği reaksiyonu, muhatabının “linç ediliyorum” safsatasına çevirmeye kalkışması, bu konuda bir iki cümle söyleme ihtiyacını gösterdi.
Türkiye’nin yaşanılan duruma gelmesinde (bugünlerde çok üzerinde duruluyor olmasa da) Ergenekon meselesini çok ciddiye almamasının sebep olduğuna inanıyorum. Eğer bu davalar o dönem sulandırılmasaydı yahut yanlışlar yapılmasaydı belki bugün Türkiye bambaşka bir noktada olabildiği gibi, Tayyip Erdoğan da bir Müslüman demokrasi kahramanı olarak tarihe geçmiş olabilirdi.
Bu yazıda kalkıp kimsenin günahına kefaret ya da sorgu malzemesi üretecek de değilim.
Bu yapılanmanın (Ergenekon) günümüz Türkiye’sinin geldiği durumun tek olmasa da en büyük sorumlusu olduğunu düşünüyorum. Ve mevcut manzaranın çok önceden planladığına adım gibi de eminim. Zaten bir vaktiyle bu davadaki kişileri savunmuş avukat hanımefendinin, “İsim listelerini on yıl öncesinden Doğu Perinçek ekibiyle hazırladılar.” şeklindeki açıklaması bunun en net kanıtlarından biri olsa gerek.
Ergenekon terör örgütü vaktiyle askeri, emniyet, istihbarat gibi alanlarda pek çok aleni-gizli, muvazzaf/gönüllü personel ile çalışıyordu. Bunlardan bazıları bu işte bile isteye rol alırken, bazıları da gerçekten vatan uğruna kendilerinden istenilen şeyleri yapmaya çabalıyordu. Bazıları yetenekliydiler. Ancak bir de çakal çukal takımı vardı. Özellikle Ergenekon’un medya ayağında.
Görüyorsunuz işte Nedim Şener gibi elemanlar.
Zübeyr Kandıra, Ergün Poyraz gibi düşük profilli yalapşap insanlara hazırlanmış dosyaları verip kitap yazdırmak bir Ergenekon geleneğiydi. Hala da öyle ‘Kırmızı Kedi’ gibi yayınevleri hala harıl harıl bu örgüt adına üretim yapıp duruyor.
Necip Hablemitoğlu rahmetlinin de yine bu ekibin bir medya çalışması neticesinde öldürüldüğünü biliyorum. Zaten hükümet de bunu biliyor olsa gerek Ergenekoncuların şimdiki leşkerlerinin ipini bir tutup bir salarak, kendi hırsızlıklarına devam ediyor.
Necip Hablemitoğlu’na uydurma bir rapor vererek kitap yazdırmaya kalktılar. Rahmetli bunu öğrendiği an kullanıldığını fark etti. Ölüm emrini bundan sonra verdiler sanırım. “Hablemitoğlu’nun kayıp kitabı” dedikleri saçmalıklardan da hakikati özenle ayıkladılar zaten. Ben sevgili eşi Şengül Hanım’ın tüm gerçekleri bildiğini ancak korkudan tek kelime edemediğini düşünmekteyim.
Ergenekon soruşturmalarıyla ilgili zihnimde bir sahne var. Savcılık iddianameyi hazırlayıp sunduğunda dönemin NTV’si abartısız saatlerce yayın yaptı.
Mirgün Cabas isimli hala aktif bu mesleği yapan bir gazeteci ile Ruşen Çakır ekranda adeta kıvranıp durarak iddianameyi boşa düşürmeye çabalayıp durduklarını hatırlıyorum. Ruşen Çakır ismi nedense o günden beri zihnimde bir ikon olarak kaldı. Bundan birkaç yıl sonra ise çok enteresan bir şey oldu.
Vaktiyle bürokraside çalışmış, oldukça donanımlı bir arkadaşımız devleti bırakıp bizim gazetede çalışma kararı almıştı. Ankara’dan gelmişti.
Gazetenin kantininde trileçe yerken bana ilginç bir ayrıntı aktardı.
Meğer Ruşen Çakır’la tanışıyorlarmış. Çakır bu arkadaşın Zaman’da çalışacağını öğrendiğinde, “Onlara gitme, kötü insanlar!” diyerek korkutmaya ve vazgeçirmeye çalışmış. Arkadaş, “Oya Çakır’ın yakın temas kurduğu insanları biliyordum ve esas Çakır bana korkulacak biri olarak geliyordu.” demişti.
Ruşen Çakır’ın yakın temas kurduğu insanlardan biri de o dönem Eskişehir Emniyet müdürü olan ve doğuda görev yaparken yaptığı işkencelerle bilinen Hanefi Avcı idi. Avcı, uzunca bir süre muhafazakar, özellikle Gülen Cemaati’ne yakın medyanın tartışmasız prensiydi. Başta güvenlik muhabirleri olmak üzere adli ve siyasi gazetecilerin neredeyse günübirlik görüştüğü kişiyken. Avcı, ani bir hamleyle yazdığı anı kitabına sonradan 40-50 sayfalık bir ekleme yapmıştı.
Ergenekon doğal olarak öncelikle Nedim Şener ve Ruşen Çakır gibi elemanlarını bu iş ile yakından ilgilenmek üzere görevlendirmişti. Aynı kullanımı o güne kadar Hanefi Avcı ile çok samimi olan ve yıllardan beri Ergenekon’un özel zulmü neticesinde hapishanede tutulan Mehmet Baransu üzerinde de kullanmaya çalıştılar. Ancak Hanefi Avcı, Baransu’yu kafalayamayacağını anlayınca teybini kıracak kadar ileri gitmiş, röportajı yarıda kesmişti.
Mehmet Baransu’yu bilenler bilir, eğer bir şeyin doğru olduğuna inanıyorsa kellesini kesseniz onu durduramazsınız. Nitekim Baransu, Avcı’nın son elli sayfası eklemlenmiş Haliç’te Yaşayan Simon’lar kitabının didik didik etmiş ve gerçekleri Mösyö isimli bir kitap ile kendi perspektifinden yazmıştı.
Hanefi Avcı’nın o dönem büyük çalkantılara sebep olan tartışmalı kitabının yayınından hemen öncesinde Ergenekon medyasında enteresan bir hareketlilik oluyordu. Nedim Şener ve Ruşen Çakır neredeyse günübirlik Eskişehir’e gidiyor adeta Avcı ile beraber kitabın lansmanının nasıl yapılacağını istişare ediyorlardı.
Nitekim henüz kitap daha basılmadan Şener, Hürriyet’te, Çakır ise Vatan’da Hanefi Avcı’nın kitabını sayfalarca yayınladılar. Ancak enteresan bir durum vardı; bu iki eleman da kitabın baskısından çok önce Word dokümanını almış ve ondan işaretli yerleri çıkarmışlardı. Dolayısıyla gazeteye koydukları sayfa numaraları kısa süre sonra çıkacak olan kitabın sayfa numaralarıyla birbirini tutmuyordu. Bu iki cin fikirli acar gazeteci Word dokümanının sayfa numaralarını kitap sayfası diye yayınlamıştı.
O dönem bu gazetecilik kepazeliğini ele alan bir yazı kaleme aldım.
Ruşen Çakır henüz sosyal medya filan bilmiyordu. Ancak ekürisi Mirgün Cabas’tan olsa gerek sosyal medyadaki yazımın tartışmalarından Çakır’ı haberdar etmişti. Evde otururken telefonum çaldı. Arayan Ruşen Çakır’dı. Çok sinirlenmiş ve bozulmuştu.
Ona gayet samimiyetle, “Yazıdaki yanlışları söylerseniz düzelteyim.” dedim. Bana aynen şunu dedi, “Siz niye benim ismimi Nedim Şener ile aynı yazıda yan yana kullandınız?”
Çok şaşırdım…
Zira Hürriyet ve Vatan’daki haber neredeyse birbirinin karbon kopyasıydı.
Daha sonra öfkesini kontrol edemeyip tehdide başladı, dikkatimi çeken şey ise arada bir de hiç sektirmeden, “Ben de Müslümanım kardeşim!” demesiydi.
O gün telefonda bana yazımdaki bir yanlışı filan söylemedi. Biraz alıngan, kızgın ve biraz da tehditvari cümlelerle telefonu kapattı. O günden sonra ne zaman Gülen Cemaati bahsi geçse, Ruşen Çakır’ın adeta kudurduğunu görmek beni asla şaşırtmamaya başlamıştı.
Son konuşmasına da öyle baktım. Hiç umurumda bile değildi açıkçası Çakır.
Haddizatından hakkındaki çok ciddi iddialara bile cevap veremiyor, bunun yerine her fırsatta Hizmet Hareketi’ne olan kinini ortalık yere kusuyordu. Ona cevap verilince de “Beni linç ediyorlar!” diye sızlanıyordu.
Bizzat ABD tarafından fonlandığı resmi belgelerle ortaya çıkarılan Çakır, Cemaat’in ABD tarafından korunduğunu filan söylemesi ironinin dik alasıydı. Sadece 2020 yılına kadar ABD merkezli Chrest Foundation Vakfı’ndan yaklaşık 500 bin dolar para akmıştı Çakır’a. Bugün bu rakam sanırım üç-beş misli olmuştur. Sadece Amerikan vakfından değil, sözgelimi SIDA yani Swedish International Development Cooperation Agency’den de destek görüyordu Çakır. İşin garip tarafı yıllar önce sözüm ona kendisi gibi gazetecileri ayıplayan haberlere imza atan yine kendisiydi.
Dediğim gibi malımı tanıdığım için Ruşen Çakır’ın hiçbir yayınını izlemiyor ve denk geldiğimde zerre miskal önemsemiyordum. Çünkü karşımızda namuslu ve dürüst bir gazeteci değil, dürüst ve vicdanlı bir insan bile yoktu!
Ancak sosyal medyada pek çok Gülen Cemaati sevenleri onu muhatap alıp cevap filan veriyor ve onun ekmeğine yağ sürüp “mağdur edebiyatı” yapmasına vesile oluyorlardı.
Ruşen Çakır’ın bahsi geçen ve tepki çeken videosunda Cemaati aklı sıra, “Gülen ve çevresi kötü, cemaatin tabanı iyi!” diyerek bir ayrıştırmaya gidiyor ve yıllar önce bürokrasiden gelen gazeteciye dediği gibi, “Onları bırakın!” diyordu. Bu sefer arkasında yabancı fonlar ve Saray vardı ve artık “Onlar kötü!” argümanı yetmiyordu bir de tehdit vardı, “Yok olup gideceksiniz!”
Bir kere sadece kötü bir gazeteci değil, aynı zamanda çok çok kötü bir insandır Ruşen Çakır. Vicdansızdır, korkaktır ve en kötüsü acımasızdır. Eğer kendi söylediğinde samimi olsa, yani Cemaat’in tabanından buğday tanesi kadar bile nefret etmese bugüne kadar yaşanan yüzlerce, binlerce insanlık suçundan en azından birine karşı dik duruş gösterir, vicdan belirtisi ortaya çıkarırdı. Ancak tam tersi, daima bir iç soğuttuğunu, oh oluyor dediğini bizzat kendi yakınlarından duymuşluğum vardır.
Hem kindar, hem gaddar, hem de cahil maalesef. Çünkü şu sosyolojik gerçekten de habersiz.
Evet, Hizmet Hareketi’nden nefret edebilirsiniz. Ama en azından şunu bilmeniz lazımdır; dünyanın en zayıf sosyal topluluğu bile yok olmaz, hiçbir zaman. Binlerce yıl boyunca, ister üç kişi kalsın ister beş kişi hep devam eder. Zaten Cemaat’in problemi bitip bitmemek değil, bundan sonra nasıl devam edeceğine karar verme sorunsalı bence. Ne Gülen Cemaati’ni ne de yeryüzündeki herhangi bir cemaati dünyanın tüm güçlerini birleştirseniz bile tamamen bitiremezsiniz. Bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Bugün gidin dünyanın her yerine kaç bin yıllık ne cemaatler, ne tarikatlar görürsünüz, börtü böcüğü kutsal sayan binlerce yıllık topluluklar vardır!
Tabii nefretini gözünü kör ettiyse Ruşen Çakır gibi böyle saçmalıyorsunuz maalesef.
Son söz; omurgasızlık çok fena, bulunduğun kabın bile şeklini alamıyorsun!