YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Bir gün tarihçiler bu dönemin bir Erdoğan-Ergenekon koalisyonu olduğunu yazacak mutlaka. Koalisyonun başka ortakları da vardır, ama ana unsurları bunlar. Kim daha güçlü, bu konuda tartışılsa da, kimse Erdoğan ve AKP’nin tek olduğunu düşünmüyor artık. Rejim propagandası dikkate alındığında, bu da başarıdır esasen.
Koalisyonun diğer destekçilerini analiz eden birçok yazı yazdım şimdiye kadar. Ama yine de hatırlatayım, tarihe bir kez daha not düşmek için.
Milliyetçi Hareket Partisi’ni (MHP) saymıyorum bile, çünkü bu gereksiz. MHP artık Erdoğan’ı başbuğ olarak kabullendi. Devlet Bahçeli, Kürdofobik bir siyasi hareketin lideri olarak Kürtlerle Çözüm Süreci’ni sonlandıran Erdoğan’a yanaştığında, bu nedenle tabanında kimse bu durumu garipsemedi. Daha önce 17 Aralık sonrasında söz verdiği her şeyden çark ettiğinde bile, Kürdofobi ağır bastı. Bu ödünün ne kadar önemli olduğunu bilen Ülkücüler, Devlet Bahçeli’nin Erdoğan’ın çömezi rolünde, MHP’yi AKP stepnesi haline getirmesini kabullendiler.
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), devletlû bir siyasi gelenek olmasının yanında, partiyi ele geçiren ve zaptı rapt altına alan ulusalcı kanadın etkisiyle, 15 Temmuz sonrasında “Cemaat’i devletten temizlemek” projesinin cazibesine kapıldı. Bu birincisi. İkincisi, aynı MHP’deki gibi, Kürdofobik genlerden kaynaklanan bir memnuniyetle, tek millet, tek dil politikasının mucidi İttihatçı ve Kemalist doktrin doğrultusunda hareket etti. İstediklerini yapan bir Erdoğan’ı kerhen eleştirse de, bu eleştirel tutum sadece yüzeysel meselelerle sınırlı kaldı.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⬇️
İyi Parti (İYİP), MHP köklerinden gelen ve Ülkücü tabana hitap eden bir parti olduğu için, Kürtlere yönelik askeri politikalar temelinde Erdoğan’a düşük yoğunluklu muhalefet stratejisi izleyerek, aynı CHP gibi bir tutum içine girdi. Zaten bu partinin kurulma nedeni de Bahçeli ve ekibini bertaraf etmek isteyen gruptu. Meral Akşener’i yeni döneme daha uygun bir siyasi profil olarak değerlendiren, onu ikinci Tansu Çiller yapmak isteyenler İYİP’in arkasındaki desteğin esas kaynağıydı.
Kürt siyasi hareketi ve HPD, bu dönem yükselen inanılmaz boyutlardaki baskılardan dolayı, kompanse edici politikalar izlediler. Özellikle rejimin anti-Cemaat ve anti-muhalifler tutumunun özeti olan “FETÖ” söylemine, denize düşenin yılana sarılması gibi sahip çıktılar. Selahattin Demirtaş’ın savunmasında dillendirdiği üzere, “FETÖ kumpası” yaklaşımıyla, rejimin arkasındaki güçlere “biz seküleriz, biz size yakınız” mesajı vererek, onların Kürdofobik tutumunu yumuşatmayı denediler. Olmadı tabii, o başka. Ama temel motivasyonları buydu.
Bu durum rejimin konsolide olmasını sağladı. Düşünsenize, muhalefet rejimin belli başlı politikalarını kabullenmişti. Onları eleştirmiyor, aksine destekliyordu. Bu rejim için çok büyük bir kazanımdı, adeta bir zaferdi. Bu tür otoriter rejimler, demokrasiyi yok ederken ve otoriter sistemi inşa ederken, bu yaptıkları kanunsuzluğu meşrulaştıracak bir anlatıya, bir öyküye ihtiyaç duyarlar. Bu öykünün iki kötü adamı vardı. Biri Kürtler, diğeri Cemaat! Muhalefet bu öyküyü sorgusuz sualsiz kabullenince, Türkiye’de resmi tarihin yeniden oluşturulması gibi son derece büyük çaplı bir iş, ağrısız sızısız başarılmış oldu. Rejim, Türkiye’yi otoriterleşme misyonunu, istediği siyasi alanları güvenlikleştirerek (onları kamuoyuna güvenlik meselesi olarak sunarak), bu bahsedilen alanların siyasi alanlar olmasına son verdi. Böylece 550,000 insanın adli işlemden geçtiği, 180,000 kamu görevlisinin devlet memurluğundan yasalara aykırı biçimde ihraç edildiği, aileleriyle beraber iki milyon insanın hain diye damgalanıp sosyal soykırıma uğratıldığı “ortam” meşrulaştırılmış oldu. Eğer bu misyon başarılı olmasaydı, bugün bu rejim olmayacaktı. Rejimi kuran dinamiklerin yanında, onu kabullenen, sineye çeken, hatta alkışlayan dinamikler de bu sürecin değerlendirilmesinde önemlidir demek istiyorum.
Tüm bu anlattıklarımın gerçekleşmesinde püf noktası olarak tabir edilebilecek bir şey var. O da, Ergenekon-derin devlet yapısı ile Erdoğan ve AKP yapısının – kan uyuşmazlığına karşın – nasıl olup da bir araya geldikleri meselesi! Elimizdeki veriler ışığında bu makro problemin izahı tabiatıyla biraz spekülatif oluyor. 17 Aralık soruşturmaları sonrası her iki taraf da birbirine ihtiyaç duydu, birbirini kullanarak avantajlar elde etmek istedi. AKP kanadı yolsuzlukların üzerinin kapatılmasını, Ergenekon kanadı rehabilite olmayı ve devlette yine etkin hale gelmeyi önceledi. Birbirlerinin maharetlerinden yararlanmak uğruna, birbirlerine zıt ideolojik konumlarını ikinci plana aldılar. Olası bir güç mücadelesini, ortak düşmanlarını elimine edebilmek için belirsiz bir geleceğe ötelediler.
Böylece bugünkü rejim yaratılmış oldu. Bu rejimi Erdonekon olarak adlandırıyorum. Erdoğan ile Ergenekon’un birleştirilmiş hali! Şu an insan haklarının, azınlık haklarının, hukukun üstünlüğü ve hukuk devletinin, – eksiklikleriyle de olsa – 1982 Anayasası’nın ve onun düzeninin en büyük düşmanı Erdonekon’dur.
Erdonekon öyle ciddi bir sistem dönüşümü gerçekleştirdi ki, bu rejim artık Erdoğan gitse de, Ergenekon etkisini yitirse de devam eder. Çünkü yürütmenin bu denli denetimden kaçabildiği, bu denli güçlendiği bir siyasal yapıda iktidarı kim elde ederse etsin, bu koşulları değiştirmek ve sistemi normalleştirmek istemez. Demokratik yolla, darbeyle, doğal seleksiyonla, hangi yolla olduğunun bir önemi yok; iktidar değiştiğinde bu rejimle devam edecektir. Muhtemelen Erdoğan sonrasında ulu-sol bir Erdonekon rejimi ile yola devam edilecek. Bugünkü Erdoğancılar “FETÖ’nün siyasi kanadı” ilan edilecek, takibata ve zulme uğratılacak. Sippenhaft uygulamalarla, aile bireylerine kadar inilerek çok ciddi bir ikinci dalga zulüm başlayacak. Oh olsuncu mantıkla baktığınızda, boş ver gitsin diyebilirsiniz belki. Ama intikamcı duyguları stratejiye tercih etmem ben. İkinci dalga başladığında, sistemin normalleşmesi biraz daha zorlaşacak çünkü. Bugün 28 Şubat’çı zihniyetin daha sofistike bir versiyonunu izliyoruz. Bu versiyonda seri adımlarla yürünen bir hedef var. Gidilen menzile bakıldığında, bu sizce kimin hedefi gibi görünüyor? Milli Görüş’ün mü?
Erdonekon rejiminin belirleyici unsuru Erdoğan veya onun İslamcı Milli Görüş ideolojik arka planı değil. Güçlü olan kim, bunu bilmesem de, rejimin öncelikleri bakımından derin devlet, Ergenekon, Avrasyacılar gibi grupların topluma kendi dünya görüşlerini (örneğin anti-küreselci, Batı karşıtı, NATO düşmanı, içe kapanmacı, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur!” görüşüne inanan vs.) ustalıkla kabul ettirdiklerini görüyorum.
Türkiye’nin rotasını değiştirdiler. Ülkeyi küme düşürttüler. Bu basit bir siyasi nüans değil, makro ölçekte bir dönüşümdür. Sürekli oradan oraya metastaz yapan bir kanserdir. Tedavisi çok ama çok güç olan bir hastalıkla karşı karşıya Türkiye! Siyasette ve ekonomi-politikte değil sadece, sosyolojiye de sirayet etmiş bir hastalıktan bahsediyorum. Kısacası, rejimden kaynaklanan, ama rejimden öte bir şey bu! Erdonekon dediğimiz habis oluşum, mikro-hücresel düzeyde Türkiye’yi çökertiyor. Yüksek ihtimalle Erdoğan ve Ergenekon mücadelesi başladığında, Erdonekon daha da radikalleşecek. Zarar çarpanları artacak. Aynı atomun parçalanmasından çıkan yıkıcı enerjinin etkisi gibi, Türkiye’nin daha fazla altüst olacağı, boyutları itibarıyla iç savaşa varabilecek bir dönem başlayacak çünkü. Bu nedenle 2020’de rejime, Erdonekon’a daha fazla odaklanmak, bu sistemin şifrelerini çözmeye çalışmak gerektiği kanısındayım.
Muhteşem bir analiz.
Siyasal bilgilere giriş dersinin başlangıç mottosu olacak kadar önemli.
Kendine yazık eden bir ülke, nasıl adım adım ötenaziye ilerler!
Acı ama gerçek.
Bravo… Ne diyeyim? 🙂
Muhteşem analizlere terminolojiye büyük katkı: Erdonekon.
Tuttum bunu…
Teşekkürler…
ben demiştim diyebilmek için yazılmış karamsar kehanet “diskuru” bunlar. çok demokratsa bu yszar, bu yoruma sansür koymamalı.