YORUM | DENİZ AYHAN
İçinden geçtiğimiz bugünlerde Türkiye-İran yakınlaşmasının nabzını Ankara’ya gelen üst düzey İranlı yetkililerin verdikleri demeçlerden takip etmeye çalışıyoruz. Keza bu görüşmelerin neden yapıldığı, hangi amaca hizmet için İran genelkurmay başkanının ve İran devrim muhafızları komutanının (kara kuvvetleri komutanı) Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ziyaret ettiği hükümet yetkilileri tarafından maalesef ikna edici bir hüviyette açıklanmadı. Fakat, tarafların ele aldığı konu başlıklarına ve İran’dan gelen son derece üst düzey heyetin üyelerine baktığımızda özellikle Suriye ve Iraklı Kürtlerle ilintili bazı hususlarda Türkiye-İran yakınlaşmasının sinyallerini görmek mümkün.
KÜRT KAYGISININ BİRLEŞTİRDİĞİ İKİ ÜLKE
Öncellikle ifade etmek gerekir ki, son dönem vuku bulmakta olan Türkiye-İran yakınlaşması iki tarafın çıkarlarının örtüşmesinden öte, özellikle Ankara-Tahran hattında Kürtlerle alakalı bir takım kaygıların ortaklaşmasından kaynaklanmakta. Bu kaygılardan Türkiye’ye düşen paya baktığımızda Suriye’nin kuzeyinde PKK ile son derece yakın kurumsal ve ideolojik ilişkisi olan PYD etkisini ve toprak bütünlüğünü genişletirken, diğer tarafta güney doğu sınırında bulunan Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KRG) 25 Eylül’de bağımsızlık referandumu yapacağını uluslararası kamuoyuna deklare etmiş durumda. Güneyinden ve güney doğusundan iki farklı Kürt yönetimi tarafından çevrelenmenin verdiği ideolojik ve güvenlik tandanslı rahatsızlıklar dikkate alındığında, Türkiye’nin bölgede ‘Kürt uyanışını’ zayıflatacak bir müttefik olarak İran’ı tercih etmesi son derece olumsuz bir durum.
İran için ise benzer PYD ve KRG menşeili kaygılar söz konusu olsa da, Tahran özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu’da IŞİD karşıtı bir güvenlik siyasetinden İran karşıtı bir güvenlik anlayışına geçmesi durumunda (ki buna dair bir çok emare var), bunun özellikle PYD, PKK ve İran’da ki PJAK üzerinde önemli tesirlerinin olacağının farkında. Bu bağlamdan hareketle, İran’ın Türkiye yakınlaşmasını zaten Suriye ve Irak’ın önemli bölgelerinde ‘Kürt uyanışını’ olabildiğince mütevazı seviyelerde tutmak istemesinin yanında özellikle yakın gelecekte ABD üzerinden gelebilecek bir güvenlik tehdidini de hesaba katarak gerçekleştirmek istediğini belirtmekte yarar var.
TÜRKİYE İÇİN TALİHSİZ BİR DURUM
Bu yakınlaşmanın en azından Türkiye için son derece talihsiz bir gelişme olduğunu gözler önüne sermek için özellikle Arap Baharı öncesi ve sonrası Türkiye’nin ve İran’ın bölgedeki etki sahalarında olan değişikliğe bakmak yeterli olacaktır. Arap Baharı öncesi bölgedeki imajı son derece müspet olan ve birçok Müslüman yoğun toplum tarafından demokratik hak ve hürriyetler mevzu bahis olduğunda adeta bir model olarak imrenilen Türkiye, özellikle Arap Baharı sonrası Suriye’den gelen üç milyonun üzerinde bir mülteci yükü, güney sınırında etkisini sürekli genişleten bir PYD, Suriye’de Esad’ı devirmek üzerine kurulu bir dış politikanın iflasından kaynaklanan bir sürü komplikasyon ve Irak Federe Kürt yönetiminin adım adım bağımsızlığa yürümesinin maliyeti altında kıvrandığına şahit olmaktayız.
Diğer taraftan, Arap Baharı öncesi durumundan farklı olarak özellikle Rusya ile son derece etkili bir ittifak marifetiyle İran, Suriye’de Esad yönetiminin devam etmesini sağlamayı başarırken, Irak’ta merkezi hükümetin üzerinde hemen hemen her kademede etkisini arttıran ve bununla beraber IŞİD’den boşalan Suriye ve Irak’ta birçok bölgeye fiili olarak yerleşen önemli bölgesel bir güç olarak karşımıza çıkmakta.
İran lehine ve Türkiye aleyhine değişmekte olan bu bölgesel güç dengesinin iki ülkeyi tam da ‘Kürt uyanışının’ hız kazandığı bu günlerde ‘Kürt kaygısı’ etrafında birleştirdiğini görmekteyiz. Fakat bir takım önemli tarihi referanslara baktığımızda Kürtlerin tekerrür edecek biçimde İranlılar ve Türkler arasında bir denge unsuru olduğu ve Kürtlerin desteğini alan gücün genelde diğer tarafın etkinliğini önemli ölçüde sınırladığına şahit olmaktayız. Türkiye’nin sadece Suriye’deki Kürtleri değil Irak ve hatta İran’daki Kürtleri de karşısına alarak böylesine bir ittifaka yeltenmesi Türk dış politikasını kurgulayanların tarihi gerçeklerden son derece kopuk bir halde olduklarını göstermekte.
TARİHTE TÜRK-İRAN İLİŞKİLERİ VE KÜRTLER
Bu önermeye verilebilecek en önemli örneklerden biri şüphesiz Yavuz Sultan Selim önderliğinde Osmanlı İmparatorluğu’nun 1514 yılında İranlılara karşı yaptığı Çaldıran savaşı gösterilebilir. Yavuz Sultan Selim coğrafi olarak da o dönem Fars coğrafyası ve Anadolu arasında yaşayan Kürt boylarını İdris-i Bitlisi’nin yardımı ile bir araya getirerek Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu sınırlarını güvenceye almış, diğer taraftan o dönemki adıyla Safevilerle karşı başlattığı savaşı Kürtlerin dengeyi Osmanlı lehine değiştirmesi ile büyük bir zafere imza atmıştı.
Bu kritik tarihi referans ışığında şunu ifade etmek mümkün: Arap Baharı sonrası Irak ve Suriye’de etkinliğini olabildiğine arttıran İran karşısında Türkiye an itibariyle yalnızca sınır güvenliği üzerinden bir takım pozisyonlar ortaya koyabilmekte. Türkiye’nin Tahran ile Kürtler aleyhine bir ittifakta yer alması Türkiye’yi bölgede daha da zayıf bir konuma gerileteceği kuvvetle muhtemel görünmekle beraber, özellikle iç siyasette Türkiye Kürtleri’nin Erdoğan ile yeni bir kriz yaşamasına sebep olacaktır. Tüm bu veriler ışığında söylenecek en uygun ifade, aslında Erdoğan gibi İslamcılığı ile övünen bir liderin üçüncü köprüye dahi ismini vermekle övündüğü Yavuz Sultan Selim’in Kürt mirasına ihanet ettiği gerçeğidir.