ADEM YAVUZ ARSLAN | YORUM
Açıkçası tuhaf, tuhaf olduğu kadar da acımasız bir kısır döngünün içine düşmüş haldeyiz. Yakıcı sorunlar karşısında realist yorumlar yapsan, dayatılan söylemlere karşı makul mantıklı sorular sorsan hemen niyetinin tam tersi suçlamalara muhatap oluyorsun.
Ne demeye çalıştığımı iki somut örnek ile anlatayım…
Önce Gazze’ye bakalım.
Hamas’ın 7 Ekim saldırıları ve sonrasında yaşanan soykırım süreci öyle bir atmosfere evrildi ki makul mantıklı şeyler söylesen, Gazze’de yaşanan insani drama parmak bassan inanılmaz ithamlara muhatap kalıyorsunuz.
Mesela Hamas’ın 7 Ekim saldırısının kabul edilemez olduğunu, ancak İsrailin çoğunluğu sivil ve çocuklardan oluşan on binlerce insanı katletmesinin bahanesi olamayacağını söylediğinde hatta söylemeye çalıştığında hemen ‘anti semitik’ olmakla suçlanıyorsun.
Özellikle Batı başkentlerinde öyle güçlü bir İsrail lobisi var ki; daha ağzınızı açıp “Ama…” dediğinizde ‘anti semitik’ yaftasını yiyorsunuz.
“Hamas’ın yaptığı kabul edilemez ama Netanyahu’nun savaş kabinesi gözlerimizin önünde soykırım yapıyor. Daha dün hastanenin bahçesindeki çadırları vurdular, yatağa bağlı bir genç kızın yanarak ölmesini izledik.” deseniz bile lince tabi tutuluyorsunuz.
Hele bir de, “Tahran’da İran Devrim Muhafızları’nın korumalı evinde nokta atışı suikastle Hamas yöneticilerinden İsmail Haniye’yi vurabilen, tarihin gördüğü en sofistike eylemle çağrı cihazları üzerinden binlerce Hamas yöneticisini aynı anda devre dışı bırakabilen bir istihbarat servisi, hazırlığı yıllar süren 7 Ekim saldırısı gibi bir olayı nasıl haber alamadı, önleyemedi” diye sormaya kalkarsanız dünyanızı karartıyorlar.
Söylediklerinizin ne kadar makul, mantıklı olduğunun bir anlamı yok. Sizden İsrail ve Amerika tarafından dayatılan söyleme kayıtsız şartsız tabi olmanız isteniyor. Bırakın ileri yorumu, hatırlatma yapmanız bile suçlanmak için yeterli.
“TAMAM DA NASIL OLACAK?” DEMEK BÜYÜK SUÇ!
Şu anda aynı istismarı, kısır döngüyü Türkiye’de de görüyoruz. Malum olduğu üzere MHP lideri Devlet Bahçeli, 1 Ekim TBMM yeni yasama yılı açılış töreninde düne kadar, “Kapatılsın, Hazine yardımına ve çalışanların maaşına el konsun!” dediği DEM yöneticileriyle el sıkışıp selamlaştı. Yetmedi aynı günün akşamı ve ertesi günlerde uzattığı elin kıymetini vurgulayan açıklamalar yaptı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yol arkadaşı Bahçeli’ye üst perdeden sahip çıkan açıklamaları da gelince Türkiye, “Yeni bir çözüm süreci mi başlıyor?” tartışmasına teslim oldu.
Deyim yerindeyse yatıp kalkıp yeni çözüm süreci tartışıyoruz. Gerçi hem MHP hem AKP çevreleri ‘Yeni çözüm süreci yok!’ minvalinde açıklamalarda bulunsalarda ok yaydan çıkmış oldu.
Ancak Gazze örneğinde olduğu gibi burada da tipik bir istismarla karşı karşıyayız.
Şöyle ki; çözüm sürecine kimsenin karşı çıkması mümkün değil. En radikal, en şahin politikaları savunanlar bile bir yerde çözüm taraftarı olmak zorunda. Dolayısıyla bugün kimsenin çıkıp, “Çözüm süreci de nereden çıktı, olmaz öyle şey!” deme durumu yok.
Olmamalı da zaten. Fakat burada büyük bir istismar var.
Kürt sorunu özü itibariyle bir demokratikleşememe sorunu. Anayasa’dan başlayarak kanunlara, yönetmeliklere kadar düzeltilmesi gereken bir çok antidemokratik düzenleme var. Eğer bir çözüm süreci olacaksa ivedilikle hukuka dönülmesi gerekiyor. Oysa ki günümüz Türkiye’si tam tersi yönde dolu dizgin gidiyor.
Anayasa askıda, kanunlar uygulanmıyor, Perinçek‘in tabiriyle, ‘hukuk siyasetin köpeği’ haline gelmiş. Ne basın hürriyeti, ne ifade özgürlüğü var. Sokakta halay çekenlere, Kürtçe yol tabelalarına bile müsamaha göstermediler.
Dolayısıyla, “Tamam, bir çözüm sürecine ihtiyaç var fakat Selahattin Demirtaş ve yüzlerce Kürt siyasetçi cezaevindeyken, DEM’in elindeki belediyelere kayyım atanırken, Devlet Bahçeli ve partisi daha düne kadar DEM’in kapatılmasını savunuyor ve hala bu fikrini muhafaza ediyorken, Bahçeli ve MHP yöneticilerinin üstten, nobran ve kibir dolu açıklamaları ardı ardına gelirken çözüm nasıl olacak?” diye sormak sizi ‘çözüm karşıtı’ olarak yaftalamaya yetiyor.
Dahası; Erdoğan’ın daha önceki ‘çözüm süreçleri’nde yaptıklarını biliyoruz. AKP lideri kendi siyasi çıkarları için Kürt sorununu istismar etti, seçimleri atlattıktan sonra şaibeli bir terör saldırısı ile müzakere döneminden mücadele dönemine geçip Kürt şehirlerini yerle bir etti.
Daha bir kaç ay önce dönemin CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu montaj videolarla DEM’le iş tutmakla suçluyordu. İlk çözüm sürecinde Erdoğan’ın başdanışmanı ve müzakerelerde aktif rolü olan bir isimden bizzat dinlemiştim. Amaç sorunu çözmek değil zaman kazanmaktı.
Erdoğan ve AKP elitlerinin gerçek niyetini bilenler sürece temkinli yaklaşıp, “Eğer bu şekilde yaparsanız yakın gelecekte terör şehirleri teslim alır!” diyenler de şeytanlaştırıldı, ‘şiddet yanlısı’ olmakla suçlandı.
“Yapmayın, istismar etmeyin!” diyenler haklı çıksa da Erdoğan, çoktan Üsküdar’ı geçmişti.
Şimdi de benzeri bir durum var.
Zira Erdoğan’ın bütün hesabı kitabı ölünceye kadar başkan olarak kalabilmek. Koltuğu kendinden sonra da oğlu Bilal’e devretmek. Bunun için Anayasa değişikliğine ve DEM Parti’ye ihtiyacı var. Bu aşamada Öcalan’ı tekrar sahaya sürdüler. Yerel seçim öncesi İmralı’dan mektup getiren Saray, bu kez de bizzat Öcalan’ı devreye sokup Kandil ile görüştürdü.
‘Kitabın ortasından’ denen şekliyle söylersek; Erdoğan yeniden seçilebilme karşılığı Öcalan’a serbest kalmayı öneriyor. Şu an izlediğimiz sürecin özü, özeti tam olarak bu.
Anayasa değişikliği ve seçimleri hallettikten sonra Hakan Fidan’ın meşhur ifadesindeki gibi ‘karşıya üç adam gönderip bu tarafa beş roket attırması’ işten bile değil.
Kısacası hem Netanyahu hem Erdoğan yönetimi aynı yolu takip ediyor. Gazze’deki soykırıma dikkat çeken anti semitik olmakla suçlanırken; demokratikleşme olmadan Kürt sorunu çözmenin mümkün olmadığını ifade edenler ‘çözüm karşıtı’ olmakla itham ediliyor.
Sadece bu durum bile Erdoğan ve Bahçeli’nin Kürt sorununda samimi olmadığını göstermeye yeter. Fakat biz yine de “Sulh iyidir, sulhta hayır vardır!” deyip yerimizi işaretleyelim.