Hiçbir uluslararası norm ve kuralı tanımayan, medeni dünyada devletler ve milletler arası ilişkilerde kabul görmüş hiçbir teamüle saygısı olmayan fundamentalist rejimler ve aşırıcı grupların varlığı İslam dünyasında hiçbir zaman eksik olmadı. Bundan dolayıdır ki, İslam ve terör, İslam ve şiddet uzun zamandır tüm dünyada maalesef birlikte anılıyor.
Önce haklı Filistin davasının köşeye sıkıştırılıp marjinalize edilmesi sonucu yöneldiği, başlangıçta İslamcı olmaktan ziyade sol eğilimli terör eylemleri ve radikal şiddet hareketleri ile başlayan bu algı, 1970’li yıllarda Lübnan iç savaşındaki mezhepsel şiddet ve bu şiddetin zamanla Lübnan’daki nüfuz sahibi yabancı ülke vatandaşlarına yönelmesi ile birlikte daha da pekişmiş oldu.
Uluslararası kamuoyunun İslam ve terörü giderek daha fazla birlikte algılamasına ve öyle anmasına yol açan ise, 1979 Devrimi öncesi, sırası ve sonrasında İran’da yaşanan aşırılıklar, özellikle rejim muhaliflerini, solcuları, liberalleri ve farklı inanç sahiplerini hedef alan katliamlar ve zulümlerdi. Tıpkı bugün Erdoğan’ın taklit ederek yapmaya çalıştığı gibi, Humeyni’nin aşamalı olarak devreye soktuğu devlete ve topluma tamamen hakim olma çabası, İran’da İslam adına hareket ediyormuş iddiasındaki tam teşekküllü bir terör devleti ile neticelendi.
İSLAM ETİKETİYLE GİRİŞİLEN AŞIRILIĞIN AĞIR FATURASI
İran rejimi bir taraftan ülke içerisindeki muhalifleri sistematik şekilde sindirip yok ederken, kurduğu terör rejiminden kaçabilenleri ise yurtdışında infaz etmeye girişti. Ayrıca, çoğunlukla resmi devlet ilişkilerinin dışında, devrim ihracı adı altında yakın ve uzak coğrafyalarda rejim değişikliklerine zemin hazırlamak amacıyla yerel terör örgütleri kurdu ya da var olan terör örgütlerini destekledi. Başta 444 günlük ABD Büyükelçiliği işgali olmak üzere İslam etiketiyle girişilen her aşırılık, terör ve şiddet eylemi ile radikal söylemin Müslümanların imajında büyük bir yıkıcı etkisi oldu. Tüm bunlar dünyada Müslümanların yaşam alanlarının gün be gün daha da daralmasına yol açtı.
İran’ı Sudan, Libya, Irak gibi rejimler, Pakistan, Afganistan, Filistin, Mısır, Cezayir, Tunus, Somali gibi ülkelerdeki aşırı dinci radikal örgütler ve bunların Batı’da depreştirdiği aşırı tepki ve korku takip etti. 1990’lı yıllar boyunca İslam ve terörün özdeşleştirilmesi için doğrusu İslam coğrafyası diye bilinen ülkelerde de adeta ne lazımsa yapıldı. İslam’a ve Müslümanlara dair böylesine negatif bir imajı ve algıyı körüklemeye dünden hazır uluslararası medya için arzu ettiklerinden daha fazla malzeme sunuldu. Yine de o günler Müslümanlar için iyi günlermiş. Meğer, İslam adına daha ne tür canavarlıkların yapılabileceğini görmek için birkaç yılın daha geçmesi gerekiyormuş.
1990’lı yılların başında Cezayir’de yaşanan kanlı gelişmeler ve Afganistan’da birdenbire türeyen Taliban rejiminin insanlık dışı uygulamaları ile pekişen İslam ve terör birlikteliği algısı, 11 Eylül 2001’de el-Kaide’nin ABD’nin sembol mekanlarına yaptığı korkunç terör saldırısı ile zirveye çıktı. Bu saldırıya yönelik Batı’dan yükselen aşırıcı tepkiler yine karşıtlarının işine yaradı ve radikal İslamcı terör örgütleri ile aşırıcı rejimlerin ekmeğine yağ sürdü. Bu saldırı sonrası ABD, uluslararası güçlerin desteğinde önce Afganistan’ı, sonra Irak’ı işgal etti. Başlangıçta bu ülkelerle yetinmeyip işgali yayacağına dair açık mesajlar da verdi. Böylece şiddet ve terör eğilimindeki radikal İslamcı grupların ihtiyaç duyduğu atmosfere isteyerek ya da istemeyerek büyük katkı verdi.
İSLAM ORTADOĞU’YLA, ORTADOĞU ARAPLARLA, ARAPLAR TERÖRLE ÖZDEŞLEŞTİ
Batı medyasında İslam coğrafyası ve Müslümanlar ile ilgili artık çok sıklıkla haberler yer alıyordu. Ne yazık ki, bunların neredeyse tamamı terör, şiddet ve katliamlarla alakalıydı. İslam Ortadoğu’yla, Ortadoğu Araplarla, Araplar ise radikal İslamcı terörle özdeşlemişti. Taliban’ın katliamları, el-Kaide’nin cinayetleri, Hamas’ın intihar saldırıları, Hizbullah’ın estirdiği terör en fazla Arap tipolojisindekilere bedel olarak döndü. Genel olarak Müslümanlar, ama daha özelde Araplar tüm dünyada olağan şüpheliler haline geldi. Dünya Müslümanlara ve Araplara dar edildi. Haber ve filmlere konu olan terör saldırılarındaki imajları yüzünden yaşadıkları ülkelerde komşularının şüpheli nazarlarının üstesinden gelmeleri hiç kolay değildi. Pek çoğu haksız yere gözaltına alındı, havayollarının uçuş listelerinde “sakıncalı” olarak işaretlendi. Birçoğu yıllardır yaşadıkları ülkelerden sınırdışı edildi.
Müslüman kimlikleri nedeniyle Türkler de yer yer bu kötü imaj ve algının kurbanı oldu. Yine de büyük ölçüde terör ve şiddetle özdeşleştirilen Müslüman tipolojisinin ve imajının dışında tutuldular. Tek tük sıkıntılarla karşılaşsalar da o dönemki Türkiye’nin modern, Batı’ya dönük, laik ve barışçıl duruşu, medeni söylem ve eylemleri sayesinde hep farklı bir kategoride ele alındılar.
Ne yazık ki o günler çok gerilerde kaldı. Radikal İslamcı Erdoğan’ın kendisine benzettiği devletin yeni imajı ve işbirliği içerisinde hareket edip her türlü desteği vererek önlerini açtığı radikal dinci terör örgütleri ile aşırıcı grupların söylem ve eylemleri yüzünden bugün bambaşka bir Türkiye ve Türk imajı var dünyada.
TÜRKİYE’YE BAKANLAR ARTIK O ESKİ TÜRKİYE’Yİ GÖRMÜYOR
Türkiye’ye bakanlar artık bu ülkeye dair onlarca yılda oluşarak pekişen o eski olumlu algıyla bakmıyor. Bugün Türkiye’ye bakanlar, maalesef, 1970’lerin Lübnan’ı, 1980’lerin İran’ı, 1990’ların Afganistan’ı ve Cezayir’i, 2000’li yılların Irak, Suriye ve Libya’sı gibi bir ülke görüyor. Türkiye’ye bakanlar, hukuk çerçevesinde hareket eden, dünya ile barışık, özgürlükçü, ılımlı ve barışçıl her türlü söylem ve hareketin gırtlağına basıldığını görüyor. Türkiye’ye bakanlar, her türlü radikal örgütün, İslamcı terör grubunun büyük bir hoşgörü ile karşılanıp istediği her yerde rahatlıkla at oynatabildiği, uluslararası terör örgütleri ile içli dışlı ve bizzat kendisi terör uygulamalarına imza atan bir rejim görüyor.
Dünya, en barışçıl muhalif kesimlere bile her türlü insanlık dışı baskı ve zulmü layık gören Erdoğan ve rejiminin radikal İslamcı söylemlerinin ve bu söylemlere paralel eylemlerinin HAMAS, Hizbullah, el-Kaide, IŞİD ve benzerlerini bile geride bıraktığını şaşkınlıkla izliyor. Tahşiye, Hizbullah, İBDA-C, IŞİD, el-Kaide ve bunların benzeri veya bunların uzantısı radikal terör örgütleri ile her türlü teröre ve aşırılığa adları karışmış uluslararası Cihadistleri koruma ve kollama altına alan bir rejim görüyor. Adı sürekli Suriye ve Irak’taki radikal dinci terör örgütleri ve hatta kimyasal saldırılar dahil bu örgütlerin insanlık dışı eylemleri ile anılan Erdoğan ve dikta rejiminin tasallutu altındaki bir ülke görüyor. Ve artık Avrupa şehirlerinde patlayan her bombada, buralarda sıkılan her kurşunda ya da şu veya bu şekilde yapılan her katliamda olağan şüpheli muamelesi görüyor.
ERDOĞAN’IN TEHDİTLERİ BATI’DA ANINDA HAYATA GEÇİYOR
Suriye ve Irak gibi Ortadoğu ülkelerindeki radikal İslamcı terör örgütleri ile geliştirdikleri alengirli ilişkiler bir yana, kendisinin veya yakın bir yandaşının açıktan Avrupa’yı tehdidinden sadece günler veya bazen saatler sonra Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da patlayan bombalar, yapılan katliamlar doğal olarak akla ilk Erdoğan ve başında bulunduğu terör rejimini getiriyor. Mesela, Erdoğan’ın “Siz böyle davranmaya devam ederseniz, yarın dünyanın hiçbir yerinde hiçbir Avrupalı, Batılı, güvenle, huzurla sokağa adım atamaz,” tehdidi sadece saatler sonra Stockholm’de, St. Petersburg’ta karşılığını buluyor.
Dahası, kendilerini her nerede patlatmış veya her nerede saldırı yapmış olurlarsa olsunlar radikal İslamcı terör eylemcilerinin yollarının mutlaka Türkiye’den geçmiş olması, kafalarda kalan bazı şüphe kırıntılarını da yok ediyor. Öte yandan, Paris’in orta yerinde 3 Kürt kadının infazının MİT ile olan ilişkisi güçlendikçe Erdoğan rejiminin Batılı ülkelerde neler yapabileceğine dair kuşku, korku ve endişeler artıyor.
PEKER’Lİ, SADAT’LI, ÇEÇEN’Lİ, KAFKAS’LI MAFYA DEVLETİ
Erdoğan ve Süleyman Soylu gibi en yakın adamlarının, yurtdışındaki muhalifleriyle konvansiyonel olmayan yöntemlerle mücadele edeceklerine dair defaatle yineledikleri söylemleri ve bu söylemlerin önemli ölçüde Sedat Peker’li, SADAT’lı, Çeçenli, Kafkaslı gruplarla eylem sahasına dökülme belirtileri Batılı ülkeler tarafından da yakından takip ediliyor. Bu söylemlerin kuru tehditlerden ibaret olmadığı, koskoca devleti bir terör örgütü haline getiren Erdoğan’ın Malezya’da, Bahreyn’de, Bulgaristan’da ve hatta Ankara’nın göbeğinde mafya yöntemleriyle insan kaçırmaya başlaması ile teyit edilmiş oluyor.
Erdoğan rejiminin, en sadık suç ortakları durumundaki dışişleri ve enerji bakanlarının katıldığı bir komployla ABD’den yasadışı yollardan adam kaçırmayı kalkışacak kadar mafyalaştığını, zıvanadan iyice çıktığını tüm dünya açık seçik görüyor. Bugüne kadar Türkiye’nin üye ya da ilişkide olmaktan büyük gurur duyduğu AGİT’e, Venedik Komsiyonu’na, Avrupa Parlamentosu’na, AB’ye, BM’ye, Avrupa Konseyi’ne ve benzeri kurumlar ile bu kurumları vücuda getiren uluslararası hukuk normlarına hiçbir saygısının olmadığını sıklıkla dile getiren Erdoğan ve adamlarının yurtiçinde şiddeti artan nefret söylemleri ve buna uygun eylemleri de rejimlerine dair dünyadaki algıyı pekiştiriyor.
Her gün abuk sabuk gerekçelerle öğretmeninden ev hanımına, işadamından bilim adamına onlarca masum insan tutuklanıp hapse atılırken, IŞİD, el-Kaide ve bunların Türkiye’deki uzantılarına hiç kimsenin dokunmadığı dikkatlerden kaçıyor mu sanıyorsunuz? Hasbelkader yakalanan radikal İslamcı teröristlerin ise ilk fırsatta mahkemeler tarafından gruplar halinde serbest bırakıldığının görülmediğini mi düşünüyorsunuz? Bırakılan radikal İslamcı teröristlerin yerine, bu teröristleri yakalayan polislerin ve savcıların tutuklanarak hapse konulmasını dünyanın umursamadığını mı zannediyorsunuz? Bugün Türkiye cezaevlerinde Tahşiye, el-Kaide, Hizbullah, Selam-Tevhid, IŞİD ve benzeri örgütlere karşı operasyonda yer almış yüzlerce polis, onlarca savcı ve hakimin bulunduğunu sağır sultan bile biliyor.
Ne yazık ki, yaratılan radikal İslamcı terör ikliminde Türkiye kendi radikal İslamcı teröristlerini üretir hale gelmiş durumda. Konjonktüre göre hedef değiştiren aşırıcı söylemler kendi eylemlerini ve eylemcilerini de üretiyor. Erdoğan ve yandaşlarının, Suriye’de izlediği politikalardan dolayı Rus karşıtı söylemleri, kendilerinin güven duyarak istihdam ettikleri radikalize olmuş genç bir polisin silahıyla Rusya’nın Ankara Büyükelçisi’ne suikast olarak dönüyor.
ERDOĞAN, BUGÜNÜN TÜRKLERİNİ DÜNÜN ARAPLARI KONUMUNA DÜŞÜRDÜ
Erdoğan ve yandaşlarının konjonktürel ve sistematik olarak Avrupa, AB, ABD, Vatikan, Hıristiyanlık ve Yahudiliği hedef alarak İslamcı jargon sosuyla bezedikleri kin ve nefret söylemlerinin eylemsel karşılıkları gecikmiyor. Her geçen gün ağırlaşan ulusal ve uluslararası suç bagajlarından dolayı rotalarını iyice şaşıran, adeta kafası kopmuş tavuklar gibi çırpınan, bir gün ABD’ye, öteki gün Rusya’ya, bir sonraki gün AB’ye doğru yalpalayan Erdoğan ve rejiminin akılalmaz aşırılıkları yüzünden yurtdışındaki Türkler, gün be gün, Arapların onlarca yıl mahkum edildiği berbat bir imajın pençesine sürükleniyor.
Terör ve şiddeti teşvik edecek şekilde Batı, Avrupa, Vatikan ve ABD karşıtı söylemleri büyük bir külliyat oluşturan Erdoğan ve omurgasız yandaşları, dün insafsızca, ahlaksızca hedef aldıklarının bugün bir telefonuyla, bir göz kırpmasıyla anında tavır değiştirebiliyor. Peki bu şarlatanların dün hedef aldıklarına ilk fırsatta yılışıp yaltaklanacak kadar karaktersiz olduklarını biz biliyoruz da bir sövüp sayıp tehdit ettikleri, bir yılışıp yaltaklandıkları muhatapları bilmiyor mu?
Tıpkı, yılışma işini Mavi Marmara kurbanlarına “manyak” diyecek kadar abartan Cem Küçük’ün şimdilerde yaltaklandığı ABD ve Batı’yı hedef alan nefret ve tehdit içerikli söylemlerinde olduğu gibi, Erdoğan’ın da tehdit ve söylemleri ile bunların neticesi olan kanlı eylemlerin nasıl bir suç külliyatı oluşturduğunu, emin olun en iyi bir yılışıp bir saldırdıkları muhatapları biliyor.