ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Rus ve Suriye güçleri bu gün (20 Şubat 2020) İdlib’deki TSK birliklerine saldırdı. Moskova hava saldırılarının Rusya hava kuvvetleri tarafından yapıldığını doğruladı. Ruslar savaşı göze aldıklarını söylüyor, açıkça Ankara rejimine meydan okuyor. Kremlin Suriye’de bulunan Türk askeri unsurlarını çıkartmakta ve onların korumasında olan cihatçı El-Kaide, El-Nusra ve IŞİD artıklarını yok etme konusunda kararlı görünüyor. Ankara’daki rejim dün Türkiye saatiyle akşamüstü NATO’ya başvurarak Suriye’deki söz konusu bölge üzerindeki hava sahasını kapatmasını talep etti. NATO henüz bu konuda adım atmadı. Açıkçası bunu yapması NATO için fazla bağlayıcı olacaktır. Bu kararı verdiği anda otomatikman Türkiye’ye Rusya ve Suriye karşısında destek veriyor duruma düşecektir. Oysa NATO ve ABD’nin ilgilendiği iki şey var ve bunlar için Moskova ve Şam ile savaşmaya değmez. Birincisi Türkiye’nin Rusya güdümünden kopartılması ve tekrardan NATO güvenlik politikaları parametrelerinde hareket etmesi, ikincisiyse daha önceki yazılarımda dile getirdiğim, yeni bir mülteci akınının engellenmesi. Bugün Rus ve Suriye saldırılarında hayatlarını kaybeden Türk askerlerinin ve yok edilen zırhlı araçların haberi internete düşer düşmez Ankara ABD ile temasa geçip Patriot bataryalarının Türkiye sınırında konuşlandırılması talebinde bulundu. Bunun en net yorumu Türk dış politikasındaki Avrasyacı-Rusya’cı yönelimde yol ayrımına gelindiğidir. Dünkü yazımda tam da bu konuyu incelemiş, Erdoğan’ın Moskova treninden atlayıp atlayamayacağını sormuştum. Patriot almak için Wahington’ın kapısına giden bir Ankara, şüphesiz ki önemli bir savrulma yaşıyor.
Savrulma, eğer bu döneme ilişkin bir dış politika kitabı yazacak olsaydım, mutlaka bu kitabın başlığı olurdu. Esasen Türk devletinin en ciddi yürütülen politika alanı dış politikadır. Fakat son yıllarda, özellikle de 15 Temmuz 2016 sonrasında, dış politika – ve onun altında bir alan olan güvenlik politikaları – büyük istikrarsızlıklar yaşadı. “Monşerlerin” elinden alınan dış politikada, Oryantal halı dükkânı pazarlığı stiline geçilerek, bir oraya bir buraya saldıran, ne idüğü belirsiz, amaçları-araçları arasında denge olmayan, hatta çoğu zaman amacını anlamadığımız hamleler söz konusu olmaya başladı.
Bu amaçsız, tutarsız ve savruk dış politika davranışı Türkiye’ye çok zarar verdi. Ekonomik zarar, orta-uzun vadeli yönelimlerin uğradığı zarar (mesela AB projesi, mesela NATO’daki sağlam rol), ülkenin uğradığı prestij kaybı (cihatçı grupların himayesi, Sünnici dış politika gibi) ilk akla gelenleri. Demografik olarak bölgedeki çalkantı Türkiye’ye sıçradı. 4 Milyona yakın Suriyeli Türkiye’ye geldi. Bu insanların beşte biri Türkiye’de doğan-büyüyen çocuklar. Bu derecede büyük bir göç akımını engellemek en başta gelen dış politika hedefi olmalıyken, Türkiye izlediği anlamsız ve hasmane politikalarla Suriye’yi daha da istikrarsızlaştırdı, dolayısıyla da bu göç açımının mimarı oldu. Hâlbuki Suriye meselesinin başlangıcından itibaren Sünnici ve İslamcı bir zihin haritası yerine rasyonel ve tutarlı bir stratejiyle hareket edilmiş olsaydı, bugün çok başka bir konumda olabilirdi Türkiye.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Bugün bu dış politika faciasının ürettiği yeni ve çok ciddi bir kriz yaşanıyor. Ankara rejimi bir süredir Suriye’ye askeri yığınak yapıyordu. Ben bunun bir stratejik hamle, pazarlık gücünü arttırmaya yönelik bir taktik olduğunu umuyordum. Her ne kadar daha önceki analizlerimde diğer olasılıkları gündeme getirmiş olsam da, son kertede rejimin majör bir hata yapmaktan kaçınmaya yetecek kadar rasyonel aklı kalmıştır diye düşünüyordum. Ancak gelişmeler, Erdoğan’ın Suriye’de bir çatışmaya girmek suretiyle, krizi Avrasyacılardan kurtulmak için manivela olarak kullanacağını gösteriyor. Suriye’de Rusya ile karşı karşıya gelmek, Ankara’da rejim içi çok önemli etkilerde bulunur. Erdoğan rejiminin 15 Temmuz sonrası derin işbirliği içinde olduğu güç odaklarından biri olan Avrasyacılar, bilindiği üzere “FETÖ’cü” ve darbeci olarak suçlanan NATO’cu subayların tasfiyesinde başrolü oynamıştı. TSK’nın yeniden yapılandırılmasını kendisi için gerekli gören Erdoğan, bugüne kadar Avrasyacılarla iyi geçinmeye çalışmıştı. Perinçek ve Vatan Partisi ile doğrudan veya dolaylı ilintili subay ve eski subayların bugünkü rejimde nasıl etkileri olduğunu daha önce defalarca yazdım. TSK’nın önemli kademelerinde, son derece stratejik görevler ifa eden Avrasyacılardan da bahsetmiştim. Ancak Avrasyacılar TSK’da tek cunta değil. Yine, önceki yazılarda ulusalcıların ve Ergenekoncuların, SADAT grubunun (Tanrıverdi ekibi) ve diğer irili ufaklı cunta ve hiziplerin varlığından bahsetmiştim. Bu ekiplerin tümü, Erdoğan’a destek veriyordu. Bir kısmı bunu konjonktürel (iktidar mücadelesi, rütbe almak ve yükselmek vs.) olarak yapıyordu, bir kısmıysa ideolojik gerekçelerle (SADAT ekibi gibi). Görünen o ki, Avrasyacılar tasfiye edilecek. Bir kısmı güçten yana tavır alabilir. Ama Avrasyacılara karşı bir tasfiye operasyonu başlarsa, bilin ki Erdoğan TSK’da diğer gruplarla anlaşarak bunu yapmak zorunda. Yoksa çok riskli bir manevra olur.
Rusya, 15 Temmuz’da nasıl bir rol oynadı? Avrasyacı subaylarla Kremlin arasında ne tür bir iletişim var? Nükleer enerji ihalelerinden S-400’lere, NATO’dan uzaklaşmaktan Suriye’de Moskova dümen suyuna girmeye, Putin’le gerçekleştirilen toplantılardan Rusya’nın Ankara’nın birincil stratejik ortağı rolüne yükselmesine, Avrasyacılar Erdoğan’la beraber son yıllarda asimetrik bir önem ve güç kazanmışlardı. Şimdi mesele, Rusya ve Avrasyacıların bu yeni koşullara nasıl bir yanıt vereceği!
Şu an belirsizliklerle dolu bir geleceğe yelken açmış bir Türkiye var. Rusya ile çatışmanın – düşük yoğunluklu da olsa – başlamış olması, 1923’ten bu yana Türkiye Cumhuriyeti’nin karşı karşıya kaldığı en büyük güvenlik riskidir. İçeride kutuplaşmış, despotik bir rejimle yönetilen, ordusunun yarısı fabrikasyon gerekçelerle tasfiye edilmiş, ekonomikman çok kırılgan bir ülkenin, dünyanın en büyük askeri güçlerinden biriyle savaşa girmeyi göze alması, akıl alır gibi değil!
Eğer TSK içerisinde bu maceraya girmek doğrultusunda bir genel temayül varsa, artık hiçbir fren mekanizması kalmamış demektir. Ben böyle olduğunu düşünmüyorum. Eğer geniş çaplı bir çarpışma yaşanırsa, bunun ne büyük bir yıkım olacağını herkes bilir. Türkiye karar gücü bakımından etkili konumuna güveniyor çünkü Moskova Suriye’de sınırlı kara gücüne sahip. Fakat unutulmamalı ki Türkiye’nin yabancı ülke toprağında girişeceği bir savaş, NATO’dan 5. Maddenin işletilmesi kararının çıkmasına engel teşkil edebilir. Rusya’nın Türkiye karşısında başka enstrümanları devreye sokması – mesela Türkiye topraklarında misilleme saldırı gerçekleştirmesi – bence hemen akabinde Türkiye’de rejim içi bir tsunami etkisi yaratır, Erdoğan’ın gitmesiyle sonuçlanır. Daha kötü senaryoları yazmak bile istemiyorum. Ama çok daha büyük sıkıntılar doğabilir.
Bu göze alındığı anlaşılan savaş riski, kesinlikle vatan savunmasıyla alakalı değildir. Öyle olsaydı emin olun bu yazı çok farklı bir şekilde kaleme alınırdı. Türkiye bir savunma mücadelesi içinde değildir. Başka bir ülkenin toprağında, uluslararası cihatçı teröristlerin hamisi konumunda, komşu bir ülkenin iç siyasetini dizayn etmeye yeltenen, agresif ve anti-statükocu bir rejim, Türkiye’yi ateşe atıyor. TSK’da hayatını kaybeden askerler, bu rejimin karar alıcılarının umurunda bile değil. Türkiye’nin kaybetme riskiyle karşı karşıya olduğu şeyler arasında öz bağımsızlığı da var! Ne için? Türkiye ordusu neden Suriye’de? Neden Misak-ı Milli sınırları dışında maceraya giriliyor? Bu sorulara mantıklı yanıt verebilen hiçbir yönetici yok!