HABER ANALİZ | CUMALİ ÖNAL
Rusya, Ukrayna’da beklemediği bir direnişle karşılaştı. Bu direnişin baş kahramanları şüphesiz ki Ukrayna ordusu ve halkı. Rusya’nın planlarını onlar bozdu. Savaşın ilk gününde ordunun teslim olacağını veya Devlet Başkanı Volodimir Zelenski’ye darbe yapacağını, halkın da kaçacağını hesaplıyordu. Bu hesabı tutmadı.
Hesabının tutmadığı diğer bir konu ise Batı’nın bu kadar hızlı bir şekilde birlik olarak Ukrayna’ya her türlü askeri, ekonomik, psikolojik destek sağlayacağıydı. Ukrayna bugün Rusya karşısında sert bir direniş sergileyebiliyor ve hatta kaybettiği topraklarını geri almak için karşı saldırılar gerçekleştirebiliyorsa Batı’nın sağladığı silahların ve ekonomik yardımların bunda çok büyük bir katkısı var.
BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Bu savaşın bir de sessiz galibi olmaya çalışan bir isim var: Erdoğan. Hem Batı ile ilişkilerini onarma, hem de büründüğü arabulucu rolüyle dünyadaki prestijini artırarak koltuğunu tahkim etme planları yapıyor. Batı ile pek çok konuda zıt düşmüşken, evinde insan hakları ihlalleri rekorları kırıyorken, Rusya ile Türk kamuoyunun bilmediği pek çok dalavereli ilişkiler içine girmişken bu planında başarılı olur mu?
Cevabını verebilmek çok kolay değil. Ama Erdoğan ve Batı’nın pragmatizmi yan yana geldiğinde, Erdoğan’ın dün siyah dediğini bugün beyaz olarak adlandırabildiği göz önüne alındığında böyle bir ihtimal çok da imkansız görünmüyor.
Tabi asıl soru Batı ile ilişkilerini düzelttiğinde Erdoğan’ın ne elde edeceği?
Erdoğan’a doğan bu tarihi fırsatın bir benzerini 12 Eylül 1980’deki askeri darbeyi gerçekleştiren Kenan Evren ve cuntası İran-Irak Savaşı’yla yakalamıştı.
Darbeden on gün sonra patlak veren savaş, tıpkı Erdoğan gibi tarafsızlık rolüne bürünen askeri cuntaya muazzam bir meşruiyet koridoru açmıştı. Hatta bu tarafsızlık politikasında bir ara o kadar başarılı oldular ki, hem Irak, hem de İran düşman ülkedeki diplomatik misyonlarını Türkiye’nin bu ülkelerdeki büyükelçilikleri üzerinden yürütmeye başladılar. Yani Türkiye’nin Tahran ve Bağdat büyükelçilikleri aynı zamanda İran ve Irak’ın diplomatik misyonlarına da ev sahipliği yapıyordu.
Bir milyondan fazla insanın hayatını kaybettiği bu savaş ağırlıklı olarak yıpratma savaşı şeklinde geçti. Ancak yıpratma savaşlarında ekonomik gücünü ve insan kaynağını en uzun süre kullanabilen taraf avantajlıydı ve sekiz yılın sonunda Saddam Hüseyin anlaşmaya yanaşmak zorunda kaldı.
Savaş boyunca o dönemki yönetim, tıpkı Erdoğan gibi, iki kez taraflar arasında arabuluculuk girişimlerinde bulundu ancak bu girişimlerden bir sonuç alınamadı.
Arabuluculuk girişimlerinde başarısız olan Türkiye’deki cunta savaştan politik ve ekonomik pek çok kazanç elde etti.
Politik olarak en büyük kazançları cuntanın Batılı ülkeler nezdinde zoraki bir meşruiyete bürünmesiydi. İran-Irak savaşıyla meşgul olan Batı dünyası Türkiye’nin iki komşusu arasındaki bu savaşta Ankara’yı köprü olarak değerlendirdi, Türkiye’nin konumunun ne kadar hayati olduğu tescil edildi.
Ekonomik olarak ise dışarıdan MHP ve MSP tarafından desteklenen 6. Demirel azınlık hükümetinin aldığı 24 Ocak kararlarıyla bir hercümerç içinde olan Türkiye’nin durumu darbe ile daha da kötüleşmişti. Merkez Bankası’nın kasası tamtakırdı. Dışarıdan mal ithal etmek için para yoktu.
Savaşla birlikte her iki ülke ihtiyaçlarının önemli bir kısmını Türkiye’den karşılamaya başladı. Türkiye hem iki ülke ile komşu olması ve hem de konumundan dolayı bu ihtiyaçlara hızlı bir şekilde karşılık verdi ve bu ülkelere ihracatını birkaç kat artırdı. Bu şekilde kasaya para girmeye başladı.
Rusya da tıpkı Saddam Hüseyin gibi komşu bir ülkenin topraklarını ele geçirmeye çalışıyor ve yine Türkiye kritik önemde.
Ankara şu ana kadar izlediği politika ile Batı’nın tepkisini çekmiş değil; Batı’da mallarına el konan oligarklara kapısını açmasına, Rus uçaklarına hava sahasını kapatmamasına, Rusya’ya herhangi bir ambargo uygulamamasına rağmen Batı şimdilik olup bitenlere sessiz davranıyor.
Savaşın uzaması, ya da Rus Lider Vladimir Putin’in bir çılgınlık yapması durumunda Batı yine Türkiye’nin eylemlerine göz yumar mı? Tartışılır…
Mevcut tabloya baktığımızda ABD hariç diğer Batılı ülkelerin Türkiye’nin tavrını destekledikleri dahi söylenebilir. Bu süreçte Avrupa’nın iki önemli ismi Almanya ve Hollanda‘nın başbakanları Türkiye’ye gelirken, Erdoğan Batı blokunun diğer iki önemli ülkesi Fransa ve İtalya liderleriyle görüşmeler gerçekleştirdi.
Batı’nın Türkiye’ye ses çıkarmamasının belki de en önemli sebebi, savaşın seyrini Rusya’nın lehine değiştirecek boyutta bir gücü ve etkisinin olmaması.
Örneğin Moskova, Batı’nın ekonomik ambargosundan kurtulabilmek için Çin ve Hindistan gibi ekonomik devlerin kapısını çalıyor. Bu ülkeler hem çok büyük pazarlar ve hem de Rusya’nın ihtiyacı olan teknolojik yardımları yapabilecek potansiyelde. Her iki durumda da Türkiye, Rusya’nın derdine deva olabilecek bir ülke değil.
Diğer önemli bir sebep ise daha fazla Rusya’nın kucağına itilecek bir Türkiye’nin elinde hala çok büyük bir mülteci kozunun bulunması.
Türkiye ve İdlib’deki sekiz milyon Suriyeli hala Avrupa için potansiyel mülteciler olarak görülüyor.
Türkiye’nin şu ana kadar iki başarısız arabuluculuk görüşmesine ev sahipliği yapmış olmasının Türkiye’ye diplomatik, ekonomik ya da askeri bir getirisi yok. En büyük kazancı, Bayraktar insansız hava araçlarının Rus tankları ve zırhlı araçlarına karşı büyük bir üstünlük sağlaması ve bunun uluslararası medya tarafından reklamının oldukça fazla yapılması.
Savaş, İran-Irak savaşında olduğu gibi ekonomik bir getiri sağlamadı, tam tersine büyük bir turist kesintisine yol açtı. Oligarkların ve zengin Rusların Türkiye’ye ne kadar para getirdikleri ise bilinmiyor.
Fakat savaşın Erdoğan’ın koltuğu için hem yurt içinde ve hem de yurt dışında önemli faydalar sağladığı söylenebilir. Her ne kadar halkın gündemi ekonomik kriz olsa da, Erdoğan elindeki medya gücüyle konuyu savaşa getirerek, hem krize sebep olarak bu savaşı gösteriyor, hem de Türkiye’nin arabuluculukla uluslararası arenada önemli başarılara imza attığı propagandası yapabiliyor.
Eğer tayyip batı değerlerine yani hukukun üstünlüğü, demokrasi, insan haklarında ilerleme sağlamaya kalkarsa o zaman derin batı türkiyeye müdahale eder. Şimdi batı içine kapanmış bir türk rejiminden çok memnun. Aynı şekilde muhalefet de durumdan çok memnun. Muhalefet rejimin bekçisi olarak hazır kıta tetikte bekliyor. Tayyip rotayı çevirirse yani batı sevgisinden bahsetmiyorum, batı değerlerine türkleri yönlendirirse bu muhalefetin kırmızı çizgisi. Yani muhalefet şu anda muhalefet yapmıyor çünkü kendini iktidarda hissediyor. Aynı şekilde batıda tayyipe itiraz etmiyor çünkü zaren istedikleri rejim oluşmuş durumda. Yani tayyipin başında iki kılınç var. Tayyip batı değeri ile türkü buluşturmaya kalktığı an bir taraftan batı yüklenecek, diğer taraftan muhalefet yüklenecek. O zaman bu muhalefetin ve batının sessizliğinin ne kadar yanıltıcı olduğu anlaşılır. Şimdilik tayyip çok iyi çünkü batının ve muhalefetin devr almak için sabırsızlandığı rejimi kurdu. Karşılığında kimse ona dokunmadı. İnsanların rejimi karşılığında liderliği aldı. Sanki dokunulmazmış gibi sahte bir güç elde etti. Bu gücü gören insanlar güçten etkilendi. Zayıflıklarını unutup tayyipte fani oldular. Ama unuttukları bir konu vardı. İnsan yaratılış gereği zayıftır. İnsan olmanın gereği zayıflıkları kabullenmektir. Mutlak bir güç arayışı insanca bir davranış değildir. Yani insanlar mutlak güce inandılar ve kendilerini kaptırdılar. Türkiyenin rejimine karşılık mutlak gücü satın aldılar. Mutlak gücü ukraynalılara anlatın bakalım. Yada yaptırımlar yüzünden aciz duruma düşen ruslara anlatın bakalım, ne diyecekler? Osmanlının bile mutlak gücü yoktu. Onun da sınırları vardı. Kendisini bildiği için büyük devlet oldu. Kendini bilmeyenlerin elinden modern rejimi alırlar sonra müslümanlık rejimi diye ışidin rejimini pazarlarlar. Güçten etkilenenler de batıya ve muhalefete karşı dik duran, hakkını yedirmeyen bir lider var sanırlar. Çok ilginçtir haklarını lidere karşı yedirirler sonra da lider hakkımızı yedirtmez diye liderin arkasına geçerler.