Ana Sayfa Güncel Erdoğan için son çare savaş mı? (2)

Erdoğan için son çare savaş mı? (2)

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Bir önceki yazımda Erdoğan’ın ülkedeki feci ekonomik ve siyasal çöküntünün kendisini iktidardan etmemesi için siyaseti ani bir şekilde güvenlikleştirmek dışında bir opsiyonu kalmadığını ve bunu da ancak bir savaşla yapabileceğini ileri sürdüm. Bu yazıda, bahsettiğim savaşın olası tasarımını, hedeflerini, planlamasını, sınırlarını, yürütülüş biçimini ve risklerini kısaca ele alacağım.

Öncelikle şunu tespit etmek gerekiyor. Dış tehdit, dış düşman ve askeri gücün yurtdışında kullanılması – dışarıda çatışma – Türk siyasetinde her zaman iktidara yarar. Sosyolojik anlamda paralel toplumlardan oluşan, gelecek tasavvurlarında, amaç birliğinde, biz duygusunda ve ortak kültürde ve değerlerde birbirinden kopuk, yamalı bohça gibi olan Türkiye toplumu, olağanüstü dış güvenlik tehdidi algılarının arttığı ortamlarda iktidar etrafında birleşme eğilimi gösterir. Dış tehdit adeta toplumun gelecek tasavvurunu, o dış güçten kurtulma veya o tehdidi bertaraf etme babında ortak bir zemine taşır. Kısa süreli de olsa farklılıkları kamufle eder ve bir amaç birliği yaratır. Geçici de olsa bir biz duygusu sağlar. Ortak olmayan kültür ve değerler evrenini bir süreliğine etkisiz hale getirir ve toplumu bir amaç etrafında birleştirir. Türkiye sosyolojisine en bütünleştirici etkiyi dış düşman ve dış çatışma – savaş – yapar. Kurtuluş Savaşı, Kore Savaşı, Kıbrıs Çıkartması gibi örnekler, yukarıdaki tespitleri doğruluyor. 2013 Gezi Protestoları ve 17 Aralık soruşturmalarının dış mihraklarca kışkırtıldığı şeklinde topluma lanse edilen tez, muhalefetin uzun vadede bu diskuru satın almasına katkıda bulundu. Çünkü muhalefet toplumun karşısına çıkıp “ne alakası var!” demenin risklerinin farkındadır. Bu bağlamda 2013 sonrasından itibaren Erdoğan ve onun etrafındaki güç paydaşları, toplumu çok usturuplu biçimde güvenlikleştirdiler ve bu yolla muhalefeti daha “periferik” bir alana ittiler. Bir diğer ifadeyle, muhalefete rejim diskurunu benimsetmeyi başardılar ve böylelikle büyük bir stratejik zafer elde ettiler. Bu sayede rejim kuruldu ve konsolide oldu. 15 Temmuz 2016 kalkışması ise çok daha kapsamlı bir güvenlik tehdidi olarak tasarlandı. Yani bu tehdit de aynı Gezi ve 17 Aralık gibi, “dış güçler” tarafından planlanmış bir güvenlik tehdidi olarak topluma lanse edildi.

Hâlihazırdaki aşamada rejim artık Gezi gibi veya 17 Aralık gibi değil, hatta 15 Temmuz 2016 kontrollü darbe kalkışması gibi bile değil; çok daha büyük çaplı bir güvenlik krizine ihtiyaç duyuyor. Erdoğan, seçim baskısını üzerinden atabilmek ve zaman kazanmak zorunda ve kanımca bunu başarabilmek için son çaresi, bir savaş çıkarmak. Bu savaşın geniş paydalı, uzun süreli, topyekûn bir savaş olmasına gerek yok. Sonuçta manivela olarak kullanılacak, güç kaldıracı görevini yerine getirecek işlevsel bir propaganda ve algı çalışmasından bahsediyorum.

Bu rejimin bir savaşa ihtiyacı var. Çünkü seçimleri kaybedeceğini sezmiş durumda. Ya seçimi manipüle edecek ve masa başında kendini galip ilan etmeyi deneyecek – Belarus modeli – ya da seçimi erteleyecek. Masa başında şikeyle kendini galip ilan etmesi zor, çünkü Türkiye’de Belarus’taki koşullar, Erdoğan’ın ve güç paydaşlarının tüm gayretlerine karşın henüz tam manasıyla oluşmuş değil. Eğer bunu her şeye rağmen denerlerse büyük bir riske girecekler. Yeniden Gezi olayları gibi bir hareketin ortaya çıkmasından çok büyük endişe duyuyorlar. Ve bu potansiyeli görüyorlar. Özellikle CHP ve İYİP’in rejim içi parti olması, Erdoğan’ın alaşağı edilme kâbusunu diri tutuyor. “Yarın sabah uyandığımda sarayın önünde toplanan bir milyon insan olursa ne olur?” kaygısını anlamamak olanaksız. Bu kitle demokrasi veya hukuk için sokağa çıkmaz. Ama seçimin çalındığına kani olursa çıkabilir. Bu, rejim içi bir başkan değişimiyle sonuçlanabilir. Erdoğan ve yakın çevresi, tüm o havuz kalemşörleri, yandaş firmalar, İslamcı taban, külliyen bir gecede terörizm suçlamalarıyla kendilerini takibat altında bulabilir. Bitirdikleri hukuk kendi başlarına bela olabilir. Topluca “FETÖ’nün” siyasi kanadı ilan edilebilirler. Erdoğan’ın ve yakın çevresinin bundan ödü kopuyor. Türkiye’ye kendilerinden sonra hukuk gelmeyeceğini görüyorlar. Hukuksuzluktan, hukuktan korktuklarından çok daha fazla korkuyorlar. İşte savaşın en büyük motivasyonu bu korku.

Erdoğan’ın çıkarabileceği savaşın iki potansiyel düşmanı var. Ya Suriye, ya da Yunanistan!

Senaryo 1) Şu an Suriye’de girişilecek bir savaş daha yakın bir olasılık. CHP ve İYİP, bugüne dek tüm Suriye müdahalelerine mecliste destek oldular. Çünkü her iki parti de bugünkü Türkiye toplumundaki nasyonalizmin gücünü – ülkücülük ve ulusalcılık sağ ve sol nasyonalizmdir; daha önceki yazılarımda bunu uzun uzadıya anlatmıştım – iliklerine kadar hissediyor. Suriye tezkerelerinin onaylanmamasını iki parti de göze alamaz. Eğer Erdoğan Suriye’de geniş bir askeri harekâta başlarsa ve hasbelkader bu harekât esnasında Esad güçleriyle bir çatışma yaşanırsa, Türkiye Suriye – ve dolayısıyla Rusya – ile fiilen bir savaş çıkarmış olur. Bu savaşın fazla büyümeden durdurulması mümkün. Çünkü Rusya sonuçta NATO üyesi olan bir Türkiye’nin bir kısım da olsa toprağını büyük olasılıkla işgale yeltenmez ya da Türk topraklarında ciddi bir askeri taarruza girişmez. Bu tam da Erdoğan ve yakın çevresinin Suriye ile savaşa sıcak bakmalarının birincil motivasyonudur. Limitli olarak, Güney sınırını elli kilometre aşağıya çekecek bir askeri operasyon, Erdoğan’a istediği siyasal avantajı sağlamaya yeter de artar. Muhalefet Türkiye’nin bu “milli meselesini” destekler, seçimler ertelenir, Erdoğan zaman kazanır. Dahası, yaşanan ekonomik yıkıma da bir bahane bulmuş olur. Sonunda ağır askeri kayıplar vererek geri adım atsa bile, başarılı bir dramaturji ile ulusal bir kahraman haline gelir/getirilir.

Senaryo 2) Bu koşullarda Yunanistan ile bir savaş çıkartmak daha zor ve maliyetli. Çünkü birincisi Yunanistan bir NATO üyesi, AB’nin parçası, uluslararası hukuk bakımından tüm tezleri Türkiye’nin iddialarına göre daha tutarlı. Suriye gibi uluslararası olarak izole olmuş bir konumda değil. Türkiye Yunanistan’a karşı bir askeri harekâta girişirse, karşısında çok ciddi bir ittifak bulur. Tüm bu saydıklarım, Yunanistan olasılığının çok daha zayıf olduğunu gösteriyor sanmayın. Bilakis, Yunanistan’a yönelik sınırlı bir askeri operasyon – mesela Meis’e çıkartma ve Yunanistan ile bir deniz ve hava muharebesi – Türkiye’de Erdoğan’ın Suriye’deki bir askeri operasyondan çok daha fazla işine yarar. Çünkü anti-Yunan duygular, Türkiye’deki tüm partiler arasında – belki HDP hariç – çok yaygındır. Üstelik Erdoğan, bu savaşın ardından, gücünü pekiştirdikten sonra, barış prensi rolüne soyunup, Türkiye’nin örneğin Kıbrıs’tan çekilmesine onay vermek suretiyle, hatırı sayılır bir dış krediye de sahip olabilir. Yani önce kötü adam, ardından Yunanistan ile barışı inşa eden, doğu Akdeniz’e istikrar getirecek adımlar atan bir Türk lideri. Erdoğan için hiç de fena bir final olmaz.

Erdoğan her iki olasılıkta da, içeride kötüye giden durumunu düzeltebilir. Muhalefeti etkisizleştirebilir, hatta büyük bir koalisyon tabanı oluşturabilir. Önce kötü polis, sonra iyi polisi oynayarak, hem içeride hem de dışarıda kredisini arttırabilir. Bu arada sığınmacı nüfusundan kaynaklanan jokerini elinde tutarak, Batı’ya karşı her iki senaryoda pazarlık gücü elde edebilir. Unutulmamalı ki bu her iki senaryoda da Erdoğan’ın amacı askeri bir başarı kazanmak falan değil. Hatta bilakis, askeri başarısızlığı içeride “Batı’ya kafa tutan güçlü lider” olarak pazarlar. Elde edeceği pat durumunu (beraberliği) “tüm cihana karşı tek başına kafa tutan Türkiye” olarak satar. Türkiye bunu satın almaz mı zannediyorsunuz yoksa!

Bu bahsettiğim savaş senaryolarının ikisi de, Erdoğan’a içeride nefes aldırır. İktidar paydaşlarına vereceği tavizlerle, hatta muhalefete sağlayacağı “geniş tabanlı milli birlik yönetimi” benzeri bir yemle, kendisini emekli olana dek bir dönem daha garanti altına alabilir. Hatta yem olarak “gelin bu kriz sürecinde ülkeyi parlamenter sisteme ben döndüreyim!” bile diyebilir. Muhalefet bu tuzağa bilerek ve isteyerek düşer. Sonuçta HDP hariç hiçbiri şu anki statükodan şikâyetçi değil zaten.

Bu bahsettiğim şeyler bir senaryodur, beyin jimnastiğidir. Bir kısmı gerçekleşebilir, ya da tümü gerçekleşebilir. Veya rejim içi – bizim bilmediğimiz, kapalı kapılar ardında yaşanan gelişmeler – nedeniyle hiç beklenmedik başka yönelimlerle karşılaşabiliriz. Veya doğan nedenlerden ötürü bir iktidar değişimi yaşanabilir. Ancak ben önümüzdeki yaza kadar Erdoğan’ın masasının bir köşesinde bir savaş planı senaryosu duracağını düşünüyorum. Bundan önce benzeri operasyonlardan imtina etmeyenler, açtıkları yolda biraz daha ilerlemekten çekinmeyeceklerdir.

Tüm Türkiye’nin bir an önce bu maceracı ve tehlikeli rejimden kurtulmasını dilemekten başka elimden bir şey gelmiyor.

2 YORUMLAR

  1. Deniz
    Mükemmel bir yazı. Bu yazıyı okurken aklıma milli maçlar geldi. Hakemin hep taraf tuttuğu maçlar. Yenince hiçbir şey olmuyor ama yenilince "yine hakem taraf tuttu" olan maçlar. Milli maçları düşman ile mücadeleye benzettim. Bir savaş var ve milli duygular bütün ayrılıkları bir tarafa bırakıp ortak hareket etmektedir. Bir çeşit trans gibi yada ayin gibi. Herkes farklılığı unutuyor çünkü büyük kapışma vardır. Artık hiçbir iç sorun yoktur. Sorun hep dıştakilerdir. Yenilince sorun hakemdedir. Yine türklere karşı taraf tutmaktadır. Maç haçlı savaşlarına kadar gitmektedir. Haçlılar türklerin yenilmesi için elinden geleni yapmaktadır. Bu duygu türkleri inanılmaz kenetlemektedir ama zeminde dram vardır. İnsanlar milli takımın başarısızlığını inanılmaz bir hikaye yazarak örtmektedirler. Siyasi başarısızlığı da milli maç gibi bir ortak düşman karşısında, hikaye başarısız da olsa insanları kenetlemek kolay. Haçlı seferleri taktiği hep tutar. Futboldaki başarısızlığımızı bile gölgelemeyi başarmaktadır. Zaten kimse başarısızlığı kafaya takmıyor, başarısızlık üzerinden hikaye yazılmaktadır. "Yine haçlılar geldi, yine saldırıyorlar" hikayesi yeterlidir. Bu sayede bir film sahnesi içine girilmektedir. Sahnede haçlılar ile kapışan türkler vardır. Türkler kapışmayı hep sevmiştir. Bayılıyorlar buna, yani çıldırıyorlar. Hemen herkes baltasını alıyor ve yaşa bakmadan savaşa katılıyor. Şimdi yeni bir haçlı seferi senaryosu aranıyor. İnsanları ekonomik krizi unutturacak en iyi şey onların duyunca kendilerini kaybettikleri şeyi onlara vermek. Bu 17 aralık olur, 15 temmuz olur, yunan olur, suriye olur. Bir sürü senaryo var, katalogdan hangisini seçersen seç konu hep aynı, "haçlılar saldırıyor." Yani kimse bizim futbolcular neden zafer kazanamıyor demiyor, iç sorunları görmezlikten geliyor. Bu da çürümüşlüğü, kokuşmuşluğu beraberinde getirir. En basit eleştiriyi bile düşman olarak görmeye neden olur. Basit bir eleştiri bile getiremezsin. "Biz savaşırken sen nasıl olur da milli takımımıza, orduya laf söylersin". Düşmanlarımız bize saldırırken sen nasıl olur da şerefli, milli, yerli milli takıma, orduya laf söylersin. "Yoksa senn vatan hainimisin?" "Yoksa sende yunan işbirlikçisimisin?" "Yoksa sen milli değilmisin". Bu baskıya maruz kalmamak için kimse sesini çıkaramaz, eleştiremez, hataları ortaya koyamaz. Bu sayede içeridekiler, düşman dışarıda olduğuna göre dışın içindekiler, rahat nefes almaktadır. Herkes dış ile ilgilenmektedir. Burada en kritik nokta dayatmadır. Yani sesini çıkaran, filmde gürültü yapan, ritüeli bozan, ayini bozan kişi hain, işbirlikçi dayatmasına maruz kalmaktadır. O yüzden bu projeler toplumda tutmaktadır.
  2. bir ihtimal daha var
    Senaryo 3 Güney Azerbaycan üzerine İran-Azerbaycan savaşı çıkabilir mi? İran ile ideolojik yakınlık ve güvenlik bürokrasisisinin üst düzey teması Azerbaycan üst yönetimi ile yolsuzluk ve silah satışı bağlamında ortaya çıkan yakın temas Sayesinde kontrollü bir savaş çıkabilir mi? Türkiye Azerbaycan yanında yer alarak savaşa dahil olabilir mi? Dindar, muhafazakar ve milliyetçi halkın oyları bu şekilde konsolide edilebilir mi? İran'a başka alanlarda taviz verme karşılığında Nahçıvan'a bir koridor açmayla sonuçlanabilecek bir savaşın iç siyasete etkisi ne olur?