Enkaz altında 10 yıl 

YORUM | MAHMUT AKPINAR

İnsanlar depremden sonra günlerce soğukta, enkazın altında kaldılar. İhmaller, sorumsuzluklar nedeniyle yüz binlerce canımız aç biilaç, son nefeslerini molozların altında tüketti. Yakınları tırnaklarıyla çabaladı, ama çok şey yapamadı. Zira elinden gelen sınırlıydı. Bu felakete toplumun, devletin el atması gerekiyordu.  

Depremden sağ kurtulanlar ise yakınlarını yitirmenin yanında müthiş sıkıntılara maruz kaldılar. Günlerce, haftalarca gece kıyafetleriyle karın, yağmurun altında başlarını sokacak bir sığınak, bir tas çorba aradılar. Sıcak ilgiye, merhamete, anlaşılmaya ihtiyaç duydular. 

Doğal felaketler genelde toplumun birleşmesine ve ortak duyguların güçlenmesine vesile olur. Irk, dil, din, inanç, ideoloji gözetmeksizin herkes mağdura yardım etmek için elinden geleni yapar. Merhamet, paylaşma ve kardeşlik duyguları öne çıkar. Ama çıkar odaklı ve seviyesiz siyaset böylesi felakette bile toplumu kutuplaştırmayı başardı. Yetkili olup sorumluluk almayanlar afetzedeleri tehdit etmekten çekinmedi. Halk duyarlılık gösterdi, canhıraş bir çabayla afet bölgesine yardıma koştu. Ama enkazın altından canlarımızı çıkaramadık. Ölümler, acılar bizi duygusallaştırdı, ihmaller öfkelendirdi.  

Şimdilerde arka arkaya ve farklı illerde sarsıntılar oluyor. Bunlar sadece deprem bölgesini değil, her bir vatandaşı tedirgin ediyor. Bilim adamlarının yaklaşan Marmara depreminden bahsetmesi, halkın tedbir alınmadığını bilmesi tüm Türkiye’yi korkutuyor. Sınırlı sayıda ilimiz hariç ülkenin tamamı kabuslar görüyor, yatağına endişeyle giriyor. Deprem toplumun psikolojisini topyekûn bozdu, insanları travmatik hale getirdi. Türkiye’de kimse kendini emniyette görmüyor. Binaların çürüklüğünün, ihmallerin, kötü yönetimin herkes farkında. 

Acıları yarıştırmıyoruz, karşılaştırmıyoruz ama bu ülkede on yıldır toplumun bir kesimi zaten enkaz altında yaşıyor. İki milyon insan siyasi soruşturmalara maruz kaldı, yüz binlercesi işinden atıldı, hapislere dolduruldu. Çıkış bulamayıp intihar edenler oldu. Süreç hala insafsızca devam ediyor. Aileleriyle birlikte 10 milyona yakın insan, iktidarın kini, toplumun duyarsızlığı, aydınların sorumsuzluğu nedeniyle enkaz altında nefes almaya çalışıyor. Siyasi bölünme, ağır dışlanma, ötekileştirme nedeniyle enkaz altındakiler bazen en yakınlarından dahi destek göremiyor. Zira enkaza yönelen, mağdura el uzatmak isteyenler de “terörist” ilan edilip tutuklanıyor. Bazı insanlar kendi çabasıyla enkazdan çıkmaya çalıştığında iktidar yalakası birileri gelip başlarına basıyor, ellerine vuruyor ve enkaz altında yaşamaya zorluyor. Enkazdan kendini kurtarabilenler hakarete, küfre, aşağılamaya muhatap oluyor. Maalesef toplumun büyük kısmı bu felakete duyarsız. Bazıları siyasetin ürettiği nefret nedeniyle bu afetzedelere husumet besliyor, küfrediyor. Depremlerde, doğal afetlerde sağ kurtulanlara sevinç çığlıkları atılır. Ama bu enkazlardan cesetler çıktıkça, intiharlar, ölümler oldukça sevinenler var. Biri başını sokacak çadır bulsa, o çadırı başına yıkıyorlar.

Deprem felaketinden sonra görülen korku ve endişeyi 10 yıldır Hizmet mensuplarına yaşatılana benzetiyorum. Ben Meriç’ten geçmedim, hapse atılmadım. Temel pek çok hakkım gasp edildi ise de can korkusu, işkence tehdidi yaşamadım. Sadece gurbet elde hayata sıfırdan başlamak durumunda kaldık. Kendimi az etkilenenler arasında görüyorum. Fakat buna rağmen sık sık Türkiye ile ilgili bir kabusla uyanıyorum. Ya polis kovalıyor ya hapisteyim veya zulümden, işkenceden kurtulmak için ülkeden çıkmaya çalışıyorum. Hapis yatanların, işkence görenlerin ve 15 Temmuz sonrası o zehirli atmosferi Türkiye’de tecrübe edenlerin halini hayal dahi edemiyorum. Türkiye toplumu maalesef bu insanlar için empati yapmadı. Şimdilerde halk o endişeyi, korkuyu, güvensizliği kısmen tecrübe ediyor. Münhasıran deprem riski olan yerleşimlerin halkı her an bir depremin geleceği, evini barkını yıkacağı ve ailesinden bazılarını alacağı korkusuyla geçiriyor günlerini. 

Hayatında en küçük bir suça bulaşmamış, şiddete rüyada dahi tevessül etmemiş insanlar 10 yıldır Sefiller’deki Jan Valjean gibi takibe, tasalluta, hakarete maruz. “Terörist” ilan edilip basılacağı, hapse atılacağı, işkenceye uğrayacağı kabusuyla yaşıyor. Daha acısı bunların bazıları son depremin yıkımına da yakalandılar.

Ne acı ki ilk iki gün depreme müdahale etmeyen devlet/iktidar deprem bölgesinde birinci gün dahi operasyon yaptı, cadı avına devam etti. Enkazdan çıkarılıp GBT’si yapılıp hapse atılan öğretmenlere şahit olduk. Bazı deprem yardımlarından “KHK’lıların istisna tutulduğu” resmî kurumlarca duyuruldu ve tarihin en karanlık anlarına kayıt düşüldü. 

Deprem bir doğal afet. Tedbirlerle hasar azaltılsa da kaçınılmazdı. Son on yıldır Türkiye’de toplumun suskunluğundan güç alarak rejimin bir kesime yaptıkları ise tamamen beşerî afet. Siyasi felaket ve zulüm. Siyasete secde eden Anayasa Mahkemesi bile hapishanelerde mahkûm olarak tutulan 3 kişiden ikisinin masum olduğunu, yargılanmaların yüzde 77’sinin adil yargılanma hakkını ihlal ettiğini söylüyor.  

Deprem oldu, insanımızın bir kısmı afetin altında kaldı. Bu yaraları muhtemelen bir süre sonra saracağız ve hayat normale dönecek. Ama kötü yönetimden kaynaklanan enkaz 10 yıldır masumların üzerinde duruyor. Milletin hukukunu korumak için kirli iktidara karşı yasal görevini yapan polisler, yargıçlar, gazeteciler.. Yıllardır ve aile boyu, hatta sülale boyu enkaz altındalar. En kötüsü, bu insanların enkaz altında oldukları, mazlum ve mağdur oldukları duyulmuyor, görülmüyor. Siyasi ayrışma, çıkarcılık, korku nedeniyle bırakın enkazı kaldırmayı, bazıları habire üstlerine moloz yığıyor. Ülke yıkılmışken bile cadı avı devam ediyor, yardım yapanlara “terör” operasyonları sürüyor. Muhalefet susuyor, insanlar linçe destek veriyor. 

Zulüm, adaletsizlik arşa ulaşmışken, sükut ve suskunluk ülkeye egemen iken toplum ne huzuru bekliyor? 

Toplumuyla, aydınıyla, devletiyle Türkiye’nin önce on yıllık bu enkazı kaldırması lazım. Önce bu felaketin yaralarını sarması lazım. Bunu yaparsa sonraki felaketlere hazırlıklı olabilir, toplumsal barışı temin edebilir. Aksi halde atalarımızın dediği gibi mazlumların ahı arşı ve arzı titretmeye devam eder.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. İnsanlar doğal afetlerden kaynaklanan travmaları, ne kadar ağır olsalar da zamanla anlatabiliyor. Ancak insan eliyle uğradıkları, hele ki toplumun da destek verdiği, zulmün travmasını (depremde terkedilmiş, unutulmus olmanın neden oldugu dahil) atlatmaları kolay olmuyor. Toprağın altına diri diri gömenler, sesimizi duyupta hiçbir şey yapmayanlar, yardım etmek isteyenleri engelleyenler, yardım edenleri teröre yardım etmekten zindana atanlar ortada gezindikçe bu tramvayı atlatmak mümkün mü!? ‘Kimse yok mu’ diye haykirdigimuzda medet umulan yerlerden cevap gelmeyince, kimsenin kalmadığını anladık mı!?

  2. Sn. Akpınar; aslında deprem denen yıkım ve travmadan önce aslında KHK zulmünün bire bir aynısı tüm medyada gündem oldu. Özel sektörde işten çıkarmalarda KOD-29 ile kısaca “ahlaksız ve uygunsuz hareketten işten çıkarma” gerekçesiyle işinden atılanlar bu kodla çıkarıldığı için başka işyerlerinde de iş bulma olanağından yoksun kalıyordu. Bunu medyaya taşıyınca işverenler geri adım attı. O günlerde “KOD-29 Zulmü”, “KOD-29 Mağduriyeti/Mağdurları” alt başlıklı haberlerde KOD-29 yerine KHK ibaresini koyuyordum. Yaşatılanların ve yapılan alçaklık ve adiliklerin zerre kadar farkı yoktu. Birisi devleti ele geçirmiş hükümet eden soysuzlar çetesinin işiydi, diğeri ise işveren isimli örgütlü baronlar şebekesini işi. İkisi de asrın firavunlarının şeytani oyunlarıydı. Ne hikmetse KOD-29’da özel sektör baronlarının oyunu olduğu için geri adım atılırken KHK, hükümet eden soysuzlar çetesinin işi olduğundan ve pislikleri ortaya serildiğinden çözümü daha güç oluyor.
    Aslında sözde sağduyulu medya denen iki yüzlü sahtekarlar içinde tam bir turnusol kağıdıdır KOD-29 haberlerindeki KOD-29 ile KHK karşısındaki tutum ve davranışları. KOD-29’lu yüzlerce kişi ile röportajlar, ekranlara ve manşetlere taşımalar. Tek bir KHK’lıdan bile bahsetmeden imtina etmeler. Bırakın KHK’lıyı, hasta küçücük sabilerden bahsetmekten bile geri durmalar.
    Bir sosyal bilimcinin ya da gazetecinin KOD-29 ile KHK karşılaştırma yapması da tarihe önemli bir not olarak düşecektir.
    Elbet bunun bir bedeli olacaktı ve oldu ve bu vicdansız toplum için olmaya da – maalesef ki- devam edecek gibi görünüyor.
    Çok güzel ifade ettiniz gibi; tüm KHK’lılar sabah 5’te 6’da kalkıp kapısını dinliyordu -halen dinleyende çok insan var-. Gelen giden var mı, siren sesi ya da telsiz anonsu var mı diye. Kapısına gelen olanların adli süreci başlayınca; adli kontrollüler nisbeten daha rahatlıyor. Ancak adli süreci başlamamış olanlar aradan resmi olarak 7 yıl -dediğiniz gibi fiilen 10 yıl- geçmiş olmasına rağmen hala bir güvercin ürkekliğinde kapısının çalınmasını bekliyor.
    Bu yönden deprem bölgesindeki artçı sarsıntıların ne demek olduğunu KHK’lılar çok iyi hissediyor.
    Adli süreci başlasa, hüküm verilse bile bir GBT kontrolüne girince yinede KHK’lı geriliyor. Çünkü hükümet eden soysuzlar çetesi yeni suçlar icat etmede artık şeytana akıl veriyor ve insan neyle karşılaşacağını bilmiyor.
    Yani KHK’lı travması 7 yıldır bir saniye bile geri gitmeden aynı şiddette devam ediyor. Bu şiddetin depreme dönüşmesi de kaçınılmazdı.
    Ancak tek musibet deprem değil ki.
    Her şeyi depreme bağlamakta doğru değil.
    Yaşanan selleri, hortumları ne çabuk unutuyoruz.
    Anadolu’da görülmeyen hortum görülmeye başladı.
    Sellerde olan yıkımlar ortalama bir depremden az mı hasar bıraktı?
    Ya depremdeki gibi işçi cinayetleri, maden kazası altında ya da tren yolu kazası altındaki can kayıpları.
    Ya toplumsal yıkım?
    İlla fiziki bir musibet mi olmalı?
    Hep diyorum; bu toplum İman Hizmetine değil kendisine ihanet etti. Şimdi ahlakszılık, hayasızlık, alkol, uyuşturucu kontrol edilemez bir halde toplumun her yerine sirayet etmiş.
    Anlayana bunlar depremden, selden, hortumdan, kasırgadan, tsunamiden daha büyük felaketler.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin