En son ne zaman şükrettim!

VEYSEL AYHAN | YORUM

“Hoştur bana senden gelen:
Ya hilat-ü yahut kefen,
Ya taze gül yahut diken.
Kahrın da hoş lütfun da hoş.”

(Yunus)

Ebediyet arzusuyla yaşayan bir insan bir işi yaparken hangi amaçla yapar?

Hedef insanlar olmaz. Hedef insanlarsa bu, boş bir hedef olur. İnsan ekseriyet itibariyle vefasız bir varlıktır. Dün bir iyilik yapmışsınızdır, ama bugün beş derece yan baksanız, sizi siler, unutur. Çok az insan müspet olayların envanterini tutar. Genelde çoğu insanın sicil defterleri menfi olaylarla doludur. Bir fincan kahvenin 40 yıllık hatrı çoğu insanda 40 dakikayı geçmez. Sadece Allah, Vâfi-yi mutlaktır. 40 yıl önceki bir amelinizden dolayı sizin bugünkü bir yanlışınıza nazar etmez. Bu nedenle insan hedefli amel, fani ve boş bir hedeftir.

Bir işi yaparken, o işin emanet edilebileceği, karşılığının eksiksiz alınacağı tek merci Allah’tır. Sadece Allah için yapılan ameller bekaya namzettir.

ALLAH’IN “İŞ” AHLAKI

Peki Allah için bir şey yapmak kolay mıdır?

Mesela ben yarım yamalak bir işi Allah için yapsam ne olur?

Öncelikle Allah’a karşı saygısızlık olur.

Kurban örneğinden gidelim. Hasta, sakat veya cılız bir hayvan Allah için kurban edilmez.

Yarım yamalak bir iş, “zayıf ve cılız” donanımlı bir amel, iyi hesap edilmeden atılmış “sakat” bir adım, baştan savma bir iş nezdi ilahide makbul değildir.

Yeryüzündeki mükemmel işleyiş, temizlik ve düzen, dakiklik ve itkan (kusursuz, mükemmel) Allah’ın ahlakıdır. Yeryüzüne ve gökyüzüne baktığımızda şunu görürüz: “O, yedi kat göğü birbiriyle tam bir uyum içinde yarattı. Rahmân’ın yaratmasında bir boşluk, bir düzensizlik görmezsin. Çevir gözünü bir bak, bir kusur, bir çatlaklık görür müsün?” 

Göremeyiz, inatla incelesek yine bulamayız:

“Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak; gözün sana, (Allah’ın yaratmasının ihtişamı karşısında) hakir olarak (O’nun yaratmasında hiç bir kusur bulamamanın ezikliği ve bitkinliği içinde) geri dönecektir.” (Mülk, 3-4)

Allah’ın ‘tabiri caizse’ iş yapma biçimi, iş ahlakı böyle.

O halde Allah için bir iş yaparken o işte aşırı hassas olmak, özenmek, titizlik göstermek Allah’a karşı saygının gereğidir.

Dünyada yapılan en basit bir amel bile Allah için yapıldıysa ebediyet kazanır. Kim kusurlu veya defolu bir amelinin ebediyet kazanmasını ister?

Baştan savma veya yarım yamalak iş yapmanın pek çok sebebi olabilir ama en önemlisi yapılan işi kendine yakıştırmamaktır. İşi küçük görmek, beğenmemektir.

Bir iş yaparken mükemmel yapmak, özenmek, itkan üzere yapmak hakkında Hadis-i Şerifler var:

“Allah, yaptığı işi itkan üzere yapan insanı sever.”( Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, Emanetler, 4930)

“İş yaptığınız zaman, Allah o işte itkan etmenizi yani sağlam, arızasız ve kusursuz yapmanızı sever.” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 1, 275.)

İşimi nasıl yaptığımı şöyle test edebilirim: Yapıp bitirdiğimde geriye çekilip, imtina etmeden, tereddüt geçirmeden o işi Allah’ın teftişine arz edebiliyorsam o işin hakkını vermişim demektir.

DEĞER BİÇME MERCİİ

Peki yapılan işin önemi, değeri, kıymeti nasıl belirlenir. Değer biçme mercii neresidir?

Eğer Allah için yapıyorsam bu konuda yegâne merci Allah’tır. Benim keyif ve zevklerim merci olamaz.

Ben bir valiyim. Yaptığım iş bana göre, çevreme göre çok değerli. Hep el üstünde tutuluyorum. Peki bu iş Allah nazarında değerli mi? Bilmiyorum. “Allah valileri, idarecileri sever.” diye bir ayet veya hadis yok.

Üst düzey bir yargıcım. Bana göre, çevreme göre çok kıymetli. Astığım astık, kestiğim kestik. Peki Allah nazarında değerli mi? Bilmiyorum.

Her şey değişti. Şu an ise kargocuyum. Koca vâli, arabayla paket dağıtıyor. İtibar sahibi dekan, ilk mektepte çocuklara nezaret ediyor.

Bana göre de çevreme göre de pek muteber değil. İnsanların nazarı böyle. Peki Allah nazarında değerli mi? Bilmiyorum.

Üst düzey öğretim üyesi idim. Şimdi ise bir lokantada köfte pişiriyorum. Bana göre, çevreme göre pek muteber değil. Bunlara layık değilim. Peki bu beğenmediğim iş Allah nazarında değerli olabilir mi?

Yüzlerce işçi istihdam eden bir fabrikatördüm ama şimdi mermer işleme atölyesinde taş kesiyorum. Karo yapıyorum.

Zihni paradigmamın temel fotoğrafı minarenin tepesinden yere düşmüş olmak. Belki de Allah beni yerden minareye yükselti! Buna hiç ihtimal vermiyorum.

Peki yapmak zorunda kaldığım “düşük seviyeli” bu işleri ben mi tercih ettim?

Hayır. Cebren, kaderin sevkiyle önümde buldum.

Asli mesleğimi yapmak için yeteri kadar uğraştım mı? Uğraştım.

Elimden geleni yaptım mı? Yaptım. Fakat ona rağmen olmadı. Bu “düşük seviyeli” işi yapmak durumunda kaldım.

O halde şu an uğraşmakta olduğum iş şüphesiz Allah’ın takdiri. O’nun tensibi.

NAZARI TEST ETMEK

Mecburi istikamet olarak önüme konmuş bir meslek. Allah dileseydi hala “yüksek seviyeli” işlerle uğraşıyor olurdum. O zaman “nazar”ımı tashih etmeliyim.

Başka çareler tamamen tükendikten sonra elimde kalan son seçenek buysa o zaman Allah’ın bana uygun gördüğü meşguliyet budur.

Bir işi değerli kılan, işin ne olduğu değil; o işi kimin takdir ettiğidir. O meslek cübbesini size kimin giydirdiğidir.

Kaymakamlık veya genel müdürlük mü değerli, yoksa Allah’ın mecburi istikamet olarak önüme koyduğu ve takdir ettiği pizza dağıtıcılığı veya uber şoförlüğü mü?

İşte tam bu noktada ben ne kadar mümin olduğumu test edebilirim.

Bu iş mademki Allah’ın takdiri, o zaman ben bu işi benim için dünyanın en aziz işi olarak kabul edebiliyor muyum? Edebiliyorsam kendimle iftihar edebilir, tahdis-i nimette bulunabilirim.

Kaldı ki hala burnumda tüten eski mesleğim o kadar sıfırlandı ki şimdinin paşaları eskinin yüzbaşısı kadar itibarlı değil.

Valilik o kadar sıfırlandı ki şimdiki valiler o zamanın mal müdürü kadar saygın değil.

Şimdiki yargıçlara gelince… Mübaşirden hallice…

EN SON NE ZAMAN ŞÜKRETTİM?

Ama ben kendi sübjektif kriterlerimi kullandığım için bu işi beğenmiyorum ve sürekli şikâyet ediyorum. Hiç memnun değilim. Durmadan iç geçiriyorum. Söylenip duruyorum.

Gözlerim sürekli parıltılı örneklerde. Neden benim de öyle bir işim yok!

Kızıyorum. Sinirleniyorum.

Böyle olunca tabii ki şükretmeye hiç vakit yok. Şikâyet de şikâyet…

Oysa emsallerim yıllardır hücrede. Gıkını çıkarmadan Allah’a hamd edip şükrediyorlar. Ben ise kat kat özgürlükler içinde mevki beğenmiyorum. Şükürsüzlükte sınır tanımıyorum.

Çünkü şeytan sürekli kulağıma fısıldıyor: “Senin gibi bir insan bunlara mı layık!”

Şükür derken tesbihatta söylediğimiz çoğu zaman manası düşünülmeyen lafzi zikri kastetmiyorum. Onun yeri ayrı. Ben bilinçli olarak, Allah’a teşekkürü içinde hissederek lafzen veya kalben veya ikisi bir arada Allah’a minnettar oluşu kastediyorum.

Şükürsüzlük ve şikayetler insan ruhunu fasit bir daireye sokar ve bu fasit daire insanı bir anafora kapılmışçasına Allah’tan uzaklaştırır.

Bir insanın şükürsüzlüğü Allah’tan hızla uzaklaştığının en önemli emaresidir.

Böyle sürekli kendini yiyen ve enerji kaybeden bir insana şükür kapısı kapanır.

Allah’ın takdir buyurduğu nimetlere şükürsüzlük ve azımsama büyük bir tehlikeye kapı açar: “Eğer şükrederseniz, Ben nimetlerimi daha da artırırım, ama nankörlük ederseniz haberiniz olsun ki azabım pek şiddetlidir! ”(İbrahim, 7)

İşinden, konumundan hoşnutsuzluk, ruhi tedirginlik veya huzursuzluk da bu azabın dünyadaki tezahürü olabilir. 

Bu hadis ise tehlikenin imana kadar uzandığını ifade ediyor.

“İman iki yarımdan oluşur. Yarısı sabır, yarısı şükürdür.” (Beyhaki, Şuabu’l İman, Sabır, 9264)

EN TEHLİKELİ TAHFİF

Bazen de insan “oyunu okuyamaz.” Allah’ın onu şereflendirmeyi murat buyurduğu meslek nübüvvete veraset mesleğidir. Temsil ve tebliğdir. Bu işleri angarya görür. Müktesebatını hafife alır. Başka işlere heveslenir. Aklı piyasadaki harcı alem işlerdedir. Oyunu okuyamaz ve kapıları beyhude tırmalar durur. Ve hiçbir zaman da maksuduna vasıl olmaz.

Allah’ı anlatmak yeryüzünün en aziz mesleğidir ama Allah minnetsiz çalışır. (Tabiri caizse.) Allah’ı anlatırken yaptığı işi hafife alanlar, sürekli şikâyet edenler, tekasül gösterenler, başka mesleklere göz kırpanlar bir süre sonra neye uğradıklarını anlamadan kendilerini bir şose kenarında bulur. Evet Allah minnetsiz çalışır. Nübüvvete veraset mesleği şükür ve sabır mesleğidir. Eksikliklerden şikâyet makamı değildir.

RIZA MAKAMINA VARMANIN YOLU

Allah’ın Rıza’sını kazanmanın yolu onun takdirine razı olmaktan geçer.

Allah’ın sana takdir ettiği eş, ihsan ettiği evlat, çalışma arkadaşların… Bunlar ve bunların sana göre yanlışları ve senin bunlara Allah rızası için katlanman, Rıza makamı için birer akabedir.

Sonra önümde bulduğum iş, meslek.

Bu işi küçümsememeliyim. Sevmeli ve yaparken özen göstermeliyim.

İşini sevmeyen özen göstermez.

Koskoca hâkime, kreşte bebek bakıyor, altlarını temizliyor.

Mümince bakış açısı şudur: Bu çocuklar Allah’tan bana gönderilmiş birer kutsi melek. Asli aidiyetleri anne-babalarına değil Allah’a ait. Ve ben Allah adına O’nun halifesi olarak onlara nezaret ediyorum. Benim muhatabım anne ve babalar değil. Asli sahibi olan Allah. O kişi, bu kişi değil “İşverenim” Allah. Dikkatli olmalıyım. İşi hafife almamın uçu bir saygısızlık olarak Allah’a uzanabilir.

Lokantada temizlik yapıyorum. Buraya Allah’ın misafirleri gelecek. Özen göstermezsem Allah’a karşı saygısızlık etmiş olurum.

Vaktinde yapılması gereken bir iş var. İhmal edip geciktiriyorum. İhmalkarlığımla mahcup olacağım makam ne o, ne de bu. İşi bana tevdi eden Allah.

Geciktirdim, vaktinde gitmedim. Muhataplarımı kırdım. Oysa asıl beklettiğim, kişiler veya insanlar değil; Allah.

O nedenle ben, bir işin hiç yapılmamış olmasını, yarım yamalak yapılmış olmasına tercih ederim. Çünkü kerhen yapılan iş, her safhasında eksiklikler barındırır. Tamamlanarak telafi edilmez.

Yarım yamalak, özensizce yapılan bir iş Allah için yapılıyorsa hem Allah’a saygısızlık hem de beyhude emek. Eğer yarım yamalak ve özensizce yapılan iş Allah rızası gözetilmeden dünyevi zorunluluklardan dolayı kerhen yapılıyorsa zaten baştan çöp demektir.

Nasıl ki hasta veya sakat; zayıf veya cılız bir hayvan Allah için kurban edilmez, öyle de kerhen yapılmış defolu işlerle Allah rızası kazanılmaz.

ONURLU HAMAL

Genelkurmay eski başkanı Hilmi Özkök’ün bir hatırasıyla bitireyim.

Özkök, bir röportajda kendisini en çok etkileyen olayı şöyle anlatıyor: “Ankara’da 5’inci kattaki yeni evimize taşınıyorduk. Merdivenler aşırı dar. Hiçbir hamal büfeyi yukarı çıkarmayı beceremedi. Sonra biri geldi yüklendi. Ve hiçbir yere sürtmeden o daracık merdivenlerden yukarı çıkardı. İndirdikten sonra çenesinden damlayan terler eşliğinde şunu söyledi: Komutanım, Ankara’da bu büfeyi bu kata çıkaracak benden başka hiçbir hamal yoktur.”

Özkök bunu aktarıyor ve şu sözü ekliyor: “Ben hala bunu söylerken burnumun kemiği sızlar. O hamal benim liderimdi. O bana en büyük şeylerden birisini öğretti; görevin ne olursa olsun, onun en iyisini yapmak ve onunla övünmek.”

 

 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

15 YORUMLAR

  1. “ahlakiliği hep kendi etrafında dönen şuurun üzerinden bakmak yerine hariçteki esma ve fiilerin güzelliklerini duyma, tatma ve hayata geçirilme aşamaları olarak algılayabiliriz.
    kişinin salih olma yollarından biri mahruti ve yoğun bir duyuşla kendini başkaların ve birçokların yerine koyabilmesidir.
    Nevinin elemiyle müteelim, sevinçleri kendi sevinci olmalı. hayal gücü ahlakiliğin en büyük enstrumanlarındandır.”

    hatırladığım kadarıyla sahabiye denir mahallendeki evlerde yangın çıkmış. o da gidip oraya koşmuş, bakmış komşusunun evi ve kendi evi olmadığına şükretmiş. sonra da diyor otuz senedir o şükr ettiğime istiğfar ettim..

    akli düzlemde sonuç kendimizden geçsek pek çok şey kendiliğinden halloluyor gibi..

  2. Insanlara sabir sukur dersi vermek gcok güzel, ama kolaycilik. Daha guzel ve faydali olabilecek ise insanlarin psikolojilerini dikkate alarak onlara sadikane kardesce destek olmak. Cogu zaman susarak, herhangi bir telkine girmeden sadece dinleyerek… Gazeteciler, yazarlar, hocalar, cumle nasihat edenler keske psikologlardan, sosyologlardan bu konuda destek alsalar. Zira kaş yaparken göz cikarma ihtimali var.
    Ikindi husus da genellemelere girmenin dayanilmaz hafifligi. Her insanin imtihani, gucu, sabri kendine göre. Kimi koca umman kimi cay bardagi… Unutmamak lazım.
    Mevla cumle dertli muminlerine Iman nuru ile kurtuluslar lutfeylesin.

  3. Ayhan Bey’in yazilarini eskiden takip ederdim ta ki fitne oldugu net bir meselede taraf olup bunu bu sitede yazi konusu yapana kadar. Ayni konuda taraf olup yazi yazan bir diger kose yazari da Mahmut Akpinar idi. O tarihten sonra hic bir yazilarini okumadim. Bugunku yaziyi da bir dostumun israri ile dinledim. Keske kose yazarlari yazacaklari konulari secerken daha ozenli ve objektif olsalar, aktualite ve gunluk hay huylari sirf cok okunmak arzusu ile ele almasalar, tarafgirlik yapmsalar, fitneye odun tasimasalar. Bu gunden sonra okur muyum, inanin bilmiyorum.

  4. Ayhan bey, yazınızı okurken Nietzsche’nin, “amor fati” yani “kaderini sev” felsefesi aklıma geldi. Amor fati; iyi ve kötü başa gelen her şeyin kabul edilmesi ve geçmişe takılıp kalmadan hataların ve başarıların tamamını, gelişime katkı sağlaması için sevmeyi anlatıyor. Nietzsche, bunu “üst insan” olmanın bir şartı olarak görüyor. Buraya kadar söylediklerinize katılmamak mümkün değil.

    Benim açımdan bu yazının şanssızlığı, henüz daha dün akşamki Tenkil Müzesi’nin programından sonra okumuş olmam. Muhtemelen bencileyin okurlarda aynı duyguları paylaşmışlardır: Bu acıları yaşamayan “ağabeylerimiz” bizimle empati kuramıyor ve acılarımızı hakiki manada anlamıyorlar.

    Nasıl mı? Şimdi genel yayın yönetmeni olduğunuz bu haber sitesindeki onlarca gazeteciden, Adem Yavuz Aslan hariç, başta da siz olmak üzere, kaç kişi tecrübesini, zamanını, imkanını yaşanılan mağduriyetleri fikr-i takip ciheti ile istikbale ve muhtemel bir hukuki hesaplaşmaya göre değerlendiriyor. Dosya dosya, konu konu, adam adam araştırıyor, belgeliyor, tasnif ediyor? Kaçınız siyasi ve sinema yorumu hariç, mesela Meriç’de, Ege’de boğulan ailelerin, içeride kanserden ölen veya acı çekenlerin, masum askerlerin birebir müşahhas vakalarını kısa bir günlük yazıdaki “vah vah!” yerine, tarihe bir not, yargıya bir dosya şeklinde araştırdı ve belgeledi. Mesala Cevheri Güven yanlış hatırlanmıyorsam MAK timindeki bir askerin başından geçenleri belge belge araştırıp bir dosya yaptı ve arşivledi. Bu hizmette sadece iki araştırmacı gazeteci mi var?

    İtkan diyorsunuz ya! Madem insanlara itkan dersi veriyorsunuz, siz de görevinizi itkan ile yapsanız. Biz de bilsek bu mağduriyetler belgeleniyor arşivleniyor. Yarın da hukuken hesabını sorarız. Düşmanlarımız da bilir ki her yaptığımız kayda geçiriliyor. Olmaz ya, belki çekinirler. Evet birileri bunların bir kısmını yapıyor, doğru. Ama sizler ne yapıyorsunuz doğrusu merak ediyorum. İnsanlara ümit bu şekilde verilir. Lafla değil.

    Bence, fildişi kulelerinizden özellikle Ahmet Kurucan gibi dostlar alışverişte görsün babından yazılarla millete ayar verme yerine, külahınızı önünüze eğip biraz da siz düşünün. Biz kendi mesleğimizi itkan ile yapıyor muyuz? İnsanlara ümit veriyor muyuz? Vesselam

  5. Muthis bir yaziydi lakin bir de o kadar üst duzey gorevler yürüten kimselerin, tekrar sabirla çalisarak dil, computer vs yeteneklerini gelistirip daha nitelikli isler yapmaya caba harcamalari konusuna deginseydiniz.
    Yuksek mevkiler isgal etmis ancak 5 yildir geldikleri ulkelerde iyi derecede dil ögrenemeyen, diplomalarina uygun is bulma konusunda caba sarf etmeyen yüzlerce insan var. Eski mevkili islerine oranla gittikleri yerde düsük profil göstermeleri de itkan şuuruna uygun düşmemektedir.
    Gittikleri ülkelerde bunlar nasil vali,kaymakam, hakim, doktor olmus diye hakli elestirilere maruz kalmaktadirlar.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin