YORUM | CUMALİ ÖNAL
Size bir devrin hikayesini anlatayım…
Mısır’daki gazetecilik günlerimde Türkiye’nin Kahire Büyükelçiliği’ne hergün uğrardım. İşim genelde Tahrir Meydanı civarında oluyordu ve elçilik de meydana çok yakındı.
Bundan dolayı bir elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki elçilik personelinin tamamıyla ister istemez bir samimiyet oluşmuştu.
2011’de başlayan Arap Baharı ile birlikte Türk dış politikasının yanlış tercihlerini özellikle Today’s Zaman’daki yazılarımda sert bir dille eleştiriyordum. Bu da beni, o dönem sık sık Mısır’a gelen Ahmet Davutoğlu’nun ekibiyle karşı karşıya getiriyordu.
O görüşlerimi elçilikte de dile getiriyordum ve kimse de rahatsızlık duymuyordu.
İçlerinden biri mevcut rejim ve başındaki kişiye ağza alınmayacak sözler de sarfediyordu.
O benden bir süre önce Türkiye’ye döndü ve bağlı olduğu kurumun merkezinde çalışmaya başladı (Burada o ismi deşifre etmemek için azami gayret gösteriyorum)
Sosyal medya üzerinden yazıştık bir süre. Bir gün hayat çizgisini değiştirdiğini, artık camiye gittiğini söyledi.
Dinle uzaktan yakından ilgili biri değildi.
Hayrola dedim…
“Valla baktım herkes birilerine yaranmak için camiye gidiyor, ben de başladım. Hem de en sona kalacak şekilde ayarlıyorum. Bu şekilde herkes beni görüyor“ dedi.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Yine Mısır günlerim…
Başka bir medya kuruluşundan bir arkadaş…
Kendisini ülkücü olarak tanıtır, göğsünü gere gere savaş muhabiri olduğunu, bulunduğu ülkelerdeki kahramanlıklarından her dem bahsederdi.
O da rejim ve başındakinin azılı düşmanıydı. Sular seller gibi hakaretler ederdi.
Onunla Tahrir olaylarını takip ederken, bir anda güvenlik güçleriyle taş, sopa, demir levye ve molotof kokteylleriyle saldıran göstericiler arasında kaldık. Güvenlik güçleri geldikçe göstericiler kaçışıyordu. Ben de kesinlikle herhangi bir tarafa doğru kaçmamamız gerektiğini, bunun çok tehlikeli olduğunu anlatırken, diğer yandan da görüntü almaya çalışıyordum.
Meğer kendi kendime konuşuyormuşum. Arkamı döndüğümde ön saflarda göstericilerle birlikte kaçarken gördüm
Ben de en azından onun kahramanlık hikayelerini bir daha dinlememek için kameraya aldım.
Neyse…
Aynı kahraman gazetecimiz şu sıralar, tıpkı 1996 Avrupa Şampiyonası’nda Hırvatistan’la oynadığımız maçta Vlaoviç’i düşürmediği için Fair Play ödülü alan Alpay Özalan gibi güçlüye göğsünü siper ediyor ve güçsüze haddini bildiriyor. (Tabi gücün izafi bir kavram olduğunu bir kenara not ederek…)
—
Gelelim asıl konumuza…
Dün sosyal medyada baş başa vermiş iki başörtülü kadının El Kaide’ye taş çıkartacak muhabbetini izledik…
Mafya Lideri Sedat Peker’in Berat Albayrak’la hesaplaşma videosunun ya da aynı gün Saygı Öztürk’ün Sözcü gazetesinde yayınlanan Peker ve Alaattin Çakıcı’nın barıştıklarına dair makalesinin uzun süre gündemi meşgul edeceğini düşünürken iki kafadar çizdikleri müthiş performansla mafyayı dize getirdi.
Aslında iki figür, partizanlığın, tarafgirliğin, güce tapmanın, makam devşirmenin, göze girmenin ne olduğunu, nasıl yapılacağını büyük bir ustalıkla bize gösterdi.
Yarın öbür gün aramızdan birileri, birilerine yaranacaksa kesinlikle bu videoyu bir yerlere arşivlemeli.
İki figür de üzerinde yorum yapmaya değecek kapasite ve ağırlıkta değil. Geçmişlerini irdelemeye dahi gerek yok. Rejim için kirli birer mendil onlar.
Kabataş yalancısı gazetecilerin nasıl kenara konduğunu gördük.
Ama ikili sözleri, mimikleri, pişkinlikleriyle bir toplumun nasıl dönüştürüldüğüne ayna tuttu bize.
Ben bunların birkaç kişi olduklarını sanmıyorum. Toplumun büyük bir kısmı bunların renginden.
Ha bu durum iktidar partisinin yandaşlarına da özgü değil. Kendisini demokrat, kemalist, laik olarak adlandıran partinin mensupları da bunlardan geri değil.
Dün sosyal medyada büyük takipçili bazı hesapların atışmalarını izledim. İktidar yanlısı olan konumuza mevzubahis figürleri canhıraşane desteklerken, muhalif olan ise tam tersi argümanlarla saldırıyor, arada ‘feto’den tutun, hain, darbeci (bunlar en hafifleri) her türlü ağır sözü sarfetmekten içtinab etmiyor.
Size bir devrin hikâyesini anlattım.
Türkiye mâlesef çok büyük bir inhiraf yaşıyor. Tefessüh zaten eskiydi, ama şimdi tamamen dışa vurdu.
Hakka-hukuka hürmet, adalet duygusu halk arasında da zayıf. Genel olarak, kendinden olmayan, her türlü zulme, gadre layık görülüyor. Adalet mekanizmasının işlememesinin de etkisi var belki bunda, veya o da berikinden kaynaklanıyor. Yalan, sahtekarlık çok yaygın.
İşte böyle bir bünye Hizmet’i kaldıramadı. Kendine uymuyor, kendinden değil çünkü…
Sağcısına da uymuyor, solcusuna da, başka bir şeyine de… Ortak kültürü (ya da kültürsüzlüğü dahâ doğru olur) var bunların…
Hizmet’in bir kulbunu da bulamadılar kendi taraflarına çekmek için…
Yaşananların genel sebebi bu diye düşünüyorum.
(Bu yorumu başka bir yazının altına yazmıştım, ama buraya iyi uyuyor. Tekrar okuyanlardan özür…)
Her devrin hikayesi olmus….