YORUM | RAMAZAN F. GÜZEL
Bir meslektaş arkadaşım, Ege’deki elim kazadan hemen sonra Yunanistan’a gitti. İki evladını kaybeden Fatma ve Nasır Işık çifti ile görüştü. İhtiyaçları ile ilgilenmeye çalıştı sağ olsun… Halen olayın şoku içinde olsalar da kadere tevekkül ve teslimiyet içinde olan bu yargı mensubu acılı ana-baba ile yaşadıklarını konuştuk.
Önce o gece yaşananları anlatıp, sonrasında göze takılan bazı acı hakikatleri aktaralım.
**
İçinde Işık ailesinin de bulunduğu ekip, İzmir’e bağlı bir kasabanın kayalıklarından inerek çok zorlu bir yolculuktan sonra 25 Eylül gecesi gidecekleri tekneye ulaşır. Ne yazık ki yolda onlara ışık tutan balıkçıları sahil güvenlik zannettikleri için -yolu yarıladıkları halde- tekrar aynı kayalıkları yürüyerek geri dönerler.
O gece yine orada kalmışlar ve ertesi gün cuma gecesi tekrar hareket ederler. Yine o kayalıklardan inerken, elim kazada vefat etmiş olan 58 yaşındaki Kevser Sezer hanımın durumuna hayret ederler. Zira kendisinin dizleri protezliymiş ve kendisinin ifadesine göre normalde merdivenleri bile çıkamıyormuş…
Kaptan tekneyi ilk kez kullandığını söyler. Tekne yeni, çok süratli ve motor gücü yüksekmiş… Bindiklerinde herkese can yeleği dağıtılır. Sadece kazadan sağ kurtulan Yusuf Bey’in çocuklarına ve 2 yaşındaki Ali İhsan Kara’ya yelek yetmez. Ama kazada Kara ailesinin yelek giyen diğer çocukları 8 ve 6 yaşındaki Mustafa ve Gülsüm vefat eder. Kazadan sadece bu üç çocuk sağ kurtulur.
Olay gecesi Yunan karasularına girince çok sevinirler. Yusuf Bey babasına, “Ulaştık” diye mesaj atar. Babası da Avrupa’da bekleyen arkadaşlarına haber verir. Dolayısıyla da onları bekleyen kişiler, onların ulaştıklarını düşünerek tekrar arama ihtiyacı hissetmez.
İlk anlaşmaları, yaşam olmayan koyun adasına gitmektir. Nedense o arada Yusuf Bey, “Bizi Sakız adasına bırak, yaşam olan yere” der. Kaptan kabul eder. Sahil güvenliğe yakalanmamak için arka tarafa dönmek üzere dümeni kırar, bu manevrayla tekne alabora olur.
Yolcular yelekli bir şekilde dışarıda kaptanın etrafında oturuyor. Ön tarafta kaptanın bir tarafında Yusuf Bey ve ailesi, diğer tarafta Hâkime Fatma Hanım kucağında Mahir’i emzirmektedir. O anda can yeleği sadece arkadan bağlıdır!.. Nasır Bey’inde kucağında da büyük oğulları İbrahim vardır.
Arka tarafta oturan iki aile denize savrulur. Ön taraftaki iki aile teknenin altında kalır. Teknenin altında kalanların pek çoğu teknenin üstüne çıkmayı başarır. O hengamede Fatma Hanım, kucağındaki Mahir’i kaybeder…. İbrahim de babasıyla denize düşer. Nasır Bey üç dört kez teknenin altına dalar ama İbrahim’i bulamaz.
Çok karanlık olduğundan, kimse kimseyi göremez. Yusuf Bey, kendi çocukları önüne düştüğü için onları çıkarır. Kara ailesinin 2 yaşındaki bebeği Ali İhsan’la battıklarını fark eder. Ali İhsan’ı ellerinden alır ve teknenin üstünde çocuğa suni teneffüs yapar… Bu arada Gonca ve Ebubekir Kara, can yelekli bir şekilde açığa sürüklenir. Denize düşenlerden sadece bu iki kişi kurtulur.
Sabaha kadar su içinde hareketli kalıp donmadan beklerler. Can yelekleri üstlerinden çıkmaması için iki elleri ile tutmaya çalışırlar. Bundaki psikolojilerini şöyle ifade ediyorlar: “Diğer türlü intihar olur, imansız gidebiliriz endişesi.”
Olay, gece yarısı gerçekleşir ama yardım ancak sabah 11:00 gibi gelir. 11 saat orada yardım beklerler. Teknenin üstünde Fatma ve Nasır, çocuklarının cesedini bulabilmek için dua eder!.. Teknenin üstüne çıkabilen Zenbil ailesinin babası ve oğlu, uzun bir zaman eşinin, kayınvalidesinin sesini duymak için çaba sarferder. İki kadın, “Korkuyorum!” diye bağırır. Bir zaman sonra sesler kesilir. Sevdiklerinin ölümünü anbean yaşarlar!..
Şimdi, Birleşmiş Milletler’in tahsis ettiği Atina merkezde bir evde kalıyorlar. Onları ziyaret etmiş olan meslektaşımın aktardığına göre; aileler metanetliler. Dilekçe verip başka bir ülkeye geçmek istediklerini talep edecekler…
GÖRÜLENLER O Kİ
– Evet, görünen o ki; eski yargı mensupları Fatma ve Nasır Işık çiftinin de içinde bulunduğu bot Ege’de alabora olup da 2 çocuklarını o sulara kaptırmasına kadar, zorlu bir süreçten gelmişler ve bu ölümcül yolculuğa mecbur kalmışlar. “İki evladını Ege’de bıraktı Hâkime Fatma Hanım!” başlıklı yazımızda onları yolculuğa sürükleyen durumları özetlemeye çalışmıştık.
– Ve görünen o ki, onlar bu yolculuğa çıkmadan önce ülke içinde mağduriyetlerini ifade ve kendilerine karşı yapılan bu zulmü düzelttirme adına her yola baş vurmuşlar. Gazeteci Ece Sevim Öztürk’ün sosyal medya paylaşımlarımdan anlıyoruz ki Hâkime Fatma Hanım, durumunu anlatmak için çalmadık kapı bırakmamış…
Gündeme tekrar gelmesi münasebeti ile öğreniyoruz ki Hâkime Hanım, Sözcü köşe yazarı Emin Çölaşan’a kendisinin ve diğer bayan koğuş arkadaşlarının durumunu uzun ve detaylı mektuplarla anlatmış, bu mektup vesilesi ile kamuoyu haberdar olmuş. Ama ne toplumda ne de devlette bir aks-ı sada bulmamış, kulakları tıkamakla yetinmişler.
– Bir zamanlar liberal aydın olarak bilinen ve şimdinin haşin bir AKP milletvekili olan Prof. Naci Bostancı, “Beraat etmiş olsa bile KHK’lıların işe tekrar alınmamasını” canhıraş savunurken, “devletin aklına şüphe düşmüş bir kere” şeklinde bunu gerekçelendirmişti! “Şüphe varsa bunun sanık lehine değerlendirileceği” gibi en temel ilkeyi bile yok sayarak…
Onun bu sözleri aslında çocukları ile ölümü pahasına Ege sularına açılmak zorunda kalan Fatma- Nasır çifti ve diğer arkadaşlarının içinde bulunduğu cendereyi anlatmaya yetiyordu! Devlet imkanları tamamen kapatılmış, sosyal bir soykırıma tabi tutulmuş, her an yeni bir soruşturma- tutuklama-işkence-ölüm tehditi altında bu insanların, o diyarı terkten başka alternatifi kalmamıştı.
– Şimdiye kadar on binlerce insan geçti gitti ve her birisi de başka bir ülkede yeni bir hayat kurmak zorunda kaldı… Bunu yaparken de insanlar “kaçakçı” denilen ve bunu iş edinmiş kimselerin yardımlarına başvurmuşlardı, ellerindeki son birikimleri de onlara teslim ederek… Kimisi de kendi imkanları ile geçmeye çalıştı ve o yolları ve usulleri bilemediği için böyle elim hadiseler gerçekleşti. Yüzde bir ihtimal dahilinde olan böyle bir kaza da diğer yola çıkma, kurtulma arayışındakiler için bir ket vurma hadisesi oldu.
– AKP’li Bostancı “Devletin aklına düşen şüphe”den bahsederken, Karar yazarı Yıldıray Oğur da haklı olarak, “Peki devlet hakkında vatandaşın aklında kalan şüphe?” diye soruyordu köşesinde. Evet, asli vazifesi vatandaşını korumak olan devletine karşı vatandaşta oluşan his şimdi korku ve endişeden ibaret! Yakasını bırakmayan, gitmesine de izin vermeyen, psikopatça ölümüne takip eden bir devlet anlayışı.
– Görülen o ki, basının, aydının durumu da bu “insaniyetten sıyrılma” halinden uzak değil!.. Yunan basını, sularda yiten canlar, bebekler ve çocuklar için “Melekler” diye bahsederken, Türkiye’de kimi kalem sahipleri; “kaçak geçmeye çalışanlar”, “Fetöcüler”, “teröristler” diye bahsetmişlerdi.
Bunlara en iyi cevabı, Gazete Duvar yazarı Murat Sevinç, “Göğsüme oturan koca bir öküz…” başlıklı yazısında vermişti: “Topunuzun vicdanına tüküreyim. Topunuzun…”
Evet, görülen o ki halihazırdaki medyadakilerin, popüler, bilinir denilenlerin çoğunun vicdanına, yüzüne bile tükürecek halde değiller!..
– Başörtülü, dindar, İslamcı gazeteci olarak maruf Hilal Kaplan gibileri, inançlı bu insanlara yapılan zulümleri az görüp, “Çok merhametli gidiliyor ama!” derken, Hristiyan, Ermeni, belki sol bir aydın olarak bilinen Natali Avazyan bu acılara sessiz kalmamış, mağdurların sesini duyurmaya çalışmıştı.
Bayan Hilal, boğaza nazır villasında “Pelikanlar”ı ile bu zulme ateş ve odun taşımaya devam etmekte şu an… Natali Hanım ise, Hz. İbrahim’i yakması için tutuşturulmuş ateşleri söndürmek için ağzında bir damla ile koşturan karıncalardan birisi gibi, bu zulme karşı koymak istediği için gözaltına alındı. (Bahane olarak, “Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun babasının lakabının ‘Hırsız’ olduğunu ifade eden bir tweet paylaşması” gösterilse de herkes perde arkasındaki gerçeği biliyor.)
– Bu tekne kazası faciasının mağdurları şu an Yunanistan’da ve BM koruması altındalar. BM, korumaya aldıklarına bazen durumlarına göre başka ülkelere intikal ettirmesi söz konusu. Umarım bu mağdur aileleri en kısa zamanda daha iyi koşulları olan bir ülkeye aktarırlar. Bu konuda da gerekli müracaatların yapılmasında fayda var.
..
Acı bir gerçek de bu ölümlerde HSK’nın da payı olması! Hatırlarsanız, dönemin HSYK Başkanvekili Mehmet Yılmaz, kamuoyuna açıklamalarda bulunarak, “haklarında soruşturma başlatılanların başka meslektaşları hakkında itirafçı olurlarsa anca meslekte kalabileceklerini” açıklamıştı. Hâkime Fatma Işık’ın birlikte büyüdüğü yakın bir akrabası da hâkim idi. Ve o, hakkında bir soruşturma olduğunu öğrenince, gidip ilk aklına gelen kişinin yani Fatma hanımın ismini vermişti. Ve bundan sonra da Fatma hanımın ihracı ile start alan o zorlu ve acı süreç başlamıştı.
Bana bu detayı aktaran o meslektaşım, “Neden onun adını verdi de bizim adımızı vermedi? Halbuki yurtdışındaydık ve o itirafçı da bunu biliyordu. İlle bir isim verecek idiyse bari bizim ismimizi verseydi.” Derken, bunu da bazen akrabalar arasında yaşanan haset ve rekabet hissine bağlıyordu.
Buradan da anlaşılıyor ki; senin haklarını korumakla mükellef kurumlar, senin celladın olabiliyor… Bir de, kötülüğü hep uzaklarda, dış güçlerde ararken insan; en yakınlarından bulabiliyor.
**
Görülen, söylenecek belki daha çok söz var. Ama sözü bitirirken söylenecek tek şey temenniler. Bu zulümlerin bitmesi, insanların hayatları pahasına ülkesini terketmek zorunda kalmaması, bir daha böyle acıların yaşanmaması dilekleri…