Ana Sayfa HABER Edremit Müftülüğü’ne…

Edremit Müftülüğü’ne…

YORUM | AHMET KURUCAN 

Bazı yazılar vardır tarihin hafızasına emanet edilir. Okumaya başladığınız yazı da onlardan biri.

Sabah vakitlerinde tam evden çıkacağım sırada bir arkadaşım yazdı kısa bir mesaj olarak. Tüm dikkatimi veremedim ama meseleyi anlamıştım. İhtimal vermek istemedim önce ama örneklerini son 6 yılda o kadar çok gördük ki “olmuştur, yapmışlardır” dedim ve randevu aldığım işin peşine koştum. Birkaç saat sonra eve geldiğimde TR724 sayfasında konunun kısa bir haber olarak verildiğini gördüm. Ve bilgisayarın başına oturdum hemen.

Neden mi bahsediyorum? Birkaç gün önce Hakkın rahmetine kavuşup Edremit’te toprağa verilen Mükafat Hanımefendinin cenaze namazının kılınmaması konusunda Edremit Müftülüğünün veya Edremit Müftülüğüne vekalet eden kişinin ya da müftülükte karar merciinde bulunan kişilerin verdikleri bir karardan. “Ciddi bir itham ve iddia bu,” diyebilirsiniz. Evet öyle ama görünen köy kılavuz istemez. “Cenaze namazını camilerimizde değil de mezarlıkta kılsanız olmaz mı?” demek başka nasıl anlaşılır ki?

Neden? Kim bu kadın? Kim bu müftü? Bir ilçe müftüsü neden bir kadının cenaze namazı kıldırılmayacak diye emir verir?

İlçe müftüsü kimdir sorusunu soralım önce. Edremit Kaymakamlığının resmi sayfasında ilçe müftüsünün iş tanımı 21 madde halinde sıralanmış. İsteyenler bu linke bakabilir: http://www.edremit.gov.tr/ilce-muftulugu

Bunların içindeki hiçbir maddenin Mükafat Hanımın cenaze namazını kıldırmama emrini içine alacak yorumlara tabii tutulamayacağı aklı selim, vicdanı selim herkesin kabulleneceği bir gerçek. Hukukçuların ilgi alanına giriyor ama müftü ya da müftü namına bu kararın altında imzası olanlar bu kararları ile görevini, makamını, yetkisini kötüye kullanmamışlar, idare hukuku kapsamında suç işlemişlerdir. Buradan Edremit Kaymakamı ve Balıkesir Müftüsü başta olmak üzere yetkililerin idari soruşturma başlatmaları gerektiğini söylüyorum. Eğer vazifelerini yerine getirmezlerse bugün olmadı yarın adalet mekanizmalarının adil bir şekilde işlediği günlerde bu konu yeniden gündeme gelecektir. Bu bir.

İki, fıkıh kitaplarındaki içtihadi yaklaşımları esas alarak diyelim ki dini bir vecibe olan cenaze namazı hayatta iken kafir ve müşrik olduğu açıkça bilinen bir insan için kılınmaz. Pekala Mükafat Hanım böyle birisi mi? Müftü hakkında “Cenaze namazını kılmayın” emrini verdiği bu kadını tanıyor mu? Ya da tanıyanların şehadetiyle mi böyle bir karar veriyor?

Hayır, ne müftü Mükafat Hanımı tanıyor, ne de Mükafat Hanımın – haşa! – kafire ve müşrike olduğuna dair bir emare söz konusu. Tam aksine 1952 yılında başlayan dünya hayatı yolculuğundan bugüne yani 70 yıllık çile ve ıstıraplarla dolu, sıkıntı ve meşakkatlerle âlûde hayatı içinde Rabbisine hiç ama hiç isyan etmeden namazında, niyazında, ağzı dualı bir Anadolu kadını Mükafat Hanım. Numan Yılmaz Yiğit kısaca biyografisini anlatan bir yazı kaleme aldı dün. İsterseniz ona bakın. http://www.samanyoluhaber.com/yazar/numan-yılmaz-yiğit/çilekeş-bir-anadolu-anası-mükafat-gülen-hanımefendi/1395988/

Klasik Anadolu deyimi içinde “Saçının bir tek telini bile mahrem olanlara göstermemiş”, namusu, izzeti, şerefi, haysiyetiyle bir ömür sürmüş çilekeş Müslüman bir kadındı Mükafat Hanım. 1990’lı yılların başında tanıdım kendisini. Nice defalar evlerinde misafir oldum, yemeklerini yedim, salonlarında yattım, çaylarını içtim, muhabbetlerine katıldım. Ben tanıyorum. Benim tanıyorum demem, iyi bilirim demem onun hakkında hüsnü şehadet olarak kabul edilir mi, onun böyle bir hüsnü şehadete ihtiyacı var mı bilmiyorum ama Müftü Efendi’ye şunu diyebilirim: Siz de, ben de dahil sayın müftü, Türkiye değil 2 milyara yaklaşan dünyadaki tüm Müslümanlar arasında bir kişinin cenaze namazı kılınamaz fetvası verilecekse Mükafat Hanım en son kişi bile olamaz.

Üçüncüsü: Şimdi Müftü Bey’e yardımcı olayım. Neden bu emri verdiniz görevlilerinize biliyor musunuz? Biz biliyoruz, siz de biliyorsunuz ama bu kararı verdiğiniz halde onu söylemeye cesaret edecek yürek yok sizde. Korku dağlarının ardında saklandığınız için söyleyemezsiniz bunu. Menfaatlerinize halel gelecek düşüncesiyle yapamazsınız bu itirafı. Makam ve mansıplarınızı kaybedeceğiniz endişesiyle seslendiremezsiniz bu kararınızın gerekçesini. Daha fazla rencide etmeyeyim sizi. Gerçi etsem ne olacak. Utanacak yüz olmadıktan sonra. Yüzünüze gelecek tükürüklere “Ya Rabbi şükür Nisan yağmuru yağıyor…” diyen zihni sefalet içinde boğulduktan sonra. Evet, rencide etsem ne olacak?

Sayın Müftü, sizin Mükafat Hanımın cenaze namazı kılınmayacak emrini vermenizin altında yatan tek bir sebep var, onun soyadının Gülen olması. Hocaefendi’nin merhum kardeşi Sıbgatullah Gülen’in eşi olması. Tüm kamuoyunun tanıdığı STV haber sunucusu Kemal Gülen’in annesi olması. Öyle değil mi? Bari içinizden evet deyin. Kimse sesinizi duymasa da vicdanınız belki rahata kavuşur bu evet sesiyle.

Sakın ola ki bundan sonra “masumiyet karinesi, suçun şahsiliği” laflarını ağzınıza almayın Müftü Bey. Sakın ola ki sırtınızda Peygamber cübbesi, kafanızda onun sarığı ile “Bir zümreye yönelik öfkeniz ve nefretiniz, adaletsiz davranmanıza yol açmasın. Gerek dosta gerek düşmana karşı hep adaletli olun. Çünkü Allah’a karşı saygı ve sorumluluk şuuruna uygun olan davranış budur” ayetini anlatmaya kalkmayın. O Kur’an davacı olur sizden. Hz. Ebu Bekir gibi konuştun, Ebu Cehil gibi davrandın der sana. Zaten Kur’an demese de ben diyeceğim ahirette. İyi ki ahiret var. İyi ki hesap ve mizan var. İyi ki cennet ve cehennem var.

Kendimi çok tuttum yazıyı yazarken. Kalemimi önce saldım ama ardından defalarca yazdım ve sildim. Sözün akışından anlamışsınızdır zaten. Arife tarif gerekmez. Son sözüm şu: Yazıklar olsun!

10 YORUMLAR

  1. Ahmet
    Hukuk işlerlik kazandıgında Edremit Müftüsünün ayagı Balıkesir Idare Mahkemesinden bu tarafa gelmeyecegini garanti ederim, göreve iade, disiplin cezası iptali davalarından ötürü. Edremit Savcılıgı'nı da su yolu edecektir.
  2. Mustafa yıldız
    Allah lanet etsin bunlara.....bir koltuk için herşeyini satan zavallılar....bunları duyunca herşeyim resetleniyor.....artık yapmazlar artık diyorum ama nafile....zaten uzun süredir takip de etmiyordum artık....çünkü dayanamıyorum itikadım sarsılır diye....kaç defa Akif gibi "Yokmusun Yarab " dedim , bittim tükendim....Hep O'na yalvardım, yalvarıyorum....Merhume benim de anam olabilirdi....benim anacığım da iki ay önce gitti....ben de sürgünde aldım haberini....böyle birşeyi benim anama yapsalar dayanabilirmiydim bilmiyorum....Rabbim yakınlarına sabr-ı cemîl versin.....
  3. AhmetinAhmet
    Ahiret adına PARADOKS sorular. Einstein'ın meşhur ikizler zihin deneyini bilirsiniz. Einsteinin ortaya attığı teori, zamanda yolculuk adına, bugün artık pekçok bulguyla destekleniyorda. Özetle; Işık hızına yaklaşırsanız ve dünyanın dönüş yönü ile aynı yönde dönerseniz, GELECEĞE, Işık hızına yaklaşırsanız ve dünyanın dönüş yönü TERSİNDE dönerseniz, GEÇMİŞE, gidebilirsiniz diyor teori. Konuyla ilgisi ne diyebilirsiniz. İlgisi şu, Paradoks kavramına üzerinden bugünkü zulme girmek. Einstein, eğer kişi geçmişe gidip, babasını öldürürse bu sefer kendisinin hiç olamayacağını söylemiş, bunun bir PARADOKS içerdiğinden yola çıkarak, mümkün olamayacağını belirtmiştir. Geçmişe gitmek açısından. Ahiret adına PARADOKS dememin sebebi de bu. Cennet, birtakım iyilerin hesapsız kitapsız gittiği yer olduğu gibi, ne kadar kötü olursa olsun, iman sahibi herkesin gideceği bir yer. Cennette kimse mutsuzda olmayacak bunu da biliyoruz. İman ediyoruz. Değerli Hocam, şimdi ahiret adına paradoks içeren sorumu yöneltmek istiyorum. Şimdi bu zulmü bize yapanlar, işkenceciler, kadınlarımızın, kızlarımızın ırzlarına geçenler, mallarımıza çökenlerle, Cennette karşılaşıpta, cennetin MUTLULUK diyarı olduğunu söylemek, bir paradoks değil mi. Şimdi, Cuma yamaçlarında Cennetin dünyaya dair manzaralar izliyorsunuz, yanınızda Edremitin müftüsü, imamı, ve bu zulmün feriştahları var diye düşünün; Dünya hayatı sonsuz olsaydı, sizi sonsuza denk bu zulmde bırakmaya azmetmiş, kararlılığında olan insanlar olduğunu da biliyorsunuz, beyandan öte, amellerinin de bu yönde olduğunu gördük, tasdik ettik, şahidiz de. Hal böyleyken, bu insanların Cenabı Hak ile olan ilişkisi neticesi, onun affediciliği, bağışlayıcığı neticesi, aynı lutuftan yararlanan zulmettiği insanlarla birlikte, Cennetin Cuma yamaçlarında arkadaş olabilmeleri, dost olabilmeleri mümkün mü? Cennetin çarşılarında dolaşırken, birbirlerine kalp hoşnutluğuyla SELAM demeleri mümkün mü? Allah-zalim KUL- mazlum KUL... ilişkisinde, Cennetteki ebedi mutluluğun, üzülmenin olmadığını varsayarsak, bu mutluluk bir yönüyle eksik kalmayacak mıdır, yan komşusunun, bahçe komşusunun, trilyonlarca yıl azap çekip gelsede, kalbi ona karşı nasıl doğru olabilir.. Bir düşünün derim, kim ebedi bir hayatta komşusunun Edremit Müftüsü olmasını, Erdoğan olmasını, iman etmiş olsa da binbir melaneti işlemiş bu devrin zalimlerinden olmasını ister. Yan komşusunun DÜNYA da ne mal olduğunu bilen biri, sırf ateşte yanıp cezasını çekti diye, temizlenmiş olduğunu düşünebilir mi? Allah ile Kul arasındaki ilişkinin yanında, Kulun-Kulla ilişkisi, bu kendi öznel alanında hissetmemesi, ahiret dahi olsa, mümkün mü? Mümkünse, bu dünyadan bakış açımızla, yinede, ama , fakatlarla, içimizden, "ulan ne mal olduğunu biliyoruz senin dünyadan" düşüncesi zihnimizin bir köşesinde olmayacak mı? Cennet Cenabı Hakkın fazlından, lütfundan, cehennem ise adaletinden bunu biliyoruz, ancak madem cennette müminler bir araya gelecek, katiliyle karşılaşan mazlum açısından bu durum nasıl olacak.. Müslüman saflarına müşrik olarak saldırıp müminleri şehit edip cennete gönderen müşrik sıfatını taşıyanların, daha sonra sahabe olup, onla aynı cennette olacağı fikrini biliyoruz. Ama burada, bir müşrikle, iman etmeyenin teorik düzeyde kavgası var, bizim olayda, dilinde tevhid olan iki taraf var, bunu o kefeye nasıl koymalıyız. Bu paradoksu nasıl izah ediyorsunuz. Cennette komşunuzun, onca yıl ceza çekmiş olsa bile, yan komşunuz olmasını ister misiniz? Yahut Mürüvvet hanım namına sorayım,sizce Mürüvvet hanım, Cenaze namazını kılmayan Müftünün, imanın yan komşusu olmasını ister miydi Cennette? Peki ya siz? Size zulmedenlerin, azap sonrası dahi olsa, Cennette komşunuz olmasını ister misiniz? ......
    • Adnan Ziyagil
      Allah'ın adaleti herşeyden üstündür, kimseye zerre kadar haksızlık etmez, kimsenin hakkını kimsede bırakmaz.
    • Yusuf
      Bu bir paradoks değil. Araf Suresi 43. ayette Allah cennet ehli için “Kalplerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız” demektedir. Yani cennette kin, nefret gibi duygular olmayacak. Sizin şu an o bahsettiğiniz insanlara karşı olan öfkeniz ve hatta genel olarak öfkelenebilme özelliğiniz cennette artık bulunmayacağından ötürü şu anki his ve fikirlerinizi baz olarak cennet zamanını tahayyül etmeniz abestir. He şu an “Ben onlarla cennette bulunmak istemem” diyebilirsiniz ama bu sizin şu anki hissiyatınızla alakalıdır ve cennetle ilgili bahsettiğiniz tarzda bir paradoks oluşturmaz. O hissiyat sizi ilgilendirir ve sizin şahsi meselenizdir. Ben eğer cennete gidersem ve orada öfke, kin, nefret gibi duygular olmayacaksa, şu an kalkıp hala “Yav ben orada Edremit Müftüsü ile nasıl yan yana olacam?” demem mantıklı değil. İkincisi, bazı varsayımlarda bulunmuş, ardından da bu varsayımları sanki kesinmiş gibi düşünüp kafanızda bir paradoks oluşturmuşsunuz. Bu varsayım nedir? Burada size zulmeden müslümanlar ile cennette birlikte olacak olmanız. Belki de cennette olsanız da birbirinizi görmeyeceksiniz. Belki de Allah dünyada zalim ile o zalimin zulmettiği mazlumu cennette yan yana koymayacak, hatta hiç görüştürmeyecek. Bunların hiçbirini bilmiyoruz. Cennetle ilgili bildiğimiz tek şey orada olumsuz hiçbir şeyin olmayacağı. Cennet ile ilgili bilgimiz bu kadar kısıtlı iken neden orayla ilgili varsayımlarda bulunup, bir de bu varsayımlar birer gerçekmiş ya da gerçekleşecekmiş gibi hayal edip, onlar üzerinden senaryolar üretiyor ve temelsiz “paradokslar” oluşturuyoruz? Bence bu manevi açıdan sağlıklı bir düşünme, muhakemede bulunma, mantık yürütme ve soru sorma tarzı değil.
      • AhmetinAhmet
        Yusuf bey, Yazınız için teşekkür ederim. Dikkat ederseniz paradoks kavramı üzerinden sorular yönelttim. Bir cevaba ulaşmadım. Bazen sorunun varlığı ve net cevap verilememesi, cevabı gerekli kırmaz. Cevabınızda, "Belki de cennette olsanız da birbirinizi görmeyeceksiniz, Belki de Allah dünyada zalim ile o zalimin zulmettiği mazlumu cennette yan yana koymayacak, hatta hiç görüştürmeyecek" diyerek, aslında sizde net bir cevaba değil, bir belkiye atıfta bulunmuşsunuz. Nitekim devamında, "Bunların hiçbirini bilmiyorz" demişsiniz. Kendi nitelemenizde, bilmediğiniz birşey hakkında, mantık yürütmüşsünüz. Nitekim, bilmediğiniz, ihtimallere verdiğiniz bir hususu kendi zaviyenizden mantıklı görmenin aksine, benim kendi zaviyemden sadece! soru olarak ortaya koyduğum paradoksa mantıksız demişsiniz, bu yönüyle bence mantıksız olan benim yaklaşımım değil, sizin yaklaşımınız. Devam edersek, "cennetle ilgili bildiğimiz tek şey, orada olumsuz hiçbir şeyin olmayacağı" diyerek, aslında, bir peşin kabulü tekrar beyan etmişsiniz. Cennette herkesin mutlu olacağına yönelik İman, inanç elbette bir inanan olarak bende de var. Ama bu durum benim şu an buradan, dünyadan sordğum NASIL? sorusunu sormama engel de değil. Elbette Cenabı Hak, kudretiyle, sıfat ve esmasıyla VE ötesi Zatıyla bizim tahayyülümüzün sınırları dışında. Eğer, cevabınızı şu şekilde verseydiniz, "İnsan aklı sınırlıdır, aklının sınırları dışında kalan bir hususu anlamaya gücü yetmez, ancak inancımız o ki, orada Cenabı Hak, kimseyi üzmeyecek" deseydiniz, bu küçük nüans daha anlamlı bir cevap olurdu. Bununla birlikte sorumun, kendi bağlamında mantıksızığını ortadan kaldırmazdı. Benim paradoks olarak ortaya koyduğum hususta yürüttüğüm mantık, sizin o mantığı eleştirerek mantıksız bulduğunuz bir diğer mantık, haddi zatında insan düşüncesine ait bir akıl yürütmeden ibaret. İmana dair meselelerin akılla tartışılması genel kanaat olarak yanlış bulunması hususunu bir kenara koyarak, devam edersek, insan aklının yanılabileceğini de, akıl yürütmelerinin, analitik düşüncenin de gidip bir yere toslayabileceğini, bugün bilimin ta kendisi söylemekte. Belki bu satırlarım görünüşte, bu sizin cevabınızı destekler mahiyette bir açıklama gibi görünse de, ayrıntı da gireceğim hususun, bazı yönleriyle cevabınızda çatışacağını baştan söylemek isterim. Bugün, insan aklının sonsuzluk kavramını, kavrayamadığını biliyoruz. Sonsuzun sonunda ne var olduğunu soran akla, sonsuzun sonu yoktur şeklinde cevap vermeniz halinde, aynı akıl peki onunda sonunda ne var sorusunu size getirecektir. İnsan aklının, sağduyusunun sonsuzu anlayamayacağını zaten bilim adamları söylemekteler. Hal böyle iken, insan aklının cevabını veremediği hususların cevabını, bazen o aklın ürünü olan Matematik verebilmektedir sonsuz kavramı üzerinden. Yere düşen bir topun, her düşüşünde bir öncekinin yarısı kadar yerden zıpladığını söyleyip, bu topun toplamda ne kadar yerden yukarı yükseldiği sorusunun cevabını insanın sağduyusu cevap veremez, akıl yürütmesi yeterli olmaz ve hiçbir zaman o diğerinin yarısının olması durumu bitmeyeceğinden bunun cevabını da tam olarak veremeyiz cevabını alırız. Oysa, bugün, limit kavramı üzerinden bu sorunun cevabını net olarak biliyoruz. İnsanın mantığının, sağduyusunun çuvalladığı bir başka nokta son 20 yıldır en üst perdeden, özellikle Kuantum fizikçileri tarafından söylenmektedir. Dünyanın en büyük beyinleri, insan aklının, sağduyusuna aykırı bir bilimsel durumun varlığını, bu nedenle de bir paradoks içeren bir fenomeni keşfetmişlerdir. Determinizmin, sebep sonuç ilkesinin geçerli olduğu, analitik bakışın tutarlı olduğu bizim Makro alem boyutlar da bir KESİNLİK, BELİRLİLİK vardır. Evrenin neresine giderseniz gidin, yukarıdan atılan bir taş, h=1/2.a.t2 formülü çerçevesinde (diğer değişkenleri ceteris paribus) bir kesinlikle kaç saniyede yere düşeceğini net bilebiliriz. Evrenin neresine giderseniz gidin bu KESİN dir. Bu formül gibi pek çok formülün kesin sonuçları vardır ve bu sonuçlar KESİN dir. Bu kesinliğe aykırı her hususu da bu nedenle biz mantıksız olarak ele alırız. Özünde, sizinde MANTIK üzerinden yola çıktığnıız, mantıklı-mantıksız dediğiniz hususun özünde de, bu sebep sonuç ilkesi, ötesinde bilimsel Determinizm ilkesi vardır. Oysa, ayrı mantık, sağduyu, Atom altı dünya da geçerli olmaz, çöker. Paradoks dememin sebebi de budur. Çok fazla ayrıntıya girip malumat füruşluğa boğmadan ama özü yakalamak içinde gerekli ayrıntıyı vermem gerekeceğini belirterek, şunu söylemeliyim. Yusuf Bey, işte sizin mantık dediğiniz şey, sağduyu dediğiniz şey, atom altı dünyada, bilimsel olarak geçersizdir. Elimizdeki bilgiler, bulgular, keşifler sizin mantığınıza aykıdır. Bunu ben söylemiyorum, Stanford un, MIT in, Yale in, Oxford un dünyaca ünlü astofizikçileri, büyük matematik beyinleri söylüyor. Ve dünyada bu konuda üzerinde uzlaşılmış bir konsensus var bu konuda. Determinizm, sebep sonuç ilkesi ve nihayetinde MANTIK atom altı fizikte, Kuantum mekaniğinde geçersizdir. Yani demem şu ki, sizin MANTI ğınız, Kuantum fiziğinde mantıksızdır. Sırf bu da değil insanın sağduyusunun, mantığının çuvallaması. Örneğin, bizim boyutlarda ve ötesi Makro Cosmos da, Belirlilik ilkesi geçerlidir. Herşey belirlidir, Belirli bir ivmeyle x kadar saniye hızla giden bir aracın kaç saniye sonra nerede olduğunu, daha olay gerçekleşmeden biliriz. Dünyaya çarpacak bir göktaşını daha günler öncesinden, daha çarpmadan tahmin edebiliriz. Bu kesinlik bilimseldir. Ancak, bu bilimsellik, atom altı fiziktçe, bilimde geçerli değildir, mantıksızdır. Bir elektronun, hem yerini hem zamanını uzay-zaman grafiğinde gösteremezsiniz örneğin. Oysa, siz şu an, bu satırı okuduğunuzda, bilmem kaç derece enlemlerinde boylamlarında, kartezyen uzay hesabında bilmem hangi x,y,z koordinatlarında hangi saatte nerede olduğunuzu bilmekteyiz. Ancak elektron bazen var olur bazen yok olur, hem var hem yok gibi davranır, bazen bir dalga bazen bir madde gibi davranır. Bazen olur ki, elektron aynı anda birden fazla yerde olur, bazen potansiyle olarak onlarca farklı yerde olması gerekir. Bu bağlamda meramımı tam anlayabilmeniz için dilerseniz, ÇİFT YARIK DENEYİ, youtube dan yazın ve Beyaz Sakallı bir dede çizgi film şeklinde bunu lise düzeyinde anlatıyor, ayrıca bakadabilirsiniz. İnsan mantığının nasıl çöktüğünü, sağduyusunun, mantığının nasıl yerle bir olduğunu kendi gözlemlerinizle bizzat sizde görün isterim. Hatta dileyene buyrun linki: https://www.youtube.com/watch?v=q3H7wR_IR3w&ab_channel=nurunyolcusu Yusuf bey, kısaca, makro cosmosda geçerli olan bir akıl yürütmenin mantığın, mikro cosmos da bilimsel olarak geçerli olması bize zaten mantık denen şeyin kendisinin öyle de çok güvenilemeyeceğini söylemiştir. Bu nedenle de dikkat ederseniz ben sürekli PARADOKS kavramı üzerinden yola çıkıyorum. Ahireti bırakalım, daha gözümüzün önünde yaşadığınız dünya da, mantığımıza almayacak işler oluyor ve bunu biz kendimiz bizzat gözlemlememize, yaşamamıza, verilerle ölçmemize rağmen MANTIKLI bulmuyoruz, SAĞDUYUMUZ çuvallıyor. Bu nedenle ben Mantıklı-Mantıksız şeklinde yaptığınız bir tartışmayı, üst perdeden bu bilimsel verilerin ışığından hareketle elbette, baştan çöpe atmak istiyorum. Konuyu pozitif bilim çerçevesinde de ele almıyorum üstelik, bugün kuantum fiziği, pozitif bilimin, klasik bilimin ilkelerini kendi sistemi içinde geçersiz kılmış durumda. Çok ayrıntıya girmeden hadda bir tık yukarı çıkarsak, insanın, gözlemcinin kendisinin sadece gözlemleyerek kuralları değiştirdiği, fiziki formül sistemini değiştirdiği bir sistemden bahsediyor bilim. Bunu asla ama asla mantık izah edemiyor örneğin. Maddenin en küçük yapı taşı olan elektronun, atom altı maddelerin gözlemlendiğinde başka, gözlemlenmediğinde başka (ister insan gözlesin, ister cihaz değişmiyor bu durum) davranması, kısaca gözlemcinin gözlemlediği, üstelik arada SEBEP-SONUÇ ilişkisi yok iken (en azından insan MANTIĞINA göre) etkilemesini Mantık, sağduyu kabul etmiyor. Ama bu durum var. Yusuf bey, Demem o ki Mantığınıza yatmasa bile bu durum var. Bu nedenle tekrarlıyorum, bir olayın mantıklı-mantıksızlığı ancak kendi SİSTEMİ içindeki bir duruma ilişkin ise, kendi evreni içinde geçerliği bir durumdur diyorum. Bugün, makrocosmos ile mikrocosmos, klasik fizik ile kuantum fiziği arasında bu nedenle bulgular arasındaki bu MANTIKSIZLIK, Sağduyuya aykırılık kabul edildiği için buna bilim adamları Paradoks içeren Fenomen diyorlar, bazen direkt paradoks diyende var. İki ayrı evren sistemi, iki ayrı kurallar sisteminin olduğunu görüyoruz çünkü bu dünya da olsa bile. Bu nedenle de bilim insanları PARADOKS u kullanır. Zira, insan mantığı çok şeyde yanılır çünkü. Sizin benim Paradoks olarak nitelediğim hususu, mantıkla izah etmeye çalışmanız da bu nedenle geçersiz. Bu mantığımız bizi zaten, daha bu dünya da, atom altı dünya ile makro cosmos arasında çuvallatıyorken, (her sistemin kendi içinde Mantığı var iken), sizin Mantığı ön plana çıkarmanız, özünde bir çeşit subjektifliği içeriyor. Belki mantıksız derken, bir çeşit, mantığı, akıl yürütmeyi, bilimselliği ön plana çıkarmayı niyet ettiyseniz, söylemeliyim ki, bu sorumum bağlamında geçerli değil. Nasıl ki atom altı dünya ile makro alem arasındaki çelişkili hususlara Paradoks olarak bakıyoruz, Ahiret ile dünya arasında anlaşılmaz olarak gördüğümüz pek çok şeye de bu nedenle de Paradoks olarak ele almamız da bir sakınca olmamalı, olamaz da. İki ayrı sistem, dünya hayatı-ahiret hayatı, bambaşka bir yaratımın, kuralların işleyişin olduğu yerler arasında, karşılıklı bakışları, en azından ahirete gitmediğimiz için en azından biz bu dünyada yaşayan olarak, ahirete yönelik bakışımızı ve anlama kavrayışımız içinde kavrayamadığımız hususları, Paradoks olarak değerlendirmemiz bu nedenle sakınca yok. Ontolojik olarak, var olan çelişkinin ister paradoks olarak ele alınsın ister mantıksız, aynı hususu barındırdığını düşünseydim bu kadar uzun açıklamaya girmezdim, ama ontolojik olarak da, sizin kullandığınız yönüyle de arada farklar olduğunu gördüğüm için açıklama izahı hissettim. Kısaca, sizin mantıklı değil demek suretiyle bir çeşit analitik bakışla, nesnel cevap verdiğinizi düşündüğünüz açıklamanızın öznel olduğunu bu nedenle belirtmek isterim. Mantık kuralları, kendi sistemleri içerisinde geçerlidir, ve o kuralların etkisiyle oluşturulmuş bilimsel ilkelere de ve onun iki ayrı evrende (makro-mikro alem) nasıl birbiriyle çeliştiğini de bu nedenle anlattım. Ahmet beyin okuyucu kitlesi ve yorumcu kitlesinin, belirli bir standartta olduğunu düşünürüm, nitekim sizler bizlerde belirli bir seviyenin insanıyız, o nedenle, Paradoks kavramını ilk başta bir bağlamda vermemin sebebi de buydu, çok az bir tanımla geçiştirerek. Ama sanırım bu açıklamalara da ihtiyaç varmış. Bunların ardından, sizin kendi bakışınızla kurduğunuz, Mantığınızla verdiğiniz cevaplara gelmek istiyorum ki, ilk girişte kısmen de olsa değindim. Cenab-ı Hakkın, insandaki kin duygusunu alacağından bahsettiniz. Dikkat ederseniz, sorumda, bu zulmü işleyenler ahirette cennete gitmesin, hatta cennette komşumuz olmasın, olamaz, bu asla olmamalı demedim. Cennetin mutluluk diyarı olduğunu bildiğimizden yola çıkarak, bu dünya da bize bunları yaşatan insanların, cennette komşumuz olmasını, insanların üzülmeleriyle mutsuz olmalarına netice verebileceği duygusundan hareketle paradoks değil mi? diye soruyla belirttim. Başta dediğim gibi, bazen bir Paradoksu durumunun sorulması, bize cevabı gerekli kılmaz. Bir cevap beklemiyorum demiorum ama bir cevabı olamayabilir insan aklının sınırları çerçevesinde diyorum kısaca. Bu nüansa lütfen dikkat edin. İnsan aklının kavrayamayacağı sonsuzluk kavramına da bu nedenle değindim, ve hatta insan aklının, mantığının, sağduyusunun nasıl çuvallayabileceğini anlatmak için de, iki ayrı fizik evreni arasındaki ilke farklılıklarına değindim. Bununla birlikte, yine de sordum, çünkü, bizim boyutlarımızda, Makro cosmosta, aklımız, sağduyumuz kavrayamasa bile, sonsuzu matematiksel olarak bazı konularda ölçüyoruz, demem o ki, bizim aklımızla kavramadığmız bir hususun başka izah yöntemleri de olabilir. 1 metrelik yolu yürüyen bir adamın, attığı her adımda, bir önceki adımın yarısını attığı varsayımı altında, ya da yukarıdan bırakılan bir topun her düşüşünde bir öncekinin yarısı kadar zıpladığından hareketle, kaç adımda karşıya ulaşır, kaç zıplamada bu zıplamayı tamamlar sorusu mantığa aykırı olmakla birlikte, matematiksel olarak hesaplanabildiği cevabını bu nedenle verdim. Yani, kendi sistemi içerisinde geçerli olsa da, makro alemde, bu dünya da size mantıksız gelen birşey, gayette bilimsel olarak mantıklı şekilde izah edilebilir. Kaldı ki, kuantum fiziğiyle, mekanik fiziğin, (makro cosmos fiziği-mikro cosmos fiziği) arasında uyuşmamanın varlığı, durumu paradoks olarak gösterip, cevabını bilmesek bile Paradoks olarak soru olarak sormamızı engellemiyor. Yarım kaldı, insanın nefret duygusunun alınacağından bahsettiğiniz, demem o ki, ahirette yan komşusunun Erdoğan olmasını bir insanın istememesini siz kin duygusu olarak mı ele alıyorsunuz? (bu dünya bakışıyla zulme uğramış kime sorarsanız sorun bu soruyu, cevabını tahmin edin) Örneğin, Hz. Vahşiyi efendimizin görmek istememesi, kalbinde kin duygusu olmayacağından emin olduğumuz bir peygamberin istememisini nasıl izah ediyorsunuz, hem de bu dünyadayken, bunu kinle izah edebilir misiniz? Bunu neden insani, makul bir çerçeve de ele almıyorsunuz? Bu sorularım yürüttüğünüz mantığa ilişkindi, bir mantık yürüttünüz bende karşı olarak başka bir mantık ortaya koydum. Cenabı Hak elbet herkesi mutlu edecektir, iman ediyoruz bunda hemfikiriz, öyle de olacaktır, lakin sorduğum soruyu mantıksız görmenizi şiddetle karşı çıktığımı bilmenizi istiyorum. Sorular sormaktan lütfen çekinmeyin Yusuf bey.. Hürmetle
    • Raci C.
      Bi şarkı vardı “Ölürsem kalbime gelme istemem” diye. Sizinki 'Ölürsem cennetime gelme istemem” gibi bi şey olmuş. Sanırım bazı şeylerin iki kere iki dört eder derecesinde matematiğie dökülmesini istiyoruz son zamanlarda. Müslümanları iki kere iki dört eder derecesinde cennete götürüyorduk, şimdi de yanımıza istemiyoruz. Yanımıza! Aslında aradığımız sorunun iki kere iki dört edercesine cevabı muhakkak var ama biz insanoğluna her sorunun cevabını verilince veya verildiği zannedilince hesabı yanlış yapabiliyor. Böyle dağınık kalması daha iyi bence. Allah hepimizin içini-dışını biliyor. En iyi hesap yapan O. Zerre hayrı da, şerri de yerine tamı tamına iade ediyor. Yok demiyorum ki, biz de zaman ve şartlar denk getirse kendi içimizden Edremit müftüleri çkarırdık. Çıkaranlarımız, çıkaranlara kanan, kanmak isteyen saflarımız, angajelerimiz, emir-komutaya alışmışlarımız, olabileceği gibi olmayadabilirdi. Misal Latif Erdoğan, Hüseyin Gülerce, Nureddin Veren ve daha nice benzerlerinden biri Hizmet'ten çıkmamış olsalardı ve o zaman ve şartlar el verdiğinde kendi karakterlerine göre birer Edremit müftüsü, bir Döngeloğlu, bir Balkanlıoğlu olabilirlerdi. Olurlardı demiyorum, olabilirlerdi. Neden olurlardı demiyorum. Çünkü şu an Anadolunun ücra bir köşesinde bir anne, üniversiteye gönderdiği namazında-abdestinde çocuğunun deist olmasından, ateist olmasından bizi de sorumlu tutabilir şu aralar. Bizim bir canavarı kuyruğundan yakalayıp çekme mücadelemizi ülke kurtarma oyunları olarak görebilir ve neyinize güvendiniz de bu derece aktör oldunuz, bak oğlum sizin tepişmelerinize bakarak dinden çıktı diyebilir ve buna hakkı da vardır. Bazen elmalarla elmaları da karıştırmamak gerekebilir. Veya kendimizi denklemin bir tarafında Amasya elması olarak görmemiz de yanlış olabilir pekala. İşte ben tam da bu yüzden sahabeler arasındaki mücadelelerin veya Islam tarihindeki hadiselerin bu bağlamda ele alınmasından büyük rahatsızlık duyuyorum. Neden? Hz. Hüseyin ne kadar benimse, Yezit de o kadar benimdir. Biri örnek olarak, biri ibret olarak bana bana lazimdir. Yezit bana cennete girmek icin lazimdir. Onun böyle bir fonksiyonu varken, “Cennette yanimda Yezidi istemem” beklentisi su anlama gelmiyor mu bi yerde: 'Bana ne Hz. Hüseyin ne de Yezit lazım, ben cenneti garantiledim, ölürsem cennetime gelmesinler.” Bakın Hüseyin Gülercelerden bahsettim. Biraz ben de ayırdım, haslar bu tarafta hamlar oraya geçti der gibi bi şey oldu. Kim bilir içimizde daha ne sinsi Gülerceler var. Ondan da önemlisi benim kendi içimdeki Gülercedir. Yok herkes kendi nefsine baksın, hiçbir şeyi sorgulamayalım anlamında demiyorum bunu. Oluklar her zaman çift akar, birinden nur, birinden kir gibi bir matematiği Müslümana uygulayamazsınız diyorum. Müslüman da bir beşer. Allah içimizdeki nurun da kirin de miktarını biliyor, bizim o miktarı belirleyip ben nurum sen kirsin öte dur deme hakkımız yok mesele bu. Asıl mesele belki 'Allahım sen beni bu cennetine koydun ya, bakıyorum dünya hayatıma, gerçekten hak ettim mi, benden daha sevabı olan insanların acaba ben de onların yanındayım diye içinden bir şey geçmesin, sana sitemde bulunmasın”. Düşününüz Edremit müftüsü veya şu geçen bunları öldürmeliydik derken gün geçirmiş insan mimikleri kullanan süt çocuğu imam ölseler, cenaze namazlarının kılınmasını sağlamamız üzerimize farzı kifayedir. Bi şekilde bir gurbet elde ölseler, cenazeleri yakılacak olsa, hepimiz onlardan sorumlu oluruz. Bence Olacak O Kadar'da dendiği gibi niyetimiz şurdakini buraya koymak, tam yerine rastgeldi manzara koymak olmamalı. Allahım ben hesapladım, bu kulun bozguncu, huyları da pis, yanıma yakışmıyor, koyma, koyacaksan ben gideyim tepkiselliğini hatırlatıyor. Ne demek istediğinizi anlıyorum, bir yere kadar hak da veriyorum, ama bu düşüncenizi baz aldığımızda uğrayacağımız istasyonları göstermek istedim sadece.
      • AhmetinAhmet
        Raci bey, Cevabınız için teşekkür ederim. Entelektüel sohbetin keyifli yanı sanırım bu olsa gerek. Dikkat ederseniz, ben sadece bir soru sordum. Yukarda Yusuf beye verdiğim cevapta da genişçe bakışımı bulacaksınız zaten, tekrara düşmeyim burada. Bununla birlikte dikkatimi çeken bir hususu paylaşmak istiyorum ki, sanırım hem bura da, hem de gerçek hayatta zaman zaman karşılaşıyorum. Dini konularda sorulan sorular yahut yorumların geleneksel alıştığımız tarzın dışında ifade edilmesi, yaklaşılması karşısında, bir çeşit ürpertiyi, tedirginliği bazen muhataplarımdan hissediyorum. "Böyle sorular sorulmamalı, meseleye bu şekilde yaklaşılmamalı, dinen mahzurlu olur" şeklinde bazen net itirazları da duyduğum oluyor. Elbette bu sözlerin ardından olayı irdeleyip, karşı tarafın düşüncesinin yanlış olduğunu, sadece alışıla gelenin dışında bir durumla karşılaşmasının, orjinal olmasının, yahut kullanılan sistematiğin sıra dışılığının, ifade edilen hususu dinen mahzur kılmayacağını, kılıyorsa açıklanmasını da bizzat gerçek hayatta talep etmiş, bu konuda zihinsel jimnastik nevinden sohbetler ettiğimi eklemeliyim. Kuranın çağa okunması, okutulması hususunda, entelektüel birikim olarak Hizmet hareketinin yerinin bir başka olduğunuzu elbette biliyoruz. Bunda Risale-i Nurların ve Hocaefendinin engin sohbetinin öğretmenliği de tartışılmaz. Risale-i Nurların ve özelinde Üstadın kendi çıktığı dönemlerde, dini argümanlarla bizzat başka ekoller tarafından eleştirildiğini biliyoruz. Günümüzde, fırak-ı dalleden tut, pek çok mesnetsiz iddialarla başta Hocaefendi olmak üzere, hizmet insanının payını aldığı da orta da. Siyasi yönleri, başka gerekçeler bir tarafa, meselenin bazen samimi insanlar, dindar bildiğimiz başka insanlar tarafından yanlış bilindiği de bir vakıa. Yeni olan bir ifade, tumum, yaklaşım, meseleyi ele alış biçimi, alışılmışın dışında bir giriş, sunum, insanların bazen dine saldırısı şeklinde algılanıp, mesele bağlamından koparılıp, bizzat dinin muhafazası adına verilen mücadeleye döndüğünü de bu devirde zaman zaman şahit oluyoruz. Bundan tam olarak olmasa da, sanırım zaman zaman hizmet insanının entelektüel dünyası da payını alabiliyor. Risale birikimi olmayan ama dini kimliği olan samimi insanların olduğu bir ortamda, mahşer meydanı bahsi geçince, mahşer meydanının, dünyanın güneş etrafında döndüğü yörünge deki alan olabileceğini, dünyanın içindekilerini bu alana dökebileceğini, mahşer meydanının olabileceğinden bahsedildiğinde, müstehzi ve bir kısmı itibariyle de dini savunur nitelikte "bu da nereden çıktı" nevinden iğneleyici cevaplar alındığını duymuştum. Aynı insanlara, "bunu ben söylemiyorum, Bediüzzaman hazretleri söylüyor...falanca bahiste" dendiğinde, o kişilerin sustuğunu, az önce alaya ve hatta kızgınlığa aldıkları durumun tersine, " ya öylemiymiş ne büyük dimağ şu Bediüzzaman" sözlerini duymuştum. Demem o ki, Hizmet insanı içinde de , söylenilecek herşey söylenmiş, yazılacak herşey yazılmış, bu temel çatılar üzerinden her türlü konunun cevabı verilebilir ve verilmelidir de, yeni bir yaklaşıma, ifade tarzına, yaklaşıma ihtiyaç yok ötesi olamaz da türünden bir tutumu hissediyorum zaman zaman. Oysa, "barika-i hakikat, müsademe-i efkardan doğar" diye söyleyen de yine bizzat bizleriz. Genel olarak tabi olaya yaklaşırsam, kendi şahsım değil, genel bir iifade olarak söylersem, sanki boynuzun kulağı hiçbir zaman geçemeyeceğine ilişkin bir tutum seziyorum. Daha önce sorulmamış olanı sormak, yahut yaklaşılmadığı türden bir olaya yaklaşmak, genel kabul görmüş alanın dışında ise, dışlanabiliyor. Bu her alanda mümkün elbette, ama dini konularda, bu dışlamanın ne boyutlara varabileceğini de elbette biliyoruz. Bediüzzaman Hazretlerinden bahisle başladık, örneğin Bediüzzaman hazretleri Bediüzzaman ünvanını iki kanatlı olmasından, yani hem dünyevi ilimleri, hem ahirete dair bilimleri zirve olarak bilmesinden yola çıkarak bu ünvanı taşıdığını söyler dururuz. Bunu dememize rağmen, Bediüzzaman hazretlerinin fiziğin, kimyanın, biyolojinin özüne vukufiyetiyle ilgili çok ama çok az hususa sohbetlerimizde değindiğimiz gibi, konuya ilişkin tahşidatlarımız da da hiç yer vermeyiz, nadir cevap veririz. Risale-i Nur bugün dünya arenasına Hizmet insanının bu zoraki dağılmasıyla bir nevi çıkmış durumda. Mesela şöyle bir düşünelim, Bir çeşit özgüvenle kendi içinde savunduğumuz, kendi topraklarımızda, yahut müslüman coğrafyasında tahşidatını yaptığımız Risalei Nurların bir gün gerçek bir irdelenmeye tutulduğunu, pozitif bilim çerçevesinden üstelik, ele alındığını bir d üşünün. Ya da şunu düşünün, Bediüzzaman ünvanının, yalnız dini bilimlere değil, fen bilimlerini de içeren tüm bilimsel hususlara vukufiyette zirve olması nedeniyle bu ünvanı aldığını bir batılı entelektüele söylediğinizi düşünün. Fizik, Kimya, biyoloji gibi temel bilimleri bilen entelektüel bir batılının bizlere çok soruları olacaktır. Bir teorik fizikçinin, o devirlerde kuantum fiziğinde müthiş gelişimler vardı, Einstein'ın genel özel görecelilik teorisinden, Schredöngerin, Bohr un, ve pek çok bilimsel keşfin, ötesi daha öncesi bilimsel doğru sanılan pek çok bilginin yanlışlandığı yerine yenisinin konduğu bir ortamdan bahisle, Bediüzzamanın iki kanatlı olmasından yola çıkarak, merak edeceği, bu konulara yaklaşımlarına ilişkin açıklamalar isteyeceğini de ayrıca düşünmekteyim. Risale okumalarımda, zaman zaman Bediüzzamanı imanı hususlar dışında, diğer kanadı yönüyle de aramaya çalışan, anlamaya analiz etmeye çalışan biri olarak, pek çok hususa da rastladığımı sevinerek söylemeliyim. Bırakın dünü, malesef bugünün eğitimli kadroları bile Risalei Nuru sohbetlerinde hep bir zaviyeden ele alıyor, hep aynı sohbet, sunum, ifade tarzıyla nasihatlara devam ediliyor. Alışılmışın dışında bir dünyaya adım attığımızı biliyoruz, yerel bir coğrafyadan, islam coğrafyasından çıktık, dahası çağa meydan okuduğunu düşündüğümüz bir müktesabata sahip olduğumuzu düşünerek, batıda yaşıyoruz, yarın bir gün nasıl sorularla karşılaşacağımızı şimdiden düşünüyor ve bazen eyvahlar çekiyorum. Bu eyvahım, cevap vermeye yetecek bir kaynağa sahip olmamamızdan değil, o kaynakları bu mantıkla analiz edip, hamur yapıp pişirip sunacak bir alışkanlığa sahip olmamaza ilişkin. Şu an ki yazışmam bir çeşit sohbet, becerebilirsek entelektüel bir sohbet, bir amacı da olması gerekmiyor, yahut bahislerden kendimize çıkaracağımız pek çok şey olabilir, ama diğer taraftan meramım o ki, biz fark etmesekte, biz "bu soru sorulmamalı, bu soru dinen sakıncalı olabilir, bu yanlış bir yaklaşım.." şeklinde yaklaşsakta, arkada dağ gibi gelen bir deizm, ateizm, tanrı tanımazlık var ve onlara bu tarz cevaplarla yaptığınız her mukavemette bir çeşit psikolojik yenilgiyi seçmiş olmuş oluruz. Sorulardan kork mamalıyız dememin sebebi de, bu da nereden çıktı dememin sebebi de o. Benim sorduğum sorudan bağımsız genel bir hususa ilişkin elbette bu. Ama o soruya yaklaşımdan yola çıkarak, konunun da buraya geldiğini bilmenizi istiyorum. Değişik bir zaman dilimine giriyoruz, kadın ve erkek cinsi dışında bir üçüncü cinsin hukuken kabul edildiği bir devirdeyiz. Hukuken bir şeyin kabul edilmesi, aslıda ahlaken ve vicdanen de kabul edilmesinin bir sonucunu gerektirmesinden kaynaklandığı içindir Batı da. Yani, kendi sistemi, anlayış mantalitesi içinde tutarlı bir insan hakları görüşü sunan batıya ve ferdine, yarın çocuklarımız ne cevap verecek, biz ne cevap vereceğiz örneğin. İnanmadıkları bir dine, hatta hiçbir dine inanmayanların sorularına, cevap olarak cevabı yine inanmadıkları bir Kitaptan doğrudan mı vereceğiz, yoksa onu güzel bir hamur yapıp, yan bilgilerle destekleyip mantığına mı oturtucağız. Kuran bir kaynak, ama Kurana inanmayan insanın dini bir konuya ilişkin sorduğu soruya dinen bakışımızı sadece Kuranda böyle der Cenabı Hak demek yeterli olacak mı? İnanmadıkları bir kitaptan cevap olarak verdiğimiz bir cevap sizce onları tatmin edecek mi. Bu nedenle sorulardan kork mamalıyız demiştim, sorularla yüzleşmek, karşılaşmak ve onları anlamaya çalışmak ve cevabı için de evrensel bir dili bulmak bir yönüyle bu devrin müslümanı için elzemdir kanaatindeyim. Bediüzzaman demiştik, örneğin şu an size soruyorum, bir batılı size şunu sorsa, Bediüzzaman devrinin fenni ilimlerinde de zirve mi kabu lediyorsunuz, nasıl yani Einstein, Schredönger, Tesla dan çok daha iyi teorik fizik mi bildiğni iddia ediyorsunuz Bediüzzamanın dese ne cevap vereceksiniz örneğin? Bu soru soruldu mu bilmiyorum, lakin sorulmaması daha yeterince bilinmemesiyle ilgili, ne zaman evrensel arenaya tam çıkılsın bu sorular yanında daha neler neler geleceğini görüp şaşırıp kalırız. İşte o gün sanırım cevabını sadece Hadislerden, Kuran dan verdiğimiz, yahut geçmiş islam muhakemesinden verdiğmiz hususların başka donelerle de desteklenmediğinde tam olarak muhataplarında oturmadığını gördüğümüzde aslında neyi ıskaladığımızı çok daha iyi fark edeceğimizi düşünüyorum. Bu nedenle de sorulardan korkmamak gerekir dememin sebebi de o, İslam bugün Ortadoğu coğrafyasına sıkışmış olsa, yahut çoğunluğu müslüman olanların kalanlarında o kültürde yaşayanların oluşturduğu coğrafyalarda sadece kültürel birikimin yansıması sorularla muhatap olsa, belki mevcut müktesebat yeterli olacaktır diyebiliriz. Üstadın bundan 70 80 yıl önce, bugün dine saldırılar bilim cephesinden geliyor sözünü hatırlayalım ve aslında o devrin bile ne kadar ilkel bir devir olduğnu bilim teknoloji olarak bugüne göre, düşünerek bugün karşılaşılacak sorulara, eleştirilere ne derece hazır oldğumuzu elden geçirmemiz gerekiyor kanaatindeyim. Değil 6000 kelimeyle, değil 600 kelimeyle, değil şu kada rkelimeyle, tükürün suratına... bağlamında ele alıp, cevapsız mı bırakacağız, yoksa, gerçekten bu sorulara cevap vermemiz gerekiyor deyip, en azından ifade tarzımızı, çağa hitap tarzımızı sorulan sorulardan alınan gardlara göre mi belirleyeceğiz. Mesela ben sorayım, sizce, Bediüzzaman Hazretleri Einstein dan daha fazla fizik biliyor muydu? (Bu konuya benim bir cevabım var, ama sizin cevabı düşünmenizi istiyorum). Yahut biri size sorsa, Hikmet denilen bir ilimden bahsediyorsunuz, ledünni ilimden bahsediyorsunuz, bunun ne olduğnu bir anlatın dese, o hikmete, ledünni ilme ulaşmayan bizlerin, bilmediğimiz bir şey hakkında verdiğimiz cevabın, muhatapta cevabı nasıl olacaktır, bu nedenle, Bediüzzamanı ledünni ilim bilmesi, hikmeti bilmesi yönüyle öne alıp anlatmak, bu nedenle eşyanın hakikatına bir çeşitte vakıftı demek, yeterli bir cevap olabilir mi? Yahut, bunların yerine, o devrin bilimin geldiği nokta şuydu, Bediüzzamanın da falanca falanca bahislerde şöyle şöyle bahsettiği hususlardan bunlara münafi bir hususu olmadığı gibi anlaşılan bunları bildiğine yönelik izlerin olduğu şeklinde bir açıklama yapmak daha doğru olmaz mı? Doğru olucaksa, bunlar Risalei Nurlarda nerelerde geçmekte? Madem, artık bilim cephesinden geliyor, Risalei Nur okumamızı, ve ötesi kendi okumalarımızı, dini bilgi edinme yönümüzü değiştirmemiz gerekmiyor mu? Artık, fizikten, kimyadan biyolojiden, kısaca, genden, atom altı dünyadan, makro kosmosdan, astro fiziğe, insan psikolojine yönelik bilimsel verilerden tut, geniş bir yelpazeye canlıyı anlamaya yönelik geniş bir okuma yapmamız, okumala yönlerimizi değiştirmemiz, bir çeşit dini anlatma yönünde zorunluluk değil mi? Bunları yapmak yerine, mantık, felsefe, beşeri bilimler, pozitif bilimleri bilmek yerine, "bu sorular sakıncalı sorular, yahut mantıksız sorular ..vb " şeklinde sorulan sorunun irdelenmesi, muhataplarında nasıl bir izlenim oluşturacak bunu düşündük mü. Raci Bey, Demem o ki, yeni bir devirdeyiz, ve bu devire üzülerek söylemeliyim ki ve içimde onun vicdani rahatsızlığını yaşayan biri olarak kendimi de katarak söylemeliyim ki, bu çağa hitap edecek bir donanıma sahip değiliz. Geçen asrın zirve insanı Bediüzzamanın eserlerini anlamanın yanında onun üzerine daha da ötesini inşa edecek bir donanımı ortaya koymadan, hep eksik kalacağımızı düşünenlerdenim. Geçen yüzyılın bilgisi, bu devrin ortalama bir pozitif bilimde doktora yapan öğrencisinin standart eğitiminin içinde. Demem o ki, bu devirde kendini yetiştirmiş bir akademisyeni, en azından pozitif bilim alanında bir akademisyeni, yüzyıl öncesinin Bediüzzamanın dan daha çok şey biliyor olabilir? Daha doğrusu şunu sorayım, Bediüzzaman hazretlerinin evreni fizik olarak algılaması, canlıyı biyoloji bilimi çerçevesinde bilmesi, vb.. bu devrin esaslı bir fizik profesöründen biyoloji profesöründen fazla mıdır? Bu konuda ne düşünürsünüz ? Dikkat ederseniz sorularla bir yol açmaya çalışıyorum, ezberlerden kurtulmayı, gerçekten düşünmeyi önemsemeyi ön palana çıkartmak istiyorum. Bunları lütfen ince bir iğneleme olarak ele almayın, bunlar birer yüzleşme. Ben Üstada güvendiğim, o geniş muhakemeyi gördüğüm içn güvenerek Üstadı bu çağın bilim dünyasına da, bu insandan öğrenecekleriniz var diyerek okutabilirim. Bediüzzaman Hazretleri, en çetrefilli matematik problemini, teknik, ayrıntı gerektiren hususları bilmeyebilir belki bu devre ait, ama ben örneğin, onun anlatımlarının bu devirde ortaya çıkan bilimsel keşiflerden, bilgilerle çeliştiğni görmediğim gibi, henüz yakalanmamış ufuklardan bahsettiğni de biliyorum. Aslında gözümüzün önünde çok şey kaçırıyoruz. Örneğin, bir 30. Sözde, Cenabı Hakkın, düşünceden, rüyadan, ışıktan ve karanlıktan yaratmış olduğu zişuur varlıklar olabilir.. demesi büyük bir ufuktur. 30. Sözde yakalanılan ufka bugün tam olarak bilimin ulaşmadığını mesela kendi açımdan düşünüyorm. Ama bu şu demek değil ki, söylenecek herşeyi söylemiştir, söylenmiştir. Şu gökkubbe altında söylenmemiş söz yoktur sözü geçerli değildir benim kanaatimce, nice yeni sözler, yaklaşımlar duymaktayız artık. Bugün paralel evren kavramını bilimsel düzlemde teorilerle anlatanlar, karanlık enerjiden, karanlık maddeden bahsedenler bilim adamları, uzay zamanın bükülmesinden, hız ile zaman arasında ters yönlü ilişki olmasından, kütle çekiminin zamanı bükmesi, uzayı bükmesinden bahislere önceki devirlerde rastayamazsınız. Daha kimbilir şu an insan aklından dahi geçmeyen ne tür bilgilere gebeyiz ve duyacağız. Demem o ki, yenilendikçe bilgiler, çeşitlenen sorular var, ve artık farklı sorulara hazır olma donanımında ötesi alışkanlığında olmalıyız. Karşımızda, "bunu sorma imanına zarar verir" diyebileceğimiz safi bir müslüman olmayabilir, artık şüpheler içinde, mantıksal olarak doyurulma duygusu içinde insanlar olacağından da şüphe etmemeliyiz. Sorulardan kork mamalıyız, yadırga mamalıyız. Dünyanın sayılı bir üstün zekalılar okulunun müfredatını anlatayım bunlar belki bir çeşit örnek olabilir bize, çocuklara ne yer çekiminden bahsedilir ne fizik kurallarından, sadece olan olgulardan bahsedilir ve bunun neden olduğu hususunu düşünmesi istenir, buna kendisinin kafa yorması beklenir. Bir zihni işlemek, bazen ona bir yol seçmektir de başlı başına, insan istese de o öğrendiği metodolojiden çıkamaz. Benim bugün Dinin ANTALIMI na yönelik(dikkat edin, din demiyorum, dinin insanlarca anlatımı) temel eleştirim de burada. Bugün İslam coğrafyasında din anlatımı bizi ileriye değil geriye taşıyor kanaatim bu, ama bir kaygım şu ki, benzer bir tutum sanırım biz de de var. Bediüzzamanın eserleri ne müthiş ne sırlar var diyen bir insanı karşıma alıp, bak kardeşim haklısın ama ezberden konuşuyorsun, ama şunu bilmelisin ki, bir zamanlar sırlı gibi görünen bugün pek çok hakikat daha akademinin ilk aşamasında gençlere öğretiliyor artık, bu nedenle senin hangi sırlardan bahsettiğini bilmek istiyorum demek istiyorum örneğin. Bediüzzamanın anlattığı SIR rı, bilinmeyen formüller, fiziken keşfedilmemiş hususlar, yahut çağı yakalamış açıklamalar bazında ele anlayan insanlar görüyorum etrafımda sırrı. Oysa, Risalei Nurlarda evrene, insana dair anlatımların dayandığı bilgilere vakıf kimbilir onbinler, yüzbinler var, ancak o ilişkiyi, bakış açısını, bağlamı veren yok gibi, bu nedenle Sır rı çözen Bediüzzaman benim gözümde. Evreni bir kaos düzeni gören, bir Nötron yıldızını görüp ürperen, bunlar birbirleriyle şidddetli kaotik ortam oluşturuyor diyene karşılık Bediüzzaman, hayır onlar bir yönüyle ahenk içinde kendilerine verilen görevi yapıyorlar, atom içinde ki o nazik üç parçacık, elektron, nötron, proton, bir ahenkle denge oluşturuyor, birbirine yardım ediyor, destek veriyor, Cenabı Hakkın şu ismine, cilvesine ışık tutuyor diyerek, işte bize asıl SIR rı o veriyor. Ama bunun için Sır rı bilmek için, eşyayı, tabiatı, bilimi kavramak bilmek gerekiyor. Bilmediğimiz bir evrenin, eşyanın, insanın Sır rını anlatmak olamaz, bu bir ezber. Bu nedenle İslam dünyası Ezberden kurtulmalı diyorum. Bu nedenle, sorulardan korkayalım, Raci Bey. Bir çeşit hasbihal oldu, bir solukta oturdum düşünmeden yazdım. Yazım hataları için şimdiden özür dilerim. Sürçü lisan ettimse affola. Niyet hayr, akıbet hayr olsun. Hürmetle..
        • Raci C.
          Estagfurullah, yazdiklariniz bende daha ziyade farkli farkli pencereler acti. Öncelikle sunu söylemeliyim: Ben sizin kadar özel insanlardan alintilar da yapacak kadar spesifik konulardan haberdar olmadigim gibi bu gibi konularin terminolojisine de hakim olacak kadar entelektüel birikime de sahip degilim. Fakat artik sezgisel mi diyeyim, analitik düsünmeye daha cok agirlik vermek mi diyeyim, büyük kafalarin konustugu konularda da fazla okumadan etmeden düsünmek hosuma gidiyor. Keske okumaya gücüm, enerjim ve idrak kapasitem olsa. Yusuf beye cevabinizi okudum, salt o acidan baktigimizda bi itirazim yok. Bana yazdiklariniza da büyük ölcüde katiliyorum. Farkli düsüncelere acik olmak zamanimizda icsellestirmemiz gereken en büyük degerlerden biri olmali. Ne sorguluyorum, ne de yargiliyorum. Sahsen Bediüzzaman hazretlerinin 2. Dünya Savasi esnasinda ölen Hiristiyanlar, sonra bizim Ermeniler, Rumlar hakkinda söyledikleri, sonra sizin de bahsettiginiz mahser meydani ile ilgili düsünceleri benim Hizmet´i benimsememde önemli rol oynamislardir. Onun ezberleri bozan bu ve benzeri söylemlerine kendimi yakin hissetmem benim icin hep onur veririci bi sey olmustur hep. Dinin bilime acik olmasi gerektigi, güzel bir hamur olusturup dünyaya sunmamiz, bunlar büyük ölcüde katildigim noktalar demistim. Benim itirazim yorumunuzda dini hayatimiza bilimin feneriyle de bakmayi önermeniz degil; bilim sorgular, normaldir. Benim sorun gördügüm nokta bizim sahsi olarak belki de yasadigimiz magduriyetlerin agirligiyla sorguluyor olmamiz. Mesela bakiniz, Melekler Allah´a eger insanoglunu ibadet icin yarattiysan, biz sana ibadet de ediyoruz, hizmet de ediyoruz, tesbih ediyoruz, takdis ediyoruz derken sanki bakin bir magduriyet duygusu icinde bunu dile getiriyorlar. Bir kiyaslama yapiyorlar orda. Ve Allahin verdigi cevap malum. Yine ayni sekilde Seytan da isi irkciliga götürecek tarzda bir kiyaslama yapiyor ve secde etmiyor. Simdi buradaki sorgulama salt ögrenme amacli olsaydi bunu tarafsiz bir sekilde bu kadar kalin cizgilerle kiyaslamadan yaparlardi, daha bilimsel davranirlardi. Fakat öyle olmuyor, orada psikolojiyle acikalayabilecegimiz baska bi sey var. Kiyaslamalara bakilirsa burada bir gadre ugrama, gözden düsme korkusu var. Yeni bir canli türü rakip olarak geliyor, belli ki bozguncu olacak, cok kan dökecek, ekserisi cahil olacak ve Allahi hakkiyla tanima noktasina bile varamadan, hayvanlar kadar performans gösterecek, ardindan da ölüp gidecek. Simdi benzer sorulari ayni magduriyet duygusuyla insanoglu da sordugunda alacagi cevap asagi-yukari belli. Fakat meleklerin ve seytanin aksine o duygudan uzak bir sekilde sorgularsaniz elbette bir yol alabilirsiniz. Tabii bu dünyadaki en büyük sorunumuz cennetteki o paradoks mudur bilemiyorum. Bana yazdiklariniza neden tümüyle degil de büyük ölcüde katiliyorum isterseniz simdi de onu izah etmeye calisayim: Bizim, cevabinizda bahsettiginiz hamuru firina vermemiz icin sizin de dediginiz gibi ya büyük kafalara ihtiyacimiz var ya büyük bir hercümerce ya da insanlari pesinden sürükleyecek manevi bir sahsa. Kaliplari bilincsizce veya bilimsellik iddiasiyla ortadan kaldirmak kolay fakat aslina, ruhuna uygun bir sekilde yeniden ortaya koymak icin ya burnumuzun iyice sürtünmesi, ya hasbel kader büyük bilim insanlarinin zuhur etmesi ya da Allahin bize bir kurtarici göndermesi ile yeniden olusturmak apayri bi sey. Bütün bunlar olmadan örnegin hadisleri bugüne göre anlamak icin bir metodoloji olusturmak, her hadise uygulayabileceginiz bir formül gelistirmek icin sarraf inceligi lazim. Korkmayalim fakat kasabin eline de mücevher vermeyelim. Bugünün ince ice calisan sarraflari yarinin gözü pek ve eli saglam büyük kafalarini yetistirebilir. Büyük kafa olmadan da asrimizda belirleyici olmak imkansiz kadar zor. Siz ben hamur yapicam diyene kadar adamlar sizi alip tavaya yatirir iki dakkada servise hazir misir unlu hamsiye dönmüssünüz. Kavram üreteceksiniz, teorem üreteceksiniz, cigir acacaksiniz, iste o zaman hamur da yogurabilirsiniz. Korkmamamiz gereken sorularin da bir muhatabi olur. Fakat basinizi bir cevirin bakin, hemen hepsi meseleyi cözmüs, kimi Mehdi edasinda, kimi Müslüman calgisiyla bilim bestelerken, kimi de bilim calgisiyla Islam besteliyor. Kiminde bilimin tuzu cok kacmis, kiminde din bir sostan ibaret. Yazilacak her sey yazilmadi, söylenecek her sey söylenmedi ama su aralar yazilanlar da, söylenenler de 800 yillik garipligin, 250 yillik ezikligin tesiri altinda yazilip söyleniyorlar. Alışılmışın dışında bir dünyaya adım attığımız su dünyada bilimin üzerine düseni yapmamasi, Bediüzzaman´in mahser tasvirine burun kivirmasi, insan ve cinler gibi iki ayri yaradilisa ait varliklarin ayni ortamda bulunmasina ilgi duymamasi, kapitalizmin oyuncagi haline gelmesi ve büyük bir deger olarak kendini istismara sonuna kadar acik hale getirmesi de cok büyük bir problem. Sadece din degil istismar edilen, bilim daha da cok istismar ediliyor bugün. Ben bugün artik öyle bir noktaya geldim ki, biz Müslümanlar dinin istismarindan ziyade bilimin istismarina karsi mücadele vermek durumundayiz. Belki de her seyi dinle anlatmak zorunda degilizdir. Örnegin ücüncü bir cinsin ahlaken ve vicdanen kabul edilmesinin yanlisligini bilimsel olarak dünyanin gözüne sokmak teoride cok kolay olabilir, sadece tibbi acidan ilerleseniz hayli yol katedebilirsiniz, fakat bu durumun resmen onore edildigi ve yüceltildigi zamanimizda muhatap olarak samimi biliminsanlarini bulamayacaksiniz karsinizda. Aslina bakarsaniz ben Müslümanlar acisindan ümitsiz, insanoglu acisindan ümitliyim. Hakikati Müslümanlar bulamasa bile insanoglu bulacak. Sorgulaya, sorgulaya, bedel ödeye ödeye bulacak. Su son 250 yilda Allahin esmasini Müslümanlardan cok Müslüman olmayan dünya yansitti ve korkarim biz kiyamet koptugunda Müslümanligimizla degil insanligimizla gurur duyacagiz. Melekler evrendeki varligimizin anlamini daha iyi anlayacak, Seytan belki de insanin talebesi olacak. Bu bakimdan Edremit müftüsüyle ayni cenneti paylasmak belki de o kadar kötü degildir. Belki benden daha iyi bir babadir, benden daha fedakardir, daha iyi bir evlattir veya ne bileyim cehennemden daha taze cikmistir ve farkindalik konusunda bana an itibariyle bes cekiyordur. Eger hos sohbetse, ben konusayim sen dinle modunda degilse, onunla da konusabiliriz, olmadi yazisiriz. Paradoks da varsa büyük kafalar cözsün ;) Iste böyle Ahmet bey, zaman ayirip okudugunuz icin tesekkür ederim. Insallah ben de sizi incitecek bir ifade kullanmamisimdir. Kullanmissam bile kasitli olmadigindan emin olabilirsiniz. Selamlar.