YORUM | AHMET KURUCAN
“Seçici okuma” yazıma gelen ve önemli gördüğüm bir başka okuyucu yorumuna cevap vermeye çalışacağım. Niyetim tahmin edeceğiniz gibi polemik değil. Okuyucuya saygımın gereği ve kısmen de olsa yanlış anlama ve anlaşılmaları düzelteceğine inandığım için kaleme alıyorum bu yazıyı. Yapıcı bir üslup her zaman olduğu gibi şiarımdır.
Okuyucumuz o yazıda dile getirdiğim düşüncelerde tarihin inanç alanı olmadığı, ona olumlu ve olumsuz yanları ile bir bütün olarak bakılması gerektiğini dile getirip İslam ve Osmanlı tarihinden birer cümle ile verdiğim örneklerle yaptığım göndermelerden hareketle şu düşüncesini dile getirmiş: “Siz, Hocaefendinin sohbetlerinde ve kitaplarında ceddine ve atalarına toz kondurduğunu gördünüz mü?” Bir hayal kırıklığı seziyorum ben bu cümlede. İki ayrı açıdan hayal kırıklığı yaşıyor anladığım kadarıyla. Bir, benim dile getirdiğim o düşünceler kendi zihninde var olan tarih ve tarihi şahsiyetlerle ilgili algısın ile çelişiyor. İki, o yorumların Hocaefendi’nin bu konudaki düşünce ve söylemleri ile çatıştığını vehmini taşıyor.
BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Önce verdiğim o iki misale döneyim, ardından Hocaefendi ve toz kondurma meselesine. Verdiğim misallerin ilki sahabenin ileri gelenlerinin yer aldığı Cemel, Sıffin, Nehrevan savaşları, Kerbela katliamı ve Harura hadiseleri. İkincisi ise Fatih’in “nizam-ı âlem” düşüncesiyle kaleme aldırdığı ve Şeyhülislam onayı ile yayınlanan kanunnamede geçtiği üzere şehzade katliamları. Tek tek ele alıp anlatmama gerek var mı bilmiyorum ama şunu sormama müsaade edin, üzerinden asırlar geçtiği halde bugün bile bizim ciğerlerimizi yakan bu hadiseler doğru değil mi? Uydurulmuş, hayal mahsulü roman veya film senaryoları mı bunlar? İslam ve Osmanlı tarihine sonradan yamanmış iftiralar olarak kabul etmiyorsunuzdur umarım bunları? Ölenin de öldürülenin de Müslüman olduğu ve bugünkü dil ile ifade edecek olursak tam anlamıyla bir iç savaş olan o hadiselerde binlerce insanın karşılıklı savaştığını inkar edebilir misiniz? Ya beşikteki şehzadenin büyüyünce devletin birlik ve bütünlüğüne zarar verir, başına dert olur denerek öldürülmesine ne diyeceksiniz?
Pekala neden? O dönemlerin literatüründe var olan kavramları kullanarak sorayım: İ’lâ-yı kelimetullah uğruna mı? Din-i mübin-i İslamı anlatmaya engel oldukları için mi? Yoksa iktidar, kabile taassubu, kendi yorumlarının yegane doğru olduğuna dair inançları, menfaat düşüncesi, Cahiliye dönemindeki anlayışlarına geri dönüşleri, devlet-i ebed müddet, ya devlet başa ya kuzgun leşe ya da nizam-ı alem mi? Hangisi? Hepsi mi, hiçbirisi mi? Cevabınız hiçbirisi ise sizin getirdiğiniz izah ne?
Evet, sahabe-i kiram İslam dini uğruna nice fedakarlıklara katlanmış devâsâ insanlar. Allah hepsinden razı olsun. Mekanları cennet olsun. Ama hayatlarının belli dönemlerinde yaptıkları fedakarlıklar daha sonraki dönemde yaptıkları yanlışları görmememizi gerektirir mi? Gerektirmemeli. Hatadan münezzeh ve müberra kişiler mi onlar? Allah’ın Kur’an’ında “Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı” demesi sahabenin hayatlarında hiç hata yapmadığı şeklinde anlaşılabilir mi? Kaldı ki kendileri anlatıyorlar kendi hayatlarında yaptıkları yanlışlıkları. Hocaefendi’den kaç defa dinlemişsinizdir Amr b. Âs’ın ölüm döşeğinde iken oğluna yaptığı itirafları. Benim, “tarih inanç alanı değildir, olumlu ve olumsuz yönleri ile bir bütün olarak görmeli” derken kastım da bu.
“15 Temmuz sonrası devlet orantısız güçle Cemaat’e zulüm etmeye başladıktan sonra söylüyorsunuz bunları,” diyebilirsiniz. Hayır, kendim için konuşabilirim. Yeni söylemiyorum, eskiden de söyledim ve yazdım. Yeni Ümit dergisinde dört halifenin hayatını tefrika halinde kaleme aldığım 1990’lı yılların başlarında bu savaşların hepsini kaynaklarını vererek dile getirdim. Şehzade katli fetva ve fermanının masumiyet ilkesi ile çatıştığını ve ne sebeple olursa olsun kundaktaki bebeğin ölümüne cevaz verilmesinin dini, hukuki, ahlaki ve insani değerlere göre yanlış olduğunu Zaman gazetesindeki köşemde en azından 2-3 defa yazdım. İktidar savaşları dedim, kabile taassubu dedim, ganimet ve menfaat hırsları dedim. Sonra orada yazdığım yazıları genişleterek kitap olarak yayınladım. İsteyenler bakabilir. Hatta hiç unutmuyorum sahabelerin bu mücadelelerini hiç okumamış, duymamış bir inşaat mühendisi ağabey o günlerde hayretini ve şaşkınlığını ifade ederek yüzüme dedi ki: “Sen neler yazıyorsun öyle ya! Gerçekten bunlar yaşanmış mı?” Bu olay 1992’de oldu. 2018 yılında Amerika’da da aynı şeyi yaşadım. Bir gün bir grup arkadaşa çay sohbetinde Cemel savaşını anlatmıştım. Muhabbetin sonunda benim çocukluk arkadaşım dedi ki: “Ya ben bunca yaşıma geldim. Yüzlerce vaaz ve hutbe dinledim, dini sohbetlere katıldım, ilk defa duydum Cemel savaşını!”
Bununla beraber şunu itiraf edeyim, evet tarihe bütüncül bakmaya çalıştım, yazı ve konuşmalarımda olumsuz denebilecek taraflarını da dile getirdim ama ağırlık olumlu taraflarını aktardım. O günlerin şartları ile zihniyet dünyamda ağır basan düşünce bu noktada birleşmişti çünkü. Fakat hiçbir zaman Mehmet Efe Çaman’ın son yazılarında ısrarla altını çizdiği “Türk-üstünlükçü” bir dil kullanmadım, tarihe ne öykündüm ne de tapındım.
Gelelim “Siz, Hocaefendinin sohbetlerinde ve kitaplarında ceddine ve atalarına toz kondurduğunu gördünüz mü?” sorusunun cevabına. Evet gördüm. Eğer toz kondurmak ile kastınız bugünün değil dünün kriterleriyle söz gelimi Osmanlı’nın yapmış olduğu yanlışlıkların dile getirilmesiyse okuyucumuzun tabiri ile Hocaefendi’nin ceddine ve atalarına toz kondurduğunu gördüm. Çok değil daha 5-6 ay önce Osmanlı’nın siyasi duruşunda, idari kararlarında heptenci ve toptancı bir yaklaşımın yanlış olduğunu, padişah padişah, dönem dönem, hatta mesele mesele ele alınıp bir değerlendirmede bulunulması gerektiğini söyledi. İlk 3 asrı ile ikinci üç asrı arasında mukayeseler yaptı. Örnekler verdi. Yavuz cennetmekan şunları yapmakta çok isabetli davranmış ama Şah İsmail ile olan mücadelesindeki tavrı yanlıştı dedi. Sadece Yavuz Selim değil başkalarından da örnekler verdi. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama saygılı üslubundan da taviz vermedi.
Fakat eski dönemlerde aynı Hocaefendi’nin “Ben yanımda Osmanlı’ya söz ettirmem,” dediğini de duydum. Burada iki şey düşünebilirsiniz: “Osmanlı’ya söz ettirmem,” dediği zamanlar Osmanlı güzellemesi yapıyordu, sadece olumlu yönlerini ele alıyordu ama sonraları yaptığı okuma ve değerlendirmelere bağlı olarak düşüncesini değiştirdi. Evet, bunu diyebilirsiniz ve bu gelişmeyi takdirle karşılamalısınız. Zira düşüncesinin esiri değil, sabit fikirli değil, fanatik, bağnaz ve yobaz değil, eldeki verilere göre düşüncelerini değiştirebiliyor demektir bu. Ya da “Osmanlı’ya söz ettirmem,” sözünü Osmanlı aleyhinde genelleme içeren eleştiriler ya da o eleştirilerde kullanılan çirkin üsluba karşılık söylemiştir dersiniz ki ben her ikisinin de doğru olduğunu düşünüyorum.
Hasılı, tarih kendi tabii akışı ve tarih ilminin kuralları içinde incelenmediği zaman incelenen dönemi ve şahsı tarihin dışına çıkartır. İdeolojik, resmi ve öykünücü tarih anlayışı tarihle yüzleşmekten kaçınmanın bir diğer adıdır. Ben şahsen tarih yazım geleneğinde “Annales Okulu” tarihçiliğinin esas alınması gerektiğine inanıyorum. Bu okul ve ekol tarih yazımının sadece siyasi faktörlerle değil sosyo-kültürel ve ekonomik faktörlerle birlikte ele alınıp değerlendirmeler yapılmasını öngörür. Mesela spesifik bir dönemi, savaşı veya kişiyi değerlendiriyorsanız, o nasıl bir toplumsal zemin içinde ortaya çıktı, nasıl bir sosyal tabandan kaynaklandı sorularına cevap aramakla işe başlamak demektir. Bunu yapmadan sadece siyasi bakış açısı ile ve sonuçlarına odaklanarak yapacağınız okumalar önyargılı ve subjektif değerlendirmelerdir. Sonu ne olur? Ya melekleştirirsiniz incelediğiniz şahısları ve dönemi ya da şeytanlaştırırsınız. Böyle tarih anlayışı olmaz. Tarih böyle okunmaz ve anlaşılamaz.
Son söz olarak şunu söyleyeyim: Ben ecdada toz konduralım demiyorum ama var olan tozları da görelim diyorum. Kaldı ki o tozları onlar tercih ve eylemleri ile kendileri kendi üzerlerine kondurmuşlar zaten. Bize düşen o tozları görüp anakronizme de düşmeden varsa makul ve meşru izahlarını yapalım, yoksa görmezlikten gelme yerine onları da görüp dersimizi alalım ve bugüne taşımayalım. Ecdada karşı gerçek sevginin onları melekleştirme suretiyle değil ancak doğrusu ve yanlışı ile bir bütün olarak görmekle mümkün olacağına inanıyorum.
Daha ne diyeyim?