Yorum | Süleyman Sargın
Hayat hakikaten bir yolculuk; insan bu yolculukta halden hale, tecrübeden tecrübeye göç edip duruyor. Kabzların elinde kıvrandığı da oluyor, bastlarla yeni ufuklara yelken açtığı da. Bazı insanlar hassasiyetlerine göre, bir günde dört mevsimi birkaç defa bile yaşayabilir. Yunus Emre, bu durumu kendi muhasebesini ortaya koyduğu bir beytinde çok güzel ifade eder:
“Bir dem âbid, bir dem zâhid; bir dem âsî, bir dem mutî’;
Bir dem gelir ki ey gönül, ne dinde, ne imandasın!”
Sadece iç âleminde değil, insanın hizmet hayatında ve duygu, düşüncesi itibariyle de inişler, çıkışlar birbirini takip ediyor. Muvaffakiyetlerle ferahladığı gibi, mahrumiyetler ve imtihanlarla da sarsılabiliyor. Yaratılıştan bu yana Âdet-i Sübhaniye ve Sünnetullah hep aynı istikamette cereyan ediyor. Unutmamak lazım ki, öldürülme endişesiyle Firavun’dan kaçanla, günün birinde Firavun’un karşısında Hakk’ı haykıran, aynı Musa’dır. Yusuf’un ardından gözleri kaybetmek de vardır kaderde, gömleğini yüzüne sürüp hem Yusuf’a hem gözlere kavuşmak da. Geceleri gündüzlerin, gündüzleri gecelerin takip etmesiyle, kışların ardından baharların, baharlardan sonra tekrar kışların gelmesi de bize her gün ve her sene bu hakikati hatırlatıyor.
Bu hal bir bakıma kurulmaları, yükselmeleri, duraklamaları, gerileyip çökmeleri ve yerlerine yenilerinin kurulmasıyla devletler, medeniyetler ve hatta sosyal gruplar için de söz konusudur ve tarih hep bu halden hale geçmelerle akıp gitmektedir.
Bütün bu konup göçmeleri, düşüp kalkmaları hisleri gelişmiş, duygu dünyaları itibariyle olabildiğince hassas insanlar çok daha derinden duyarlar. Ömürlerini tarihin inişi çıkışı bol, en keskin, en geniş boyutlu ve en tecrübe dolu dilimlerinde yaşayanlar bu sürekli hicreti bütün zerreleriyle hissederler. Osmanlı Devleti’nin çöküşüne sebep en dehşetli mağlubiyetlerden olan 93 harbinin cereyan ettiği yılda (1877-78 Osmanlı Rus savaşı) doğan Bediüzzaman, buna önemli bir örnektir. Onun bütün ömrü tarihi sürecin “ahir zamanına” kaydığı bir dönemde inkılâplar, yıkımlar, çökmeler, yeni oluşumlar, harpler, felâketler ve helâketler içinde geçti. O, bütün bu iç göçleri çok derinden duydu, tarihi adeta sırtında taşıdı. Üstüne üstlük sırtındaki emaneti, “emin bir ele” tevdi etme gibi göklerden ve dağlardan daha ağır bir vazife ve sorumluluğun altında yaşadı.
1922 yılı, Bediüzzaman’ın hayatı içindeki önemli dönüm noktalarından biridir. O tarihte kendi ifadesiyle Ankara’yı “en kara” görerek Van’a çekilir. Bu dönem aynı zamanda Eski Said’den Yeni Said’e dönüşümün de yaşandığı yıllardır. Van’a çekilme, Üstad için bir tefekkür, muhasebe ve yeni döneme ait bir manevi hazırlık vesilesi olmuştur. Oraya geldiğinde “Gurbetten vatanıma döndüm” diyecektir ama kendisini daha derin ve daha elemli gurbetlerin içinde bulacaktır. Birinci Dünya savaşında ve yaşanan iç isyanlarda Van’ın neredeyse tamamı yakılmış ve yıkılmıştır. Dağ gibi veya dağ şeklinde yekpare taştan ibaret olan Van Kalesi’nin dibinde yıllarca talebeleriyle ders okuduğu Horhor Medresesi de bu yıkımdan nasibini almıştır. Derinden sarsılan ve gözyaşlarına hâkim olamayan Üstad, medresenin üstünde bulunan tepeye çıkar. Oradan uzun uzun Van’a bakar. Şehir adeta “baykuşların yasçısı olduğu bir viraneye” dönmüştür. On yıl öncesinin o şenlikli, büyük ölçüde ma’mur, neşeli şehri gitmiş, yerine tam bir harabe gelmiştir. Yirmi seneye yakın bir süre ders okuduğu talebelerinin bir kısmı yine Üstad’la birlikte veya başka cephelerde savaşırken şehid düşmüştür. Aynı şekilde bir zamanlar medresenin etrafındaki kale dibi mevkiinde yaşayan ve ekseriyetiyle dost ve ahbap olduğu insanlardan da geriye çok az kimse kalmıştır.
Üstad, yıkılan Horhor medresesinin yüzünde, yerle bir edilmiş bütün Osmanlı medreselerini görür. Medreselerin cenazesinin manevi azametine işareten koca Van Kalesi’nin yekpare taşı da bir mezar taşı gibi durmaktadır. Hissiyatını “O medresede daha evvel benimle beraber bulunan merhum talebelerim, şimdi kabirlerinde benimle beraber ağlıyorlar. Belki o şehrin harabe duvarları ve dağılmış taşları dahi benimle beraber ağlıyorlar ve onları ağlıyor gibi gördüm” sözleriyle dile getirir.
Hisleri gibi hayali de çok kuvvetli olduğu için Üstad, o esnada yıllar öncesine gider. Bir yandan talebeleri ile geçirdiği güzel günleri hatırlarken, diğer yandan o güzel günlerle mevcut halin tenakuzu karşısında gözyaşlarını tutamaz. Talebelerini, dostlarını hatırasından geçirirken, kendi ifadesiyle “bin gözü olsa, ağlamasına iştirak edecekleri” bir üzüntüye gark olur. Demek ki insanı en ziyade öldüren, dostlardan ayrılıktır. Ruhu en fazla örseleyen, alışılamayan, alışmak şöyle dursun, her geçen gün ruhta, hislerde daha da derinleşen, gurbetin karanlığı koyulaştıkça kendilerini daha da hissettiren şey bu ayrılıklardır.
Bu dayanılmaz halet içindeyken “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O Azîzdir, Hakîmdir. Göklerin ve yerin mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti O’na aittir. Hayatı da ölümü de O verir. Ve O, her şeye hakkıyla güç yetirendir. O, Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır. Ve O, her şeyi hakkıyla bilir.” (Hadîd Sûresi, 57/1-3) ayetlerinin hakikati kalbine tecelli eder. Ayetlerin ışığı altında o rikkatli, ayrılık dolu, dehşetli ve hüzünlü halden sıyrılarak etrafına bakar. Görünen sadece gurbetin, ayrılıkların, ihanetlerin, vefasızlıkların acısı değildir. İlâhî Rahmet’in cilveleri kara bulutların arasından başlarını çıkarıp kendisine selam çakmaktadır. Sanki ağaçların başlarında yer tutan meyveler ona tebessüm etmekte ve “sadece şu viranelere, harabe yerlere bakıp durma, bize de bak!” demektedir. Ayetler ihtar etmektedir ki Van sahrasının sahifesinde bir zamanlar yer almış insanlar aslında burada misafir idiler. Bu sahifede Kader’in onlar eliyle yazdığı şehir suretindeki mektup da emsali binlerce mektup gibi bir sel belasına kapılıp silindi. Fakat emsali binlerce, on binlerce mektubu yazan ve yazdığı mektuplarla mesajlar veren Zât, her şeyin Hakiki Sahibi dâima hayatta, her şeyi Bilmekte, Görmekte ve her şey O’nun İlmi, İzni ve İradesi tahtında cereyan etmektedir. Ve şimdi O (cc) kim bilir ne yeni mektuplar yazacaktır!
Öyleyse Musa’yı (as) Firavun’dan kaçıran Kudret, elbette bir gün O’nu Firavun’un karşısına çıkaracaktır. Nebiler Sultanı’na (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekke’yi terk ettiren İrade, günün birinde O’nu mutlaka Kâbe ile buluşturacaktır. Gözlerini kaybedene kadar Yakub’u (as) Yusuf’un ardından ağlatan Hikmet, rüyayla müjdelediği büyük buluşmayı muhakkak gerçekleştirecektir. Bize düşen, yitirdiğimiz müesseselerimize, harabeye dönmüş vatanımıza, içine düştüğümüz gurbetlere, maruz kaldığımız türlü ihanet ve vefasızlıklara bakıp ağlamak yerine, gözümüzü her yandan tebessüm eden Rahmet cilvelerine çevirmek ve bitmeyen bir kulluk cehdiyle yeni mektupların yolunu gözlemektir.