Düşenin elinden tutmak

YORUM | Dr. REŞİT HAYLAMAZ

Zaman geçti ve geçip giden altı yılda çok şey değişti; Huzûr’un insibağına kendini salan Hazreti Umeyr (radıyallahu anh), şefkat ve merhametin şekillendirdiği bir âbideye dönüşürken Safvân İbn-i Ümeyye, hâlâ burnundan soluyor, kin ve nefret kusmaya devam ediyordu.

Ancak, gün gelecek, bu tarafın meltem yüklü sıcaklığı, Safvân’ın buzlarını da eritecekti.

Tabii, bunun için ayrı bir emek, bunun için ayrı bir gayret gerekiyordu!

Beri tarafta bu, fazlasıyla vardı!

Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), gözü-kulağı Mekke’deydi; Medîne üzerinden serbest geçiş hakkı tanımış, güvende olacaklarının garantisini vermişti. Üstelik, her fırsatta Medîne’den, hoşlarına gidecek sözler geliyordu! Düşmanlıkta sınır tanımasalar da Medîne’yi, başları sıkıştığında çözüm adına müracaat edecekleri bir adres olarak görüyorlardı! Nitekim, kıtlıktan kırıldıkları günlerde Ebû Süfyan’ı Medîne’ye göndermiş, yüzlerine kapanmayacağını bildikleri bu kapıdan yağmur duası talep etmişlerdi!

Sıkıntılarını giderebilmek için Hayber ganimetlerinin yardım diye gönderildiği isimlerden birisi de Safvân İbn-i Ümeyye idi.

Düşmanlıkları eritme adına Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebû Süfyân’ın kızı Ümmü Habîbe Validemiz ile evliliği, aynı zamanda Safvân İbn-i Ümeyye ile bacanak olması anlamına geliyordu; zira Ebû Süfyân’ın bir diğer kızı Ümeyme, o gün Safvân İbn-i Ümeyye’nin bir diğer hanımıydı.

Şüphe yok ki bu evlilik, Mekke fethinin kırılma noktası mahiyetindeydi.

Teyzesi Meymûne Validemiz’in evliliği vesilesiyle Huzûr’la müşerref olacak olan yakın arkadaşı Hâlid İbn-i Velîd’in, “birlikte gitme” teklifine o kadar kapalıydı ki o gün onu terslemiş ve “Mekke’de Müslüman olmayan bir tek kişi kalsa, şüphesiz o, ben olurum!” cevabını vermişti.

Büyük konuşuyordu!

Kin ve nefretin beslediği düşmanlık ne kadar büyük olursa olsun, beri taraftaki şefkat ve merhametin sıcaklığı, bütününü eritecek kadar aşkındı.

Şu da bir gerçek ki Safvân’ın buz kökleri, daha derindeydi!

Fetih günü, Huzâalılardan 23 kişiyi öldürenler arasında o da vardı ve “Elini kolunu sallayarak Muhammed’in Mekke’ye girmesine asla seyirci kalmayız!” diyor, insanları isyana teşvik ediyordu.

Azınlıkta kalan üç-beş arkadaşıyla birlikte direnmek istemişlerdi ama iş, sandıklarından daha ciddiydi; her geçen dakika, daha da yalnızlaşıyorlardı!

Halbuki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), gözleri önünde kıldığı namazlarını o gün, ikişer rek’at olarak kılıyor ve “Ben buraya kalmaya değil, sizi almaya geldim!” mesajını veriyordu.

Bunu da anlamadılar! Öyle “mevhum” bir düşman icat etmişlerdi ki kendi icatlarına kendileri de inanmış, hazım problemi yaşıyorlardı; Hazreti Bilâl’in ezanını duyunca oturmuş ve her birisi farklı bir dille duygularını ifade ederken o gün Safvân’ın sözü, “Şu ânı görmeden önce babamı alan Allah’a hamd olsun!” şeklindeydi!

Arkadaşları gibi o da canından korkuyordu!

Çareyi, Mekke’yi terk etmekte bulmuşlardı; düne kadar kendini Mekke’nin sahibi gören Safvân da kaçıyordu!

Cidde yakınlarındaki Şümeyse’ye gitti önce. O gün burası, Mekke’nin Habeşistan’a açılan bir liman kentiydi ve bulduğu ilk gemi ile Habeşistan’a geçecekti!

Kader bu; yıllar önce, hicret edenleri geri getirebilmek için ne paralar döktükleri, entrika üstüne entrika ile politika üretip süslü sözlerle kandırmaya çalıştıkları Habeş diyarına muhtaç kalmışlardı!

Aslında, muhtaç oldukları iksir, Mekke’deydi; zira beri tarafta, Bedir sonrasında Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) öldürmek için Medîne’ye gönderdiği amca oğlu Umeyr İbn-i Vehb (radıyallahu anh), onun derdine düşmüş, “Yâ Nebiyyallah!” diyordu. “Safvân İbn-i Ümeyye, kavmimizin efendisidir. Ancak şimdi o, Senden kaçtı ve kendini, deniz aşırı memleketlere atmak için gitti; ona da emân verir misin?”

Cevap, tam da beklediği istikametteydi:

“Amca oğlun da emniyettedir!”

İş başa düşmüştü ve “Olmaz” denilenlerin olduğu, bayram içre bayramların yaşandığı bir demde her şeyi Mekke’de bıraktı ve amca oğlunun peşine düştü, Hazreti Umeyr. Üç gün sürecek bu yolculukta yanında, Bedir esiri iken, Medîne’de yeniden doğan oğlu Vehb de vardı.

Şümeyse’de, gemiye binmek üzereyken buldular Safvân’ı. Ancak o, bir an önce karşı kıyıya geçmenin telaşındaydı ve peşinden gelen Hazreti Umeyr’i göstererek kölesine, “Yazıklar olsun! Şu gelenin kim olduğunu görüyor musun?” diyordu.

Anlamamıştı; anlayamazdı!

Köle, “Endişe etmene gerek yok; o, Umeyr’dir!” dese de “Umeyr’i ben ne yapayım! Onun tek derdi var, beni öldürmek! Şimdi peşime takılmış onun için geliyor! Zaten o, daha önce de bana karşı Muhammed’e destek vermişti!” deyip duruyordu.

Yanına kadar yaklaşan Hazreti Umeyr, “Ey Ebâ Vehb! Kurbanın olayım!” diye seslendi ona. “Şu anda ben, insanların en iyilikseverinin, en hayırlısının ve akrabalık bağlarını en iyi koruyanının yanından geliyorum! Anam-babam sana feda olsun; Allah’tan kork ve sakın kendi kendini helâk etme! İşte bak; ben sana, Allah Resûlü’nün emânını getirdim!”

“Yalan” üzerine kurguladıkları dünyalarına kendilerini öylesine kaptırmışlardı ki bu candan çırpınışları anlayacak hali yoktu; tekrarlayıp durduğu nakarat, “Yazıklar olsun sana! Git başımdan; bir daha da gözüme gözükme! Beni öldürmek için tuzak kurdunuz, kandırıp götürecek ve öldüreceksiniz!” şeklindeydi.

Bütün samimiyetini ortaya koymuştu Hazreti Umeyr ve “Ey Safvân!” dedi bir daha. “Anam-babam sana feda olsun! Şüphesiz ki ben, insanların en hayırlısı, en iyisi, en faziletlisi ve aynı zamanda senin de amca oğlunun yanından geliyorum! O’nun izzeti, aynı zamanda senin izzetin, O’nun şerefi, senin şerefin ve yine O’nun mülkü de senin mülkün demektir!”

Yine aynı tepki vardı:

“Ben, öldürülmekten korkuyorum!”

Öldürmeye kilitlenmiş birisine şefkat ve merhameti anlatmak ne kadar da zordu; ancak bu zorluk da aşılacaktı. “Hiç endişen olmasın!” dedi ve Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) kastederek ekledi:

“O (sallallahu aleyhi ve sellem), senin sandığından daha merhametli ve daha kerimdir!”

Böylesine kritik zeminde konuşuyor olmak, bir nevi yumuşama belirtisiydi. Ancak, duruşunu hiç değiştirmese de Hazreti Umeyr, belli ki Safvân’ın samimiyet testinden geçiyordu!

Göz göze gelmişlerdi; evet, karşısında bir samimiyet âbidesi duruyordu ve kısık sesle ona, “Benim de ikna olabileceğim bir alâmet getirmedikten sonra seninle birlikte asla gelmem!” dedi.

Çözülme başlamıştı; gözlerinin içi gülen Hazreti Umeyr, “Getireceğim!” dedi. “Ancak sen de, istediğin alâmeti getireceğim âna kadar sakın yerinden ayrılma!”

Anlaşma tamamdı ve doğruca Mekke’nin yoluna düştü Hazreti Umeyr. Soluk soluğa, “Yâ Resûlallah!” diyordu. “Safvân, kendisine emân verdiğinize dair Sizden bir alâmet görmeden bana yaklaşmaya çekindi ve gelmedi! O’nun istediği bu alâmeti bana versen de ben tekrar gitsem!”

Yaşatmak için çırpınan bir gönül, karşılıksız bırakılır mıydı hiç ve Fetih günü başına sardığı sarığını uzattı ona Habîb-i Kibriyâ Hazretleri.

Hiç vakit kaybetmedi ve yeniden geldi Şümeyse’ye, Hazreti Umeyr; buldu amca oğlunu ve sancak misali uzattı ona sarığı.

Üç gün sonra Mekke’delerdi.

Kâbe’ye gelmişti gelmesine ama hâlâ korkuyordu, Safvân! Devesinden bile inmemiş, bir tehlike hissederse, ne tarafa kaçacağının planlarını yapıyordu.

İlk gördüğünde Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbına ikindi namazını kıldırıyordu. Selam verir vermez, “Yâ Muhammed!” diye seslendi. Bu arada eliyle de amca oğlu Hazreti Umeyr’i işaret ediyordu. “Şu Umeyr İbn-i Vehb, Senin sarığın ile bana geldi ve beni buraya Senin çağırdığını söyledi. Şayet bu, Senin hoşnut olacağın bir iş ise bana iki ay mühlet ver; düşünüp kararımı bildireyim!”

“Hele, hayvanından bir in!” buyurdu, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem).

“Hayır!” dedi. “Vallahi de bu konuda bana bir açıklık getirmedikçe asla olmaz!”

Bilakis!” buyurdu, Fahr-i Âlem Efendimiz. “Sana, dört ay süre tanınmış, serbest dolaşım hakkı verilmiştir; dört ay düşün öyle gel!”

Dünyası darmadağın olmuş, şok üstüne şok yaşıyordu! Dâru’n-Nedve’nin 21 yıllık yalan ve iftiraları, hakikatin bir şem’ası karşısında savrulup gitmeye başlamıştı; evet, karşısında “düşman” değil, mücessem bir Şefkat duruyordu!

Endişelerini bir kenara koyarak devesinden indi; artık o da Huzûr’daydı.

Dört ay zamanı vardı ama Fetih sonrasında Müslüman olan hanımı Hazreti Fâhıte, son adımı atarak kocasının da imana gelmesini istiyor, bunun için biraz da ısrar ediyordu. Bir gün kızdı ona ve “Sana ne oluyor?” dedi. “Hem, sen Muhammed’den daha mı hayırlısın? Baksana, ben O’na, “Bana iki ay süre ver!” dedim; O tuttu bana, dört ay mühlet tanıdı!”

Evet, dört ay mühlet tanımıştı ama her kaçan gibi Safvân da yakın takipteydi; onlarla yan yana gelebilmek için vesileler icat ediyordu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Huzaalıların öldürdüğü 2 veya 3 kişinin diyetini ödeyebilmek için Safvân İbn-i Ümeyye ve Ebû Cehil’in kardeşi Abdullah İbn-i Ebî Rebîa gibi o gün can derdine düşenlerden borç istemişti. O gün verdikleri 130.000 dirhemin 50.000’i, Safvân İbn-i Ümeyye’ye aitti.

Bununla da yetinmedi ve Huneyn’in kapıya dayandığı günlerde yolunu kesiştirerek, “Ey Ebâ Ümeyye!” buyurdu, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). “Düşmanlarımızla karşılaşırken bize ödünç silah verir misin?”

“Düşmanlarımız” diyor ve onu da sinesine bastığını ifade ediyordu.

Emin olmak için, “Onları benden, bir daha geri vermemek üzere mi alacaksın?” diye sordu, Safvân.

“Hayır!” buyurdu, Efendiler Efendisi. “Bilakis onu, bir müddet kullandıktan sonra sana geri iade etmek üzere ve emanet olarak talep ediyorum!”

“Ödeyeceğim” diyorsa, öderdi; hem O’na, kırk yıl boyunca “Emîn” dememişler miydi!

Gitti ve 400 zırh ile kılç-kalkan cinsinden birçok silah getirdi.

Bu görüşmeler ve alış-verişlerle ortam bir hayli yumuşamıştı; buzların eridiği zeminde Safvân da Huneyn’e gelenler arasındaydı. Hatta o gün, “Müjdeler olsun! Muhammed ve arkadaşları hezimet yaşıyor! Vallahi de artık, ebediyen bir daha ayağa kalkamazlar!” diyen üvey kardeşi Kelde İbn-i Hanbel’e kızmış ve “Kes sesini ve kapat çeneni!” demişti. “Sen bana, çöl bedevilerinin zafer haberini mi getiriyorsun? Vallahi de ben, Hevâzinli birisinin ökçesi altında yaşamaktansa, bir Kureyşli’nin bana Efendi olmasını tercih ederim!”

Üzülmüştü. Dünden bu yana, kurguladıkları yalanların kurbanı olmuşlardı ama şimdi, duyduklarının “yalan” olmasını gönülden istiyordu ve yanına kölesini çağırarak vadinin “müjde” yüklü haberini getirmesini söyledi.

Aslında Safvân, kendisi için takdir edilen serhadde ulaşmak üzereydi ve çok geçmedi, vadileri dolduran kızıl develeri seyre daldığı esnada omuzuna bir el değdi. Başını kaldırırken, bütün benliğini sarmalayan şefkat yüklü bir ses duydu:

“Gördüklerinin hepsi senin olsun!”

Gözleri fal taşı gibi açılmıştı; zira vadide, yüz deve otluyordu!

Verdiği borçların karşılığı değildi bu ve ancak bir Peygamber cömertliği olabilirdi!

Efendimiz’in verdiği dört aylık süre değil, kendi talep ettiği iki aylık zaman bile geçmemişti. Vakit tamamdı; inanarak ve samimi bir gönülle o da dile geldi:

“Eşhedü en lâ ilâhe illallah; ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!”

Yürüyenle herkes yürür; önemli olan, düşenin elinden tutmaktır! Kin ve nefretin sarmaladığı süflilerle, yaşatmayı ideal haline getiren yüceler, işte burada belli olur!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin