Dünya yaşanan zulme neden duyarsız? 

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Türkiye özelinde iyi devlet ve kötü devlet ayrımına ilişkin yazdığım denemede dünyada kabaca iki grup devlet olduğunu, bu devletlerin gruplanmasında hukuk devleti ve gücün sınırlanması kıstaslarının belirleyici olduğunu ileri sürmüştüm. Bu yazıda, hukuk devletlerinin kamuoylarının esasen kötü devletlerde gerçekleşen insan hak ve özgürlükleri ihlallerine duyarlı olmalarına karşın, Türkiye’deki kötü devlet uygulamalarına neden yeterince tepki vermedikleri konusunu irdeleyeceğim.

Öncelikle başlangıçta saptamakta yarar var ki Türkiye alelade bir ülke değil. Coğrafi konumu ve dünyayla ekonomik ve siyasal bütünleşme seviyesi bakımından özellikle Avrupa Birliği bölgesinin çıkarları bağlamında vazgeçilmez bir ülke. Neredeyse bin yıldır Ön Asya ve güneydoğu Avrupa hattında siyasi bir gerçeklik olan çeşitli devletler, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’ne Avrupa’yla çok yönlü ilişkiler babında ciddi bir tarihsel bir miras bıraktı. Bugün, Osmanlı tarihi çerçevesinde de Cumhuriyet dönemi kapsamında da Anadolu coğrafyası ve insanı Avrupa ile ekonomik ve ticari bakımdan hayati bir işbirliği ağı içerisinde bulunuyor. Oral Sander Hoca tanınmış Siyasi Tarih adlı kitabında bu durumu Anadolu’nun doğudan batıya doğru alçalan topografyasıyla açıklar. Yine Alman sosyal bilimci Klaus-Detlev Grothusen yerleşim birimlerinin organize oluşu çerçevesinde Anadolu yarımadasının Avrupa’nın parçası olduğunu tespit eder. Antik çağlardan içinde yaşadığımız yüzyıla, Anadolu esasen Batı medeniyeti olarak nitelenen bir coğrafyanın bazen periferisi, bazen de Roma döneminde olduğu gibi merkezlerinden biri olmuştur. Batı’nın Yahudi-Hristiyan kökleri ve Osmanlı-Türkiye devletlerinin İslam kültürü içinde tasnif edilmesi, bu gerçeği değiştirmez. Dolayısıyla Türkiye bugün çoğunlukla hukuk devletleri topluluğu olarak kendini tanımlayan Avrupa uygarlığının içinde yer almaktadır. Son iki yüz yıldır Batı’da meydana gelen tüm sosyopolitik olaylar Türkiye coğrafyasını ve toplumunu derinden etkilemiştir. Vatan, millet, ulus devlet, insan hakları gibi birçok temel saha, Batı medeniyetinin yansımalarıdır. Böylelikle Dar-ül İslam, ümmet, saltanat, şeriat gibi İslami değerler havuzu, Batılı değerlerle ya yeniden yorumlanmış, ya da tümüyle tasfiye edilmiştir.

Bugün hak arayışında sahiplendiğimiz insan hak ve özgürlükleri de, anayasa da, hukuk devleti de, güçler ayrılığı ve diğer başat kavramlar da, bu sentezin ve dönüşümün sonucudur. Dolayısıyla bu değerler artık bizim değerlerimizdir. Bu değerleri kendi bireysel ve sosyal hayatımıza adapte etmeden, bu değerler üzerine inşa edilmiş bir devlet var olamaz. 1999-2006 dönemindeki müthiş dinamik AB uyum süreci, Türkiye devletini iyi devlet standartlarına çok yaklaştırmıştı. Kopenhag siyasi kriterlerini asgari manada karşılayan Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlama kararı alan AB, Türkiye’de insan hak ve özgürlüklerinin ilerlemesi anlamında en önemli dış faktör oldu. Bu süreçte Türkiye’de gerçekleşen en ufak hak ihlali sorunlarında bile tepki gösteren AB, bugün kitleselleşen kötü devlet uygulamalarını neden kanıksamış görünüyor? Niçin hapishanedeki bebek ve kadınların dramına, düşünce suçlusu yazar, gazeteci ve akademisyenlerin sorunlarına, ihraç edilen kamu görevlilerinin uğradığı hak ihlallerine yeterince güçlü biçimde tepki göstermiyor?

Oysa Türkiye’nin karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde olduğu Avrupa Birliği ülkeleriyle ilişkilerindeki düzey, bugün yaşanan anayasasız-hukuksuz dönemi normalleştiremeyecek kadar ileridir. O halde, nasıl oluyor da AB bugünkü rejimi fazla pürüz çıkartmadan kabullendi?

Kanımca bu durumun yaşanmasında birincil etken muhalefetin tutumudur. Birçok yazıda değindiğim üzere, rejimin diskurunu (söylemini) bire bir benimseyen CHP, “FETÖ’cü” olarak damgalanan ve kamudan ihraç edilen yüz binlerce masum insanın haklarını aramak şöyle dursun, Avrupa kurumları ve hükümetleri nezdinde gerçekleşen temaslarında muhataplarının insan hakları ihlallerine ilişkin sorularına rejimin diliyle yanıt vermekte, ana görüş olarak “Türkiye’de her şey normal” türü bir dil kullanmaktadır! CHP için tek insan hakları sorunu, Cumhuriyet çalışanlarının uğradıkları haksızlıklar gibi, ulusalcı-sol çevrelerin ve belki kısmen de Barış Akademisyenleri’nin sorunlarıdır. Aynı çizgi esasında HDP tarafından da izlenmektedir. Onlar da – haklı olarak – Demirtaş ve diğer Kürt milletvekillerinin sorunlarını, kısmen de Öcalan ve diğer tutukluların hapishane koşullarını gündeme taşımaktadır. CHP’ye yakın kesimlerin veya HDP’lilerin gündeme taşıdığı konuların önemsiz olduğunu söylemiyorum. Kastettiğim, bu sorunların Türkiye’deki tek insan hakları sorunu olmadığıdır. Maalesef CHP ve HDP, küresel etkinliklerini devamlı rejimin diskuruna uygun hale getirici bir filtreden geçiriyor ve dünya kamuoyunu bu şekilde çarpık bilgilendiriyor. Örneğin “FETÖ’nün devlete sızdığı” veya Demirtaş’ın savunmasında vurguladığı üzere “FETÖ’cü savcıların” kendisine kumpas kurduğu gibi söylemler üzerinden Hizmet Hareketi’nin şeytanlaştırılması süreci açıkça destekleniyor. Toptancı bir şekilde tüm Cemaat mensupları veya sempatizanları, hatta örneğin benim gibi Cemaat’e yakın medyada yazanlar günah keçisi haline getiriliyor. İnsan hakları konusunda ilkelerden hareket edilmiyor. Mahalle aidiyetlerine göre “seçici muamelede” bulunuluyor.

Kanıksamanın sebebi…

Dünya kamuoyu Erdoğan’ın, AKP’nin veya MHP’nin bu tür söylemlerine kulak asmayabilir. Oysa CHP ve HDP muhalefet olarak görüldüğünden, onların bu algıları ciddi bir kafa karışıklığına neden oluyor. Buna Can Dündar ve benzeri Türkiye solu diasporasının kendilerini kararlılıkla diğer rejim mağdurlarından ayırmaları ve CHP-HDP gibi bir tutum almaları eklenince, özellikle Batı’daki sosyal demokrat ve demokratik sosyalist insan hakları lobileri, özellikle de siyasal partiler, sendikalar ve medya, bu yanlı ve çarpık rejim diskurunu “Türkiye realitesi” olarak kabul edip, kanıksıyor.

Bu çok olumsuz ve destrüktif bir durumdur. Zaten Türkiye’de kendisini hiçbir şekilde ifade etme şansına sahip olmayan yüz binlerce mağdur insan, bir de dünyada bu şekilde bir ayrımcılığa tabi tutulduklarında, ortaya ciddi bir insan hakları dramı çıkıyor. Hâlbuki Batı örneğin 1980’lerde Kürtlerin haklarına sahip çıktığı kadar, liberallerin ve mütedeyyinlerin de haklarına sahip çıkmış, denge gözetmeye çabalamıştı. Aynı şekilde, Milli Görüş kökenli İslamcıların AKP’ye dönüşümü yıllarında, AKP’nin AB ile entegrasyonu hedefleyen reform politikaları yine Batı tarafından el üstünde tutulmuş ve Erdoğan’a ciddi siyasi destek verilmişti. Bugünse AB başta, Batı dünyasında Türkiye’de olup bitenler hakkında ciddi bir kafa karışıklığı var.

Gülen Cemaati’nin tutumu

Açıkçası bu konuda Gülen Cemaati’nin oldukça içe kapanık ve Türkiye-Türkçe odaklı tutumunun rolü yok değil. Çünkü normalde Batılılara basit örneklerle yaşanmakta olan ilkesizliği göstermek olanaklı kanısındayım. Bunu yapmak için, Enes Kanter örneğinde olduğu gibi, tümüyle diasporadaki lokal toplumla kaynaşmak gerektiğini düşünüyorum. Bahsettiğim salt formel bayram etkinlikleri veya konferanslar falan değil. Kişisel dostluklardan başlayıp, sosyal etkinliklerin yaşanılan ülkelerin sorunlarına odaklanması gibi algısal değişikliklerin vuku bulmasına kadar, tabandan tavana dek ciddi bir dönüşümün gerekli olduğu kanısındayım. Dahası, Türkiye dışındaki Türkiyelilerle, örneğin Aleviler, Kürtler, solcular, Ermeniler, Süryaniler, Rumlar vs. ile ortak hareket edebilecek platformlar oluşturmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bireyleşmeden karşı tarafın genellemelerinden korunmak çok zor! Hukuki bir sivil toplum hareketine mensup olmanın temel koşulu, özgür iradesiyle hareket eden bireyledir. Yaşanan zulmün odak noktası, suçun bireyselliği ilkesinin ihlali, kolektif cezalandırma, Sippenhaft (aile boyu suç) uygulaması gibi arkaik ve ilkel takibat politikalarıdır. Bunu dünya kamuoyuna göstermek için, herkesin bireysel hikâyesini anlatması lazım.

Elbette bunlar ve bunların dışında yapılabilecek şeyler bu yazının çapını aşan konular; bunun bilincindeyim. Ancak amaç dünya kamuoyunu yaşanılan hak ihlalleri ve insan hakları sorunları konusunda daha duyarlı hale getirmekse, sadece durumdan şikâyet etmekle yetinmemek, durumu değiştirebilecek stratejiler üzerinde düşünmek lazım kanaatindeyim. Tüm bunların başlangıç noktası bireyleşmeden geçiyor. Yaşanılan ülkenin dilini ve kültürünü öğrenmek, oranın sosyoekonomik sorunlarına duyarlı olmak, kültürel kodlarıyla hareket etmek çok önemli! Kast ettiğim sadece “stratejik olarak onları anlıyormuş gibi yapmak” değil! Yani takıyyeyi kast etmiyorum. Zaten takıyye gibi tutumların son derece etik dışı bir strateji olduğu açık. Kast ettiğim, içe kapanmayı kırmak, lokal toplumdan dostlar edinmek, o toplumlarla kaynaşmak. Böylelikle kendi otantik ve orijinal öykünüzü çevrenize duyurmakla işe başlayabilirsiniz.

Dünya eninde sonunda Türkiye’de yaşanan ağır insan hakları ihlallerini gündemine daha büyük bir ciddiyetle alacak. Sabırla mümkün olduğunca fazla insana ülkede yaşananları izah etmek gerekiyor. Rasyonel argümanlarla, çarpıcı çelişkileri göstererek, çifte standartları ortaya koyarak kamuoyu oluşturmak önemli.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Cemaat ve Kürtler üzerınde ağır, hemde çok ağır ve kitlesel insan hakları ihlallerı var..
    Ve kardeşler-aileler sessız..
    Komşular sessız..
    Şehır/ler sessız..
    Türkıye sessız..
    İslam alemi sessız..
    Türk dünyası (var mı acaba?) sessız..
    Ve Avrupa, tüm dünya sessız..
    Korkarım bu sessızlik, bir zelzele ile bozulur..
    Yer yarılır zalimlerle masumlar beraberce mahvolur..
    Bu büyük zülme karşılık, büyük sessızlık korku verici..

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin