Dune hakkında her şey (9): Dune ve din

“Dune’daki baskın inançlar, esasında İbrahimî dinlerin, yani Hristiyanlık ve İslam’ın deforme edilmiş halleri. Buna karşılık, Paul Atreides’in mirası devam ederken, Dune’un Tanrı İmparatoru aracılığıyla yeni bir inanç sistemi doğuyor. Hikayenin geneline hakim olanların da bileceği gibi, Muad’dib’in Cihadı’ndan sonra Altın Yaşam İksiri-Din’i kurulana kadar tamı tamına 40 farklı din ortadan kaldırılmış oluyor!”

M. NEDİM HAZAR | YORUM

Dune, yirminci yüzyılın en önemli epik bilimkurgu romanlarından biri olmasının yanı sıra, kurgusal anlatının ardında ekoloji ile mistisizmi, sosyoloji ile dini, mantık ile kehaneti, bilimi mitoloji ile, zihin açıcı antropoloji ile teknolojiyi, tüm bunlarla cadılık ile iç içe geçiren devasa felsefi traktatlar da içeriyor. Frank Herbert tarafından kurgulanan bu epey girift anlatı evreninin gücü, seriyi dolduran çeşitli sesler ve perspektifler ve özellikle de yazarın basit bir kitabı “klasik”e dönüştürebilecek büyük arketiplerden yararlanma yeteneğinden kaynaklanıyor. Bu yön Alejandro Jodorowsky tarafından kabul edilmiş, ilk olarak eseri sinematik bir seviyeye taşımaya çalışan kişi, projeyi asla tamamlamamış olmasına rağmen böyle. Bence çekemeyerek sinema tarihine büyük hizmet etmiş de olan (sebebini film analizlerinde anlatacağım) Arjantinli sanatçı eser hakkında şöyle yazmış: Bana göre Dune Herbert’e ait değildir, Don Kişot’un Cervantes’e ait olması gibi. Milyonlarca sanatçı arasından sadece bir tanesi, hayatında sadece bir kez, neredeyse ilahi bir lütufla, ölümsüz bir tema, bir efsane edinen bir sanatçı var … Burada “yaratmayı” değil, “edinmeyi” vurguluyorum, çünkü sanat eserleri kolektif bilinçaltından doğrudan bir medyumluk durumunda ortaya çıkar. Eser, sanatçının ötesine geçer ve bir bakıma onu öldürür. Çünkü insanlık, mitin etkisini aldığında, ilk olarak onu alan ve yeniden ileten bireyi silme sapkın bir ihtiyaç hisseder: onun bireysel kişiliği engeller, bir mesajın saflığını lekeler ki bu mesaj aslında anonim olmayı ister”

Aslında Jodorowsky’nin -tabiri caizse- ağzında gevelediği şey yapılanın klasik bir roman yazımından çok daha başka hatta aşkın bir durumdur. Açıkçası aynı hissiyatı ben Tolkien’in kitapları için de düşünmedim değil. Fakat biz bu yazı boyunca meselenin bu yönüyle ilgilenmeyeceğiz.

İşin özüne bakacak olursak, Dune 1965’te yayımlandığında, onu edebiyatın bir klasiği haline getirmek için – belki de Herbert’in kendisinin bile farkında olmadığı evrensel temalar ve yinelemeleri yankılamak için – çok az şey ifade ettiğini bile söylemek mümkün. Zamanın döngüsel doğası gereği, her zaman aynı kalıpları farklı bir formda tekrar teklif ederken, insanlığın uzak geçmişinden gelen önermelerin yanı sıra, hipotetik bir geleceğin parçaları Dune’da, bir zaman-mekan boşluğunda bir araya geliyor.

Son tahlilde öyle ya da böyle, Herbert, okuyucuyu çöle hakim olan, canlı ve titreşen bir gezegen olan Dune’da (veya Arrakis) yaşatmayı başarıyor. Bunu da, yerlerin ayrıntılı tasvirleri sayesinde değil, özellikle toplulukların geleneklerinin, ritüellerinin, dillerinin, ait oldukları çevre ile olan simbiyozlarının ve genel olarak canlı bir doğal ortamı oluşturan tüm unsurların dikkatli analizi sayesinde yapıyor.

Frank Herbert tarafından hayal edilen kozmos, cesaret verici olmayan türden yeni bir Kozmik Düzen olan feodal bir evrensel imparatorluk. Sayılı soylu aileler gezegenlerin gücüne sahip; çıkarları, kırılgan bir dengeyi sürdürmeye çalışan İmparator tarafından aracılık ediliyor. Bütün bunların ortasında, Loncanın, derin uzay seyahatine monopol sahibi olan özerk bir organizasyonun, gizli bir gücü olmalıydı: ticaret, transferler, seyahatler, askeri birliklerin hareketlendirilmesi, her bir güneş sistemi arası yolculuk onların uzay gemileri aracılığıyla gerçekleşmeliydi. Lonca, ekonomik faktöre dayanarak tarafsızlık pozisyonunu korumaya çalışan yapıştırıcı ve her bir ailenin para ve özellikle daha önemli bir pazarlık aracı ile etkilerini kullanmalarına imkân tanıyor: Baharat (veya Melanj).

Peki bu hassas kozmik denge içinde neden kumla kaplı, çorak, tehlikeli ve tamamen kumla kaplı bir gezegen olan Dune (veya Arrakis) hayati öneme sahip? Çünkü Dune, bilinen kozmosta Baharat’a; yani tarçına benzeyen bir aroması olan, psikedelik etkilere sahip özel bir uyuşturucu barındıran tek gezegen. Zihnin sınırlarını genişletip, zaman-mekan algısını genişleterek insanlara “kehanet” yeteneği veriyor. Bu, yıldızlararası seyahat için Lonca gemilerinin ışık hızını aşarak seyahat etmesini gerektiren, yalnızca Melanj’ın indüklediği öngörü yeteneği sayesinde mümkün olan süper insan sürüş becerileri için temel bir güç. Bu nedenle, Dune’dan bir mottoyu hatırlayalım: “Baharatı kontrol eden, Evreni kontrol eder”. Eder çünkü baharat üretimini kontrol eden kişi Lonca’yı ve her türlü yıldızlararası seyahati (ister askeri, ekonomik, politik olsun) elinde tutar.

Ve işte bu bağlamda, romandaki ana politik güçler devreye giriyor: Harkonnen ailesi ve Atreides ailesi. İlki, Baron Vladimir Harkonnen ve sağ kolu Rabba tarafından yönetilen ve yıllardır Dune üzerinde hakimiyet süren, gezegen üzerinde otoriter ve baskıcı bir güç uygulayan, baharat üretimini maksimize eden ve özellikle de çölle uyum içinde yaşayan yerli halk Fremen’e karşı herhangi bir isyanı şiddetle bastıran aile. Ancak bu şiddetli denge, İmparator Shaddam IV’ün Atreides ailesini Harkonnen’den devralmaya karar verdiğinde bozuluyor. Dük Leto’nun liderliğindeki Atreides, Baron’un aksine “iyi hükümdar” ideallerini temsil ediyor; hoşgörülü, diyaloga açık, halkı için kendini feda etmeye hazır. Ancak, daha sonra keşfedileceği üzere, bu hamle, İmparatorun Atreides’e karşı Harkonnen’in öfkesini kışkırtmak ve onların aile dalını yok etmek için başlattığı büyük bir tuzaktan başka bir şey değil.

Tekrar edelim, Frank Herbert’in Dune romanının hikayesi, uzayın dışındaki çeşitli gezegenleri içeren tipik bir bilim kurgu eserinden daha fazlası. Bu eser, savaş, emperyalizm ve özellikle din gibi çeşitli kavramlarla ilgilenen derinlemesine felsefi bir kitap. Dune dünyası, inanç sistemlerinden yoğun bir şekilde etkilenmiş olup, tüm bu inançlar dünyanın alaycı doğasını oluşturuyor.

Turuncu Katolik kitabı!

Dune’daki baskın inançlar, esasında İbrahimî dinlerin, yani Hristiyanlık ve İslam’ın deforme edilmiş halleri. Buna karşılık, Paul Atreides’in mirası devam ederken, Dune’un Tanrı İmparatoru aracılığıyla yeni bir inanç sistemi doğuyor.

Hikayenin geneline hakim olanların da bileceği gibi, Muad’dib’in Cihadı’ndan sonra Altın Yaşam İksiri-Din’i kurulana kadar tamı tamına 40 farklı din ortadan kaldırılmış oluyor! Bunların içinde tüm semavi dinlerle beraber Kozmik karizmatik Hareket’ten Sibernetik reform Kiliseleri’ne, Yeni İslamiBahai Kilisesi’nden NavaHristiyanlık’a kadar çok zengin bir liste var.

Dune serisini okurken şunu fark ediyoruz; serinin kahramanlarından en amansız kötülerine kadar, tüm bu karakterlerin eylemleri, inandıkları şeyler tarafından bir şekilde yönlendiriliyorlar. Dune’daki büyük Hanedanlar (en azından adı üzerinde) Turuncu Katolik Kitabı’nın dinini takip ediyor. İsme rağmen, bu kitap aslında çok mezhepli Hristiyan inançlarının ve hatta Budizm ve İslam gibi diğer inanç sistemlerinin bir karışımı. Ancak, Zensunni İslamı, uzun zaman önce Dünya’da uygulanan gerçek dine çok az benziyor ve daha çok Gnostisizm gibi ezoterik dinlere benziyor. “Turuncu” tanımlaması, kitabın gerçek adı olan Koranjiyana Katolik Kitabı’nın da bir bozma gibi duruyor. Böylece, bu çeşitli dinlerin inanlıları, birçok ayeti gerçek dünya Hristiyan Kitabı’ndan alıyor. Ana fark, en öne çıkan ayetlerden birinde örneklenmesi.

Turuncu Katolik Kitabı’nın yazılması, Butlerian Cihadı’nın olayları sonrasında dini metne duyulan ihtiyacı gören Ekümenik Çevirmenler Komisyonu’nun bir sonucu. Bu da insanlık ile “yapay zeka” arasındaki savaş ve sonunda insanlık, bu makinelerin geri dönmesini engellemeye sonsuza kadar odaklanıyor. Turuncu Katolik Kitabı’nın düsturlarından biri “Ruhu biçimsizleştirmemelisin”, bir başka buyruk ise insanın zihninin benzeri makineler üretilmesini kınayan bir emir. Bu, inanç sistemlerinin merkezi bir kuralı haline gelirken, bu makineleri değiştirme ihtiyacı da Mentat düzenine yol açıyor.

Turuncu Katolik Kitabı, uzun zaman önceki egemen dinleri birleştirmeye yönelik bir girişimmiş, ancak insancıllık süzgeciyle! Ne yazık ki, büyük Hanedanlar veya galaktik toplum üzerinde gerçekten somut bir etkisi olmayan, büyük ölçüde başarısız bir çaba olarak kalmış. Benzer şekilde, Butlerian Cihadı’nın kendisi de Dune olaylarından binlerce yıl önce, bu da onun Paul Atreides’in zamanında sadece solmakta olduğunu değil, çoktan geçmişte kalmış olduğunu açıklamakta. Paul’un en yakın müttefiklerinden bazıları — eski Atreides yoldaşı Dr. Yueh ve Gurney Halleck dahil — Turuncu Katolik Kitabı’na inanıyorlar. Zaten bu duruma 2021 Dune filminde, aile Arrakis’e vardığında Gurney’in kitabın sayfalarını karıştırdığı sahneyle şahit oluyoruz.

Dune’nun Din tarihi!

Fremenlerin egemen inanç sistemine yakından baktığımızda başlangıçta, Gezgin Zensunni’nin öğretilerinin çok daha az pasifist bir versiyonu olduğunu görüyoruz. Bu inançları uyarlayan Fremenler, onları savaşçı temelli yaşam tarzlarına ve Arrakis çöllerinde hayatta kalma ihtiyaçlarına uyacak şekilde değiştirmişler. Ayrıca, gezegenin yerel kumkurdu olan Shai-Hulud’u yücelten halk inançlarını da eklemlenmiş. Fremenler, Arrakis’in kumkurtlarını “evrenin tanrısı” Shai-Hulud’un bir tezahürü olarak görüyor. Kurtların gücü ve Arrakis’i bu kadar önemli bir gezegen yapan baharat üretiminde oynadıkları rol düşünüldüğünde bu gayet mantıklı.

Ancak biliyoruz ki Fremen inançları, Bene Gesserit tarafından daha da manipüle edilmiş, Arrakis’e gönderilen ilk misyonerler yeni bir masalın alevlerini körüklemiş: Lisan al Gaib adında yepyeni bir efsane ateşleniyor.

Mahdi olarak da bilinen bu figür, Fremenlerin cennete götüreceği mesihten başkası değildir. Paul Atreides ve annesi Lady Jessica, Harkonnen güçleri tarafından neredeyse suikasta uğradıktan sonra kendilerini Fremenler arasında mahsur kalıyor. Fremen yollarını annesinin Bene Gesserit öğretileriyle birleştiren Paul, Lisan al Gaib olarak görülüyor ve kendisine Muad’Dib deniyor. Bu, Fremen inanç sistemini Altın İksir Dinine dönüşmesine neden oluyor, misyonerler (veya Qizarate) kutsallığını yaymak üzere gönderiliyor.

(Dikkat spoiler) Anlatıyı sadece filmlerden takip edenlerin ağızlarının tadı birazcık kaçacak ama Fremen dini, Paul Atreides ve Fremen cariyesi Chani’nin oğlu olan Leto Atreides II’nin (Ya daha neler neler olacak!) evrimi takiben bir kez daha değişiyor. Leto II, Arrakis’in kumkurtları ile birleşerek devasa bir insan/kurt melezi haline geliyor. Hem mirası hem de baharata maruz kalmadan dolayı kazandığı önsezileri ve galaksi üzerindeki genel etkisiyle Tanrı İmparator olarak saygı görüyor, ancak herkes tarafından övülmüyor! Birçok kişi onu sadece tuhaf bir zorba olarak görüyor, Leto II’nin yaygın tapınma onun ölümünü takiben sona eriyor. Ancak, -tarih boyunca olduğu gibi- hala ona saygı duyan birkaç tarikat kalıyor, bunlardan bazıları Paul’un kız kardeşi Alia Atreides gibi atalarına ve aile üyelerine dayanıyor.

Sardaukarlar, Dune dünyasında elit savaş güçler ve bu savaşçılar doğdukları andan itibaren acımasız öldürme makineleri olmaları için yetiştiriliyorlar. Aynı zamanda kendi dil ve inanç sistemlerine sahipler, ancak bu sonuncusu oldukça ezoterik bir niteliktedir. Bilinen şey, içlerine işlenmiş dini coşkunun, savaş yeteneklerinin bu kadar büyük olmasının nedenlerinden biri olduğu. Diğer inanç sistemlerinin çoğu Hristiyanlık ve İslam’ın senkretik (karma) bir yorumu olurken, Sardaukar öğretilerinin Yahudi Tevrat’ının yorumları olduğuna inanılıyor.

Paul (Pavlus) Muad’dib’in yükselişiyle Sardaukarlar önemlerini yitiriyor ve bu aynı zamanda onların özel dinlerinin de daha da gözden düşmesine neden oluyor. Sardaukar ve Fremen’in savaş alanında gerçek rakipler oldukları ve bu iki gücün de birbirine saygı duyduğu veya korktuğunu da biliyoruz. Leto II’nin yükselişiyle birlikte, Sardaukar sayıca daha da azalıyor. Sonunda, onlar Tanrı İmparatoruna adanmış kadın savaşçılardan oluşan Balık Konuşanlar- Fish Speakers tarafından değiştiriliyor. Dune olayları boyunca en fazla etkisi olan grup rahatlıkla Bene Gesserit elbette! Bu kadın düzeninin, pek çok büyük Hanedan ile bağlantıları var ve her şey onların ulaşılmaz üreme programını ilerletmek için tasarlanmış. Bu program hem anne hem de baba soyundan bağlantıları olan ve aynı zamanda zaman ve mekanı birleştirebilen erkek bir Bene Gesserit varisi olan Kwisatz Haderach’ı ortaya çıkaracak diye beklenmekte. Bene Gesserit’in bu “tuhaf yolu” birçok öğretiyi içeriyor, özellikle de onlara kendileri üzerinde tam kas ve genetik kontrol sağlayan Prana-bindu prensiplerini… Kwisatz Haderach’a olan özlem dışında, Bene Gesserit’in dogmatik inanç sistemleri pek yok.

Bene Gesserit bir dini düzen gibi görünse de hiçbir metinleri üstün bir gücü doğrudan kabul etmiyor. Aslında inanç sistemleri de onlar için birer araç! Yine onlar için dinin kullanımı -Turuncu Katolik Kitabı’nın yazılması da dahil- sadece kitleleri iradelerine göre manipüle etmek için bir yol olarak kullanılmak için gerekli. Bu sebeple Diğer Bellek’e (Akashic Kayıtlarına benzer bir tür genetik bellek) erişim, birçoklarının en yüksek arayışıydı ve tanrılar “kendi yarattığımız tanrılar” olarak anılıyor. Sonunda, din sadece siyaset ve güç için bir kılıf haline geliyor, bu da nihayetinde Dune’un anlatı temalarına uygun düşmekte. Mahdi efsanesi Paul’u atasözüyle “seçilmiş biri” gibi gösterebilir, ancak o ve eylemleri, kör inanç ve güç hakkında bir uyarı öyküsü olmayı amaçlamakta.

Bir sonraki yazıda, meselenin İslam ile alakasına değineceğiz.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Nedim hocam filmler hakkında bu kadar beyin patlatmana gerek yok. İnan 2016 dan önce iyi bir film izleyicisi idim. Fakat 2016 dan sonra yaşadıklarımız ve yaşananlardaki senaryolar, gerçeklikler, dramalar, hüzünler o kadar gerçek ve bizlerin iç dünyasında ve yaşantımızda çok büyük düşünsel, ruhsal, sosyal, psikolojik etki ve değişimler oluşturdu. Her biri büyük bir senaryodan çok daha fazlası. Bu yüzden filmler bizi o kadar etkilemiyor, ne senaryo, ne görsel efekt ne de performans ve bu yüzden film izlemiyoruz. Çünkü gerçekliği yaşamak çok güzel bir şey. Farkındalığınız artıyor, beyniniz boş hayal aleminde dolaşmıyor, karşılaştığınız olayların önünü anını ve devamını daha iyi analiz ediyorsunuz, sonuçları tahmininiz daha isabetli oluyor. Bu sonuçlara göre niyetlerinizi ve yapacaklarınız da doğru yolda oluyor. Gerçeklik duygularda denge oluşturuyor. Az kullandığımız duygular gerçeklikte gerektiği kadar ortaya çıkıyor. Bu süreçte geçmişte az kullandığımız korku, acı, hüzün, özlem vb duygular o kadar yoğundu ki, ne kadar az kullandığımızın farkına vardık. Yaşanan olaylar ve sonuçları, hissedilen tüm duygular doya doya yaşamak bizlerde azıcık da hakikatleri görmek adına birer pencere açmıştır. Bence filmler yerine ciddi süreç yaşayan arkadaşların gerçekliklerini şu analiz tekniğiyle yazsanız hakikat pencerelerini biraz daha aralamış olursunuz.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin