“Dune kitaplarını ve tabii filmlerini dikkatle okuduğumuzda, Nietzche’nin üstinsan kavramından Heidegger’in varoluşçuluk teorilerine kadar felsefi düşüncelerle örülü bir kurgusal evren kurguladığını görürüz. Bu evren, kader ve özgür irade arasındaki çekişmeyi de zengin bir şekilde ele almakta!”
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Yine birazcık ağır bir konu ile karşınızdayım. Bu yazıda pek çok felsefeci ile Dune Evreni arasında birtakım tanımlamalar, metinler arası ilişkiler kuracağız ancak, özellikle birini ön plana çıkardığımı belirtmek isterim. Ve özellikle bu kişinin bir kitabından bahis edeceğiz…
Bu kişi Alman siyaset felsefecisi Leo Strauss’tan (ölümü 1973) başkası değil elbette. Strauss Amerika Birleşik Devletleri’nde akademik bir kariyer yapmış ve özellikle klasik politik felsefe üzerine çalışmalarıyla tanınır ve modern ve çağdaş politik felsefeyi eleştirmiş. Onun düşünceleri, politik idealler ve değerler hakkında derinlemesine analizler içerir ve özellikle antik filozoflarla modern düşünürler arasındaki farkları vurgular.
Strauss aynı zamanda -ki bizim bu günkü konumuzla çok yakından ilgili çünkü metinlerin yorumlanması konusunda özgün bir yaklaşım geliştirmiştir. “Persecution and the Art of Writing” (Zulüm ve Yazma Sanatı) adlı eseri, yazarların baskı altında kaldıkları zamanlarda nasıl gizli mesajlar yazabileceklerini ve okuyucuların bu mesajları nasıl deşifre edebileceklerini şahane açıklar.
Kitap, yazının nasıl katmanlı ve çok anlamlı olabileceğine dair derin bir anlayış sunarken Strauss, filozofların zulüm gördükleri dönemlerde eserlerine çeşitli katmanlar ve anlamlar ekleyerek gerçek düşüncelerini saklama yöntemlerini ele alır. Bu yöntem, aynı zamanda eserlerin nasıl okunması gerektiğine dair ipuçları da verir. Şunu da belirtelim; Leo Strauss’un çalışmaları, özellikle Amerikan neo-muhafazakar hareket üzerinde büyük bir etkiye sahip olmuş ve pek çok modern politik teorisyen ve filozof üzerinde derin izler bırakmıştır.
Kitaba biraz daha yakından bakacak olursak: 1952 yılında yayımlanan bu çalışma, Strauss’un en etkili eserlerinden biridir ve onun düşünce biçimine dair önemli ipuçları sunar. Eserde Strauss, felsefi metinlerin yüzeyindeki anlamın ötesine geçilmesi gerektiğini savunur. Zulüm gören filozofların ve düşünürlerin, düşüncelerini doğrudan ifade etmek yerine, baskıcı rejimlerin cezalandırmasından kaçınmak için eserlerine çeşitli gizli mesajlar ve katmanlar eklediklerini öne sürer. Bu gizli mesajlar, eserleri daha derinlemesine inceleyen ve yazarın gerçek niyetini anlamaya çalışan “meraklı ve bilge” okuyucular için tasarlanmıştır.
Strauss, bu tür yazıların yalnızca açık anlamını değil, aynı zamanda yazarın alt metninde sakladığı derinlemesine mesajları ve eleştirileri de kavramak için dikkatli bir okuma ve analiz yapılması gerektiğini vurgular. Böylece, eserler üzerinde yapılan bu tür çözümlemeler, yazarın hem zulme karşı korunaklı bir şekilde düşüncelerini ifade etmesine olanak tanır hem de okuyuculara daha zengin ve çok boyutlu bir anlayış sunar.
“Zulüm ve Yazma Sanatı”, özellikle yasaklanmış veya tehlikeli fikirleri ifade etmek zorunda kalan yazarlar için bir savunma mekanizması olarak gizli yazımın önemini ortaya koyar ve bu eserlerin incelenmesi gereken katmanlı yapılar olduğunu gösterir. Bu yaklaşım, Strauss’un eserlerinin genel olarak anlaşılması ve değerlendirilmesinde önemli bir rol oynar.
Tekrar edeyim; Leo Strauss’un felsefesi, klasik metinlerin derinlemesine incelenmesi ve bu eserlerden evrensel hakikatleri çıkarma çabası üzerine kuruludur. Bu çerçevede, Frank Herbert’in “Dune” serisi de Strauss’un metodolojisiyle ele alındığında, eserin içerdiği politik ve felsefi temalar açısından zengin bir inceleme konusunda ciddi bir alan açıyor. Strauss’un yaklaşımıyla “Dune”u analiz etmek, serideki güç, ahlak, liderlik ve ideoloji gibi unsurları daha derinlemesine değerlendirmemize de imkân tanıyor.
Strauss en önem verdiği kavramlardan olan “doğal hak”ın modern felsefe tarafından terk edildiğini bidayetinden beri savunur. “Dune” serisinde, Paul Atreides’in karakteri üzerinden liderlik ve kraliyet hakkının doğal olup olmadığı sorusu incelenebilir pekâlâ. Paul, kendi kaderini ve Arrakis gezegeninin geleceğini şekillendirme yeteneğine sahip. Bu ise, Strauss’un doğal haklar ve liderlik üzerine düşünceleriyle paralellik gösteriyor; zira Strauss, liderin sadece politik güçle değil, ahlaki ve felsefi derinlikle de donanımlı olması gerektiğini vurguluyor.
“Dune” serisinde öne çıkan “mesiyanik” temalar, Strauss’un tarihselcilik eleştirisiyle analiz edersek, Paul Atreides, kendi kültürünün kahinlik bekleyişlerini karşılayarak bir mehdi-mesih-kurtarıcı figürüne dönüşüyor. Strauss ise, tarih boyunca insanların nasıl idealler ve ideolojiler tarafından yönlendirildiğine dikkat çeker ve “Dune” bu bağlamda, tarihin ve kaderin birey üzerindeki etkilerini sorgular.
Strauss kendi felsefi değerler sisteminde güç ve ahlak arasındaki ilişkiyi de sorgular. “Dune” serisinde, özellikle Paul ve onun oğlu Leto II’nin yaptığı seçimler, iktidarın ahlaki boyutlarını ortaya koyuyor. Leto II’nin tiranlığı, Strauss’un ahlak ve iktidarın çatışmasına dair görüşlerine uygun bir şekilde, yöneticinin toplum üzerindeki ağır yükünü ve bu gücün potansiyel olarak yozlaştırıcı etkilerini gösteriyor.
Herbert’in “Dune” serisinde teknoloji ve onun toplum üzerindeki etkileri önemli bir yer tutmakta. Özellikle Butlerian Cihad (Bilim Kurgu içerisinde yapay zekaya karşı yapılan savaş) anlatısı, Strauss’un teknoloji ve bilimin insan hayatı üzerindeki etkilerine dair kaygılarına paralel düşüyor. Strauss, bilim ve teknolojinin ahlaki ve felsefi temeller üzerinden değerlendirilmesi gerektiğini savunur.
Dune serisini uyarlanan filmlerden bağımsız olarak bir edebi eser bağlamında değerlendirdiğimizde karşımıza çeşitli etik sistemlerin ve sağlam ahlaki kuralların yerleşik olduğu bir sistem çıkar.
Böylesi değerli ve gergef gibi ince işlenmiş bir evrende Aristotales’e denk gelmemek elbette mümkün değildir. Önce hatırlayalım:
Aristoteles’in retoriği, ikna sanatı olarak bilinir ve bu sanat, hikaye anlatımında ve karakter gelişiminde de kilit bir rol oynar. Aristoteles, retoriğin etos, patos ve logos olmak üzere üç temel unsuru olduğunu belirtir. Etos, konuşmacının güvenilirliği ve karakteri ile ilgilidir; patos, dinleyicinin duygularına yapılan çağrılardır; logos ise mantıklı argümanlar ve kanıtlarla ikna etme yöntemidir. Bu unsurlar, bir hikayede karakterlerin ve olayların sunumu açısından oldukça önemlidir çünkü izleyicilerin, karakterlere olan inancını ve olaylara olan ilgisini derinleştirir. Örneğin, bir liderin kararlılık ve adaletle dolu konuşmaları, etosu kullanarak izleyicilerin bu karaktere olan saygısını artırabilir.
Dune, özellikle Aristoteles’in retorik unsurlarını kullanarak karakterlerin motivasyonlarını ve evren içindeki çeşitli fraksiyonlar arasındaki dinamikleri açıklamada ustadır. Serideki karakterler, özellikle Paul Atreides’in liderlik yolculuğu, etos ve patosun güçlü kullanımıyla şekillenir. Paul, hem mantıklı argümanlarla (logos) hem de duygusal bağlarla (patos) halkını etkileyen bir lider olarak tasvir edilir. Bu, Aristoteles’in retorik teorisinin, zengin bir bilim kurgu dünyası olan Dune evreninde nasıl hayata geçirilebileceğinin bir göstergesidir.
Bununla beraber Spinoza’nın felsefesi ve Frank Herbert’in Dune serisi arasında ilginç paralellikler bulunur, hassaten determinizm, özgür irade ve evrensel bağlantılılık kavramları bağlamında… Malum; Spinoza, her şeyin doğa tarafından önceden belirlendiğine ve insanların özgür iradelerinin bu daha büyük düzen içinde sınırlı olduğuna inanır ve bu düşünce, Herbert’in Dune evrenindeki karakterlerin, özellikle de Paul Atreides’in karşı karşıya kaldığı kader ve öngörü temalarıyla yankılanır.
Dune serisinde, Paul Atreides, çöl gezegeni Arrakis’in kumlarında yükselen bir liderdir ve öngörü yeteneği sayesinde geleceği görebilir. Spinoza’nın determinizm anlayışı, Paul’un geleceği görmesinin onu nasıl bir yola soktuğunu ve bu yolda karşılaştığı zorlukları açıklamada yararlı bir çerçeve sunar. Paul, geleceği görebilme yeteneğine sahip olmasına rağmen, bu geleceği değiştirme gücüne gerçekten sahip midir, yoksa sadece zaten belirlenmiş bir yolda mı yürümektedir?
Spinoza’nın görüşleri, Paul’un karşılaştığı bu zorlukların ve içsel çatışmaların daha derin bir anlayışını sağlar. Spinoza’nın “her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu” düşüncesi, Dune’un ekolojik ve sosyal entrikalarla dolu dünyasında da gözlemlenebilir. Arrakis’in ekosistemi, gezegenin politik ve sosyal yapısıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır ve Herbert, bu bağlantıları detaylı bir şekilde işler. Bu, Spinoza’nın doğanın bir bütün olarak işlediği düşüncesini yansıtır ve Dune evrenindeki olayların birbirine nasıl bağlı olduğunu anlamamıza yardımcı olur.
Savaş, kahramanlık, zaman kavramı, dini fanatizm ve genetik mühendislik gibi konuları adresleyerek, Herbert’in kaynak politikaları, cihat, sömürgecilik ve öjeni (genetik iyileştirme/kötüleştirme) gibi temalarla ilgili endişelerini keşfeder ve bu temalar kitap serisini, belirgin bir şekilde insancıl bir anahtarla, uygun bir edebi-felsefi çalışma görünümünde sürdürür.
Ekoloji, politika, kahramanlık ve benlik gibi kavramlar etrafında üzerine inşa edilen Dune Evreninde her bölüm, Duke Leto Atreides’in oğlu ve varisi olan Paul Atreides’in efsanesinden ilham alır. Paul’un kaderi, ‘Muad’Dib’ olarak bilinen mesihvari yükselişiyle şekillenir; bu isim, Bene Gesserit’in bozulmuş üreme programı sonucu kazara üretilen uzun süreli peygamber beklenen Kwisatz Haderach olarak tanımlanmadan önce Fremenler tarafından kabul edilmiştir. Muad’Dib’in, evrendeki en değerli madde olan baharat melanjının tek kaynağı olan çöl gezegeni Arrakis ile ilişkisi, onu Dune anlatısının libidinal-politik (Arzulama enerjisi) ekonomisi için vazgeçilmez kılar. Uzun ömür, zihin genişlemesi ve uzay yolculuğunu sağlayan baharat üretimi, Büyük Hanedanlıklar olarak bilinen neo-feodal bir sistem olan CHOAM tarafından şiddetle kontrol edilmektedir. Paul’u korkutucu geleceğine uyandıran baharat, insanın yok oluşunu nihayetinde önlemek için İmparatorluğun dağılmasına katkısını temsil eder. Özüne inildiğinde baharat, insan nihilizminin değerlendirilmesi için etkili bir alegori, yani ‘onları ölüme, hiçliğe sürükleyen tür içgüdüsü’ olarak işlev görmektedir.
Muad’Dib’in ekolojisine adanmış olan kitabın ilk bölümü, Arrakis’in ekosistemini yalnızca gezegen bilimsel terimlerle ele almaz. Bunun birlikte, Paul’un önceliği ışığında Dune’un politik ekolojisini işler ve imparatorluk biyopolitiği ile öjenik arasındaki ilişkiyi araştırmaya ve ayrıştırmaya başlar. İmparatorluk aristokrasisinin, özellikle insanlık adına katlanılan sözde genetik ‘fedakarlık’ içeren iç çatışmalı feodal geleneklerin etkili bir eleştirisini sunan bu perspektif, Bene Gesserit tarikatının karakterizasyonu üzerinden Herbert’in öjenik müdahalelerini dramatize etmesine vurgu yapar. Ancak, Paul’un çöl dünyasının yabancılaşmış kimliksizliğine teslim olmasını, özellikle de baharat üretimini etkileyen dev kum solucanları shai-hulud ile olan ilişkisini ön plana çıkarmayı da -nedense- ihmal eder.
Öte yandan Dune’da öngörü ve bilginin rolüyle de yüzleşiriz. Baharat tüketimi yoluyla Paul’un kahin güçlerinin geliştirilmesi, özgür irade paradoksları hakkında sorular ortaya çıkarırken bilinçli politik niyetin fıtratı daha sonra nedensel ilişkilerin analizi sonrasında yeniden düşünülür: Eğer Laplace’ın şeytanı, değişmez fiziksel yasalarla sınırlanmış bir dünya öneren nedensel determinizmin mantığı tarafından ortaya atılırsa, detaylı öngörü insanın düşünme potansiyelini etkili bir şekilde engeller. Herbert, Muad’Dib’in öngörüsünün sonuçlarını ustaca işler, ancak baharat tüketiminin maddeci, psikotropik etkisi büyük ölçüde geliştirilmemiştir.
Biliyorum zaman zaman metin ağırlaşıyor ama Dune Evreninin böylesine derinlikli bir yönünün de olduğunu bilmemiz lazım.
Bununla beraber ikinci kitapta ‘Muad’Dib’in Politikası’, Waldo Emerson’ın transandantalizmi ve John Dewey’in pragmatizmi ışığında Dune’daki mit üzerine tartışmasıyla açıldığını görürüz. Özellikle girişimci, kendine yeterli bir halk olan Fremenlerin 12 yıllık cihatlarına odaklanan yazar, onların Arap-Müslüman gücüne daha çok benzemelerine karşın, ‘Amerikan’ olarak nitelendirilmesini ister gibi bir tavır alır. Esasen bu da onun mitopoetik (şiirsel mit) bir yönelime sahip olduklarını düşündüğü bir yönüne dayanır.
Padishah İmparatorluğu’nun toplumsal kural koyma ve ahlaki normlarını incelemek için Jürgen Habermas’ın (Allah uzun ömür versin 94 yaşındadır) stratejik ve iletişimsel eylem arasındaki ayrımını kullandığını düşünmek için elimizde pek çok veri var aslında. Herbert, Leto II’nin Altın Yolu ile sonraki dönüşümü, Landsraad’ın agresif bir şekilde uygulanmaya devam etmesi, yani stratejik bir eylemle yönetildiği, hiyerarşik güç yapıları aracılığıyla elde edilen sosyal istikrarın eleştirisini zihne sunar. Meşru otorite tartışmasını şekillendirmek için iletişimsel eylemi, yani çoğulculuğu güvence altına alanı ihmal eden meşruiyet kavramı, Dune’un politik güç yapılarının istikrarsızlıkları için demokratik meşruiyeti bir çare gibidir!
Dune’un bilinen evreninde bilgisayarlar ve yapay zekâ üzerindeki yasağa rağmen, teknolojinin yüksek düzeyi Arrakeen politikalarını Orta çağ entrikalarının üstüne çıkaramıyor ne yazık ki! Bu ise sürekli çatışma içinde olan ve bir Tiran-kurtarıcının, yani ‘Leviathan’ın zorla barışı sağlaması gereken bencil, entrikacı bireylerin Hobbesyen evrenini tasvir etme fırsatı verir. Daha önce Landsraad hanedanları arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için kullanılan resmi savaşlar olan ‘kanly’ya (kan davası) son veren Leto II, insan-kum solucanı melez bir varlık olarak doğaüstü bir hayranlıkla saygı ve otorite kazanıyor. Bu öneri, Christopher Cioccetti’nin siyasi gücü sürdürmede kişisel ve kültürel kimlik analiziyle iyi bir tezat oluşturur. Eğer Harkonnen için, etki gücünü sağlamak adına istikrarlı kimliklerin manipülasyonu önemliyse, Fremen için ‘doğal güç isteklerini kontrol altında tutar’, bu da esas olarak sert Arraken şartlarında hayat sürmelerinden kaynaklanır: ‘Bireysellik, ölülerin yeniden emilmesi kadar geçicidir!’
Paul ve annesi Jessica (Baron Harkonnen’in kızı olup Leto I’in cariyesi olarak yetiştirilen), Fremenlere katıldıklarında onlardan manevi olarak büyülenmiş, şımartılmış soylu yaşam tarzıyla uyumsuz bir kimlikle donatılmışlardır. Bu durum, Gregg Littman’ın Euthydemus’ta Sokrates’in erdem vurgusu sonrası asalet ve erdem üzerine yararlı bir tartışma başlatmasına zemin hazırlar niteliktedir. Fremen’in Arrakis’i sulama planı kültürel yaşamlarını geliştirmeyi vaat ederken, Muad’Dib’e olan dini bağlılıkları, demokrasi yerine ‘en bilge’ olanın (ya da ‘en kutsal’ olanın) hükmettiği Sokratik bir politikayı beraberinde getirir. ‘Adaletli Leto’ olarak övülen Paul’un babası, karizmatik ancak demokratik olmayan “feodal lord” modeli için bir örnek teşkil eder; Paul’un kendisi ise, Fremenleri 12 yıllık cihadın daha iyi bir gelecek getireceğine inandırırken, ardından gelen bin yıllık zoraki ‘barış’ bunun açıkça yanlış olduğunu doğrular. Teokratik rejimi altında muhalefeti yasaklayarak, ‘Paul insanlığa kendi dinini zorla dayatır’ ve böylece oğlu Leto II’nin tiran ‘Altın Yol’u için zemin hazırlar. Yazının girişinde “Dune’da öngörü ve bilginin rolüyle de yüzleşiriz” demiştik. Devrimciden diktatöre dönüşen Paul, adanmış bir şehit yerine, sinik ve baskıcı bir figür olarak ortaya çıkması muhtemelen kâhinlik yeteneği nedeniyledir.
İngiliz liberal filozof John Locke perspektifiyle baktığımızda, Bene Gesserit’in kavramsallaştırdığı ‘kişiler’ ile ‘insanlar’ arasındaki ayrımı ele almamız gerekiyor. Locke’un ‘bir kişiyi insan hayvanından ayırmanın mümkün olabileceğine dair inancını’ özellikle anıların psikolojik sürekliliği açığa çıktığı gerçeğini hatırlayarak, bellek, biyoloji ve bilinç arasındaki ilişkiyi, özellikle de Locke’un kişilik tanımını aşan yönleriyle güncel sinirbilim açısından değerlendirebiliriz.
Friedrich Nietzsche’nin etkisiyle bakacak olursak, Muad’Dib’i kahraman olarak değerlendirip Herbert’i tam anlamıyla bir ‘filozof’ olarak ele alabiliriz. Muad’Dib’in Arraken/galaktik nihilizm zorluklarına uygun bir mit bulması, özellikle baharatın kontrolü için yapılan savaş bu kanaatimize güçlendirecek unsurlardır. Ancak bu durum, çevrelerinin açık düşmanlığına karşı Fremen’in stoik (ekol) asaleti tarafından karmaşık hale getirir; bir zamanlar ‘soylu’ (çünkü dük!) olan Muad’Dib, onları yeni güvenlik ve bolluk çağıyla ‘su şişmanı’ yaparak yumuşattığını görürüz. Bu sebeple Herbert’in ‘Nietzsche’nin programını taklit etme ve genişletme yeteneği ve yeteneğine sahip olduğunu’ öne sürebiliriz. Bunu, Herbert’in fikirlerini (Nietzsche’nin ‘Üstinsan, Nihai İnsan ve ebedi dönüş’üne benzer olduğunu düşündüğü) ve ‘anlatı yapısını’, özellikle de Zerdüşt’ün ‘aşağı inmesinin’ Dune Çocukları’nda, Muad’Dib’in Arrakis’ten on yılı aşkın bir süre uzakta olmasıyla tekrarlandığını da söyleyebiliriz. Zerdüşt gibi, Muad’Dib de uzun meditasyonlardan sonra insanlık için bir mesajla dönen bir ‘vaiz’ olarak ortaya çıkması tesadüf değildir. Dune Çocukları’nda, vaiz bir pazar yerine girer ve dansçılar arasında ip cambazlarıyla karşılaşır, bu da Böyle Buyurdu Zerdüşt’ta kullanılan aynı görsel metaforla paralellik gösterir ve İnsanın, hayvan ile Üstinsan arasında yalnızca bir aşama olduğunu öğretir: Çünkü Zerdüşt’ün vaaz ettiği üstünleşme, daha büyük bir adam olmak değil, insanı aşmaktır. Bu nedenle, Herbert’in anlatısını destekleyen şey insanlığın ‘tamamlanması’ değil, aşılması ihtimali olsa gerektir!
Biraz da Martin Heidegger perspektifiyle ele alalım. Butlerian Cihad sırasında insanlık bilgisayarları ve yapay zekayı yasakladığında, radikal muhafazakarlık Heidegger’i bir referans olarak görmek mümkün. Çünkü (her ne kadar katışız bir ahlaksız olsa da) büyük düşünür, teknolojinin içinde bulunduğu sosyal koşulları hep vurgulamıştır. Dünyayı nasıl gördüğümüz ve değer verdiğimiz (veya çerçevelediğimiz), teknolojimizi nasıl tasarladığımızı ve Herbert’in hesaplamaya dayalı araç-metodlara bağımlılık konusundaki ahlaki uyarısını destekler mahiyettedir. Heidegger’i kendi terminolojisinde protagoniste ‘Dasein’ adını verir. (Ayrıntılı malumat için Heidegger’in ana eseri olan “Varlık ve Zaman”da (Sein und Zeit) isimli eserine bakılabilir.)
Malum; Martin Heidegger’in felsefesi, varlık, zaman ve varoluş üzerine derinlemesine düşünceler içermekte. Heidegger, özellikle “Varlık ve Zaman” adlı eserinde, insanın varoluşsal durumunu ve varlıkla olan ilişkisini irdeler. Bu bağlamda, Frank Herbert’in Dune serisi, Heidegger’in felsefi kavramlarına zengin bir analitik zemin sunar.
Heidegger’in Dasein kavramı, aynı zamanda insanın varlığını ve dünyadaki yerini anlamlandırma çabasını da ifade eder. Dune serisinde Paul Atreides’in yolculuğunu, bir Dasein örneği olarak değerlendirilebilmek mümkündür. Paul, kendi “varlık nedenini” anlamlandırmak ve Arrakis (Dune) gezegeninin kaderini şekillendirmek için derin bir içsel ve fiziksel yolculuğa çıkıyor. Bu meyanda Paul’un kendi varlık sorunlarıyla yüzleşmesi, Heidegger’in varoluşsal analizleriyle paraleldir.
Heidegger, zamanı varlığın temel boyutu olarak görür ve insan deneyiminin temelini tarihsellikle de ilişkilendirir. Dune’da ise zamanın hem metafiziksel bir öğe olarak hem de siyasi entrikaların ve aile miraslarının devamı olarak işlediğine şahit oluyoruz. Paul’un geleceği görebilme yeteneği ve tarihin tekrar etme teması, Heidegger’in zamanın ontolojik önemine dair görüşleriyle örtüşür.
Çok uzatmayalım… Ki tamamen İslam perspektifiyle de bakacağımızı hatırlatarak Marksist-Freudyen eleştirel teoriler ile post-Nietzschean jeofelsefeler arasında karşılaştırmalara da dalmadan (belki bir kitap çalışmasında bunu yapmak gerekir) Herbert’in kendi çevresel endişeleri, özellikle klimatoloji ve Oregon Kumulları’nın erozyonu (ikisi de Arrakis vizyonunu ilhamladı) açıkça kalmış olmasına rağmen, belki de onların çok açık oluşları nedeniyle yeterince araştırılmamış. Herbert’in mirası, açıkça teşvik etmese de bir post-gezegen bilinci gelişimini uyandırdı ve böyle bir farkındalığın ima ettiği sosyo-teknik dönüşümler, onun edebi-felsefesinin, koyduğu vurgu nedeniyle en değerli olduğunu önerir: Ahlak ve erdem her şeyden önce gelir!