Dune hakkında her şey (12): Oryantalizm izleri (2)

“Romanın semiyotik yapısında, özellikle oryantalist imgeler üzerinden, Orta Doğu’nun, Dune’daki Arrakis gibi, büyük güçler tarafından sömürüldüğü ve göz ardı edildiği bir yer olarak tasvir edilmesi dikkat çekici.”

M. NEDİM HAZAR | YORUM

Mülksüzleştirilmek Ortadoğu insanının kaderi sanırım. Ve bunun neticesinde gelen direniş de bir yaşam şekline dönüşüyor.  Dune evrenine baktığımızda en kolay şey (Edward Said’den yola çıkarak bu tabiri kullanıyor batılılar) “Saidyen” oryantalist bir eleştirisi çok zor değil aslında. Frank Herbert’in Bilim Kurgu türünün temel metinlerinden biri olarak kabul edilen baş yapıtı, tartışmasız bir şekilde oryantalist motifler ve imgelerle dolu.

Dune’un hikayesi ıssız bir çöl manzarası olan Arrakis gezegeninde geçiyor. Yıl 10,191 ve doymak bilmeyen insanoğlumuz bilinen Evren’deki uçsuz bucaksız gezegenleri kolonileştirmiş durumda. Tabii ki, çöl denilince zihinlere gelen bitimsiz coğrafi genişlik, üzerinde yaşayan insanları da doğal olarak mistik göçebe bir yerli halka dönüştürüyor. Önceki yazımızda da belirttiğimiz Herbert’in Fremenleri isimlerini muhtemelen Kuzey Afrika’nın Mağrip bölgesindeki Amazigh halkından (Arap-Berberi) almaktadır ve Amazigh aslında kelime olarak “özgür adam” anlamına da geliyor. Dune’un Fremenleri insanların bir tür alt kültürü. Çöl kumları boyunca görülen mağara benzeri kayalık oluşumların içinde “sietch” adı verilen ataerkil kolektiflerde yaşıyorlar.  Fremenler vahşi olarak tasvir ediliyor; vücutları kaslı, derileri bronzlaşmış ve kösele gibi oluşlarıyla tartışmasız sert çöl varlığını çağrıştırıyorlar.

Arrakis’in jeostratejik (ya da gezegenler arası) önemi, Evren’deki en değerli kaynakları sağlaması: insan bilincini genişleten psikotropik bir baharat olan melanj.  Dahası, uzay ve zamanı büken yıldızlararası yolculuk için hayati önem taşıyor. Baharat bağımlılığı ise nedense kişinin gözlerinin maviye dönmesine neden oluyor!

Dune’un kahramanı Paul, Atreides Hanesi’nin varisi ve hikayenin Beyaz Kurtarıcısı. Fremenler arasında Muad’Dib adını alır. Arapçadan türeyen Muad’Dib, öğreten ve daha da önemlisi nezaket öğreten kişi anlamına geliyor. Paul sadece savaş ve strateji konusunda usta olmakla kalmaz, aynı zamanda insanüstü zihinsel kapasiteye sahip tam anlamıyla Mesihçi bir karakter. Ve bu nedenle, Aziz Pavlus’un tanrısal yetenekleri onun yükü! Evrensel bir cihat öngörmektedir ki bu Herbert’in romanı kapsamında kanlı bir savaş anlamına gelmektedir. Burada Batı popüler kültüründe cihat kavramının ne denli çarpık algılandığını vurgulamaya gerek var mıdır bilmem!

Hikayenin uzun bölümünde Paul (Muad’Dib olarak) güzel bir Fremen kızı olan Chani’ye aşık oluyor ve (film izleyicileri henüz görmedi) ve ondan bir çocuğu oluyor. Garip bir şekilde, Chani ismi aslında İncil’deki İbranice Channah isminden türemiş gibi duruyor. Modern İbranice ve Arapça’da Hannah olarak yaygın olan bu isim zarafet anlamına geliyor. Arap dünyasının romantikleştirilmesinde yaygın olan şey, erkeklerin arkaik düşünceli, acımasız, beceriksiz ve belki de iktidarsız olarak tasvir edilmesi; kadınlara ise bol bol güzellik, duygusallık ve gizem bahşedilmesi. Bu aşk hikâyesi kaderde vardır, çünkü kız Arrakis’e gelmeden çok önce Paul’ün rüyalarına girmiştir; Paul’ün kaderinde onu kurtarmak ve halkını hem terk edilmişliklerinden hem de şeytani bir imparatorluğa tabi olmalarından kurtarmak vardır.

Atreides Hanedanı görünüşleri, bilgileri ve erdemleriyle Batı Avrupalıların medeni niteliklerini kolayca yakalarken, Harkonnen Hanedanı saldırganlığı ve embesil delilik imajını çağrıştırıyor. Kimbilir belki de bu halleriyle Rus insanlarına benzetilmeye çalışılmışlar, diye düşünmeden edemiyor insan. En azından grotesk Baron Harkonnen’in adının Vladimir olması beni bu bu düşünceye sevk etti.

Aslında Frank Herbert ne yaptığının çok farkında ve bilincinde görünüyor ve belki de romanın sadece Soğuk Savaş’ın zirvesinde değil, aynı zamanda egzotikleştirilmiş bir Orta Doğu’ya yönelik büyük bir Batı kültürel merakının olduğu bir zamanda – topraklarının ve halklarının büyük bir bölümünü dini ortaçağa geri gönderecek bir İslami köktenciliğe yönelmeden önce – yazılmış olması hayati bir bağlam olduğuna inanıyordu.

Nedense hiçbir batılı şöyle düşünmüyor: Eğer Batı parçalayıp sömürgeleştirmeseydi ve sömürmeseydi modern Orta Doğu’nun yörüngesi ne olurdu? Dune’un temel hikayelerinden biri Fremenlerin ıssız anavatanlarını cennet gibi yemyeşil ve bereketli topraklara dönüştürme arzusu. Paul, yerli halkın beklediği Kişi olarak, sadece Fremenlerin yükünü fedakarca taşımakla kalmıyor, aynı zamanda onun misyonunu kendi misyonu olarak içselleştiriyor. Akabinde Fremenler arasında kendini sevdirmek ve kendi İmparator olma hırsını ilerletmek için dini etkiyi manipüle ediyor. Nihayetinde Fremenler arasında onlardan biri haline geliyor. Burada hem ittifak ve jeostratejinin siyasi gerekliliği hem de Paul’ün saf iyiliğinde, çorak dünyalarını dönüştürmek ve kurtarmak için gerçek bir arzu yatmakta. Kendilerini kurtaracak gerçek bir aracı olmayan çöl insanları için Paul her yönden Kurtarıcı oluyor ve belki de bizim uygarlaşmamış ve ıssız yabancı topraklara demokrasi ve uygarlığı yaymamız gibi, kurtuluşu getirecek hikayenin kahramanına dönüşüyor.

Ama bir dakika, Paul’un temsil ettiği medeniyette demokrasi filan yok ki! Hepsi hanedanlıkla yönetilmekte.

Yabancı askeri istila ve fetihlerin Arap dünyasına uyguladığı modern vahşeti rahatlıkla meşrulaştıran anlatıların aksine Dune bambaşka bir teknik kullanıyorcasına bir anlatı kuruyor. Evet Batı doğuyu bilmiyor, doğu ise batıya kafadan düşman.

Sebep?

Çünkü kusurlu insan doğamız gereği, bu bilinmeyenden korkarız ve bu korku bize karşı benzersiz bir şekilde silahlandırır. Tarihte hep böyle olmuş. Batı değerleri ve ‘Demokrasi’nin kana bulanmış bayrağını dalgalandıran, ne pahasına olursa olsun kâr elde etmeye yönelik bir medenileştirme misyonu. Frank Herbert, belki de kendi içsel iradesiyle, tam olarak bunu anlamıştı. Çünkü Dune’un Orta Doğu’yu, kültürlerini, inançlarını ve halklarını oryantalist bir şekilde romantikleştirmesine rağmen, yazar daha da önemlisi ortak bir insanlığı ve potansiyeli kabul ediyor ve insanlığı kendi uçurumundan kurtaracak bir gelecek hayal etmeye cesaret ediyor. Her ne kadar kusurlu bir eser olsa da, Herbert Arapları körü körüne düşmanlaştırmıyor.

Kitap böyle iken Villeneuve ise bunun tam tersine, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın yirmi birinci yüzyılda teröre karşı küresel bir savaşın yaşandığı bir coğrafyadaki egzotik başkentinin ve filmlerde halkları ve gelenekleriyle güzel, gizemli ve ölümcül olarak tasvir edilen Arap dünyasının yeniden ortaya çıkışının farkındaymış gibi bir evran tasvir ediyor. Fremenler, Sahra’yı ya da Wadi Rum’daki eski bir uygarlığın kalıntılarını çağrıştıran tanıdık bir çöl manzarasına karşı, açıkça Orta Doğulu göçebe halklar olarak gösteriliyor. Ve Film boyunca Arapça konuşulduğunu duyuyoruz. Göze batan tek şey ise bu konuşmaların hiç biri anlaşılır değil, önemli de… Bu da Villeneuve için varlığımızın dış savaşlar ve sömürgeleştirme tarihimizle bir hesaplaşma olmadığını teyit etmekte. Aksine, emperyal ruha sadık kalarak, doğu tamamen silinirken film kendini doğu kültürü ve diline kaptırıyor.

Evet bu uzun girişten de anlaşılacağı üzere bugünkü bölümde, Denis Villeneuve’nin “Dune” filmi ile Frank Herbert’in orijinal romanı arasındaki bağlantıyı ve etkileşimi oryantalist bağlamda ele almayı deneyeceğiz. Villeneuve’nin adaptasyonu, Herbert’in zengin metninin sadece bir kısmını yansıtıyor olabilir, ancak esas önemlisi film, romanın verdiği mesajları ve temaları yeni bir perspektiften sunmayı başarıyor. Özellikle Herbert’in romanıyla önceden tanışmayan izleyiciler için, film bir kez izlendiğinde dahi romanın derinliklerine işaret eden birçok katmanı barındırmakta. Hakikaten de, her edebi eser ve görsel medya ürünü, üretildiği dönemin sosyal ve kültürel etkileri altında şekilleniyor. Bu nedenle, “Dune” romanını ve filmi, sadece bir bilimkurgu eseri olarak değil, aynı zamanda “yaratıcısının” yani Frank Herbert’in, toplumsal ve tarihsel olaylarla yoğrulmuş düşüncelerinin bir yansıması olarak görmeliyiz.

Amerikalı akademisyen Janet Kafka’nın da belirttiği gibi, bilimkurgu, geleneksel anlatılardan bağımsız olarak, insanlık durumunun her yönüyle ilgili sosyo-politik, etik ve teknolojik sorunları ele alma kapasitesine sahip. Herbert’in “Dune”u da bu bağlamda, kültür, felsefe, ekoloji ve dil gibi unsurlarla zenginleştirilmiş, inandırıcı bir yabancı dünya inşa etme başarısını göstermekte. Bu nedenle, “Dune”un edebiyat dünyasında “en çok satanlar” listesinde yer alması şaşırtıcı değil. Herbert’in bu başarısını detaylandırırken aynı zamanda Villeneuve’nin sinematik yorumunun bu zengin mirası nasıl yeni nesillere aktardığını da ortaya koymayı da deneyeceğiz.

Dune evreninde, Harkonnenlerin zorbalığı, Bene Gesserit’in manipülatif taktikleri ve Melanj baharatının büyüleyici gücü bir araya gelerek karmaşık bir galaktik drama oluşturur. Arrakis, ya da Dune, kurak çölü ve değerli baharat Melanj ile evrensel bir iktidar mücadelesinin merkez üssüdür. Baharat, uzay yolculuğunu mümkün kılan ve aynı zamanda psişik yetenekleri artıran, yaşam süresini uzatan mucizevi bir kaynaktır. Thopterler ve dev kum kurtları, bu yıldızlararası drama içinde sadece araçlar değil, aynı zamanda zorlu çöl ortamının birer simgesidir.

Frank Herbert’in “Dune” romanı, Paul Atreides’in Arrakis’e gelişi ve oradaki güç dinamiklerini değiştirme çabasıyla başlar. Caladal düklüğünün genç Ducal varisi Paul, Fremenlerin lideri olarak ortaya çıkarken, eylemlerinin galaktik ölçekte sonuçlar doğurabileceğini keşfeder. Roman, siyasi manipülasyon, ekolojik denge ve kişisel dönüşüm temalarını işlerken, Herbert’in detaylı dünyası politik ve kültürel metaforlarla zenginleştirilmiştir.

Bene Gesserit ise, kadınlardan oluşan ve tarihi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye çalışan figüratif olarak Katolik rahibeleri çağrıştıran gizli bir tarikat. Missionaria Protectiva programı ile yerel inanç sistemlerine müdahale ederek toplumları kendi amaçları için hazırlarlıyorlar. Bu program ise, emperyalizmin kültürel boyutunu ve sömürgeleştirilmiş toplumların üzerindeki etkisini yansıtıyor.

Paul’un hikayesi, klasik “beyaz kurtarıcı” motifini hem benimser hem de eleştirir gibi görünür Fremenlerin Mesih olarak gördüğü Paul, onların bağımsızlık mücadelesine katılırken, aynı zamanda bu süreçte kendi içsel ve dışsal çatışmalarıyla yüzleşir. Herbert, Paul’un liderlik yolculuğunu, sömürgecilik karşıtı bir kahramanlık hikayesi olarak sunarken, aynı zamanda emperyalist yıkımların kaçınılmaz döngüsüne dikkat çeker.

Arrakis, Dune, çöl manzarası ve hayati baharat kaynakları ile Orta Doğu’nun petrol zenginliği ve Batı’nın bu kaynaklar üzerindeki tarihi hakimiyet çabalarının bir yansıması. Fremenler, sömürgeci güçlerin ve uzak hükümetlerin etkisinde kalan yerli bir halk olarak tasvir edilir. Onların kendi kaderlerini tayin etme mücadelesi, gerçek dünya tarihindeki benzer etnik ve kültürel çatışmaları akla getirir.

“Dune” ve onun çeşitli uyarlamaları, özellikle Denis Villeneuve’ün son filmi, bu zengin temaları modern bir perspektifle ele alırken, eleştirmenler ve izleyiciler arasında bitmeyen tartışmalara yol açtı. Herbert’in eseri, yalnızca bir bilim kurgu başyapıtı olmakla kalmadı, aynı zamanda günümüzün sosyal ve politik sorunlarına ışık tutan, düşündürücü bir alegori olarak kalmaya devam etti.

Frank Herbert’in “Dune” romanı, 1965 yılında yayımlandığından bu yana bilimkurgu literatüründe “epik” bir başyapıt olarak anılıyor ve dünya çapında 12 milyondan fazla satış yapmış. Bu etiket, romanın geniş kapsamlı temalarını, Paul Atreides’in karakter gelişimini ve kültürler arası çatışmaları ele alış biçimini yansıtarak, modern anlamda bir epik olarak nitelendirilmesini doğal kılıyor. Ayrıca, eserin antik Yunan destanlarıyla bazı benzer özellikler taşıdığına dikkat çekiliyor. Herbert, “Dune”da özellikle siyasi güç kullanımı ve kötüye kullanımı, bir gezegenin ekolojik dengesinin korunması ve genç bir kahramanın zihinsel ve fiziksel olgunlaşma süreci gibi üç ana tema işlemekte.

Bu temaların yanı sıra, Herbert’in eseri ses ve rezonans üzerine kurulu özel bir dil kullanımıyla da öne çıkmakta. Bu dil yapısı, romanın kalıcı popülerliğine önemli ölçüde katkı sağlıyor. “Dune”un kitap olarak ve sinemada süregelen popülerliği, 2021’de çıkan yeni filmle tekrar canlandırdı, bu da önceki sinema adaptasyonlarının başarısızlıklarını gölgede bıraktı. Ayrıca, romanın ve filmlerin farklı nesillere hitap eden zengin motifleri, özellikle 1960’lar ve 1970’lerdeki Orta Doğu olaylarına ve daha geniş tarihsel döneme odaklanarak birçok kültürel ve siyasi soruyu ele alırken, son yıllarda daha çok Herbert’in vurguladığı ekolojik sorunlar üzerine yoğunlaştığını görmekteyiz.

Bu anlatının çeşitliliği ve derinliği, “Dune”un zamanla artan ilgi ve etkisini açıklamakta. Romanın ve film uyarlamalarının, çok katmanlı hikayeleri ve zengin tematik yapısıyla, farklı nesiller ve kültürler arasında köprü kurmayı başardığı görülüyor.

Herbert’in romanı, çok katmanlı bir anlatı sunuyor; bu anlatı, iktidar ve kapitalist sömürü meseleleriyle ilgili çoklu yorumlama düzeylerini kapsamakta. Herbert, fütüristik ve feodal ögeleri bir araya getirerek, güçlü ailelerin gezegensel kaynakları nasıl kontrol etmek için rekabet ettiğini, aldatma, rüşvet ve zaman zaman kaba kuvvet kullanarak yıldızlararası ticareti nasıl etkilediklerini anlatıyor. Bu ise, Immanuel Wallerstein’ın dünya sistemleri teorisiyle paralellikler gösteriyor; bu teori, Dune’un ilk yayımlanmasından kısa bir süre sonra ortaya çıkmış. Herbert’in evren tasarımında, merkeziyetçi bir İmparatorluk Sarayı ve sömürgeleştirilmiş, sömürülen bir çevre olarak çöl gezegeni Arrakis arasındaki ilişkiler, Wallerstein’ın teorisindeki merkez-çevre dinamiklerini yansıtıyor.

Edebiyat eleştirmeni Colin Manlove’un belirttiği gibi, Arrakis’in çoraklığı ve zengin baharat yatakları, imparatorluğun ekonomik temellerine metaforik bir gönderme yapmakta. Bu bağlamda, William A. Senior’un vurguladığı gibi, “Dune” eserleri, 1960’ların başlarında yazıldıkları düşünüldüğünde, petrol üretimi ve fiyatları, çevresel tehditler, Ortadoğu’daki artan istikrarsızlık, İslam köktendinciliği gibi günümüzün önemli sorunlarını öngören bir vizyonerlik sergiliyor. Herbert, küresel güç dinamiklerinin yanı sıra, diplomasi ve uluslararası ilişkilerin karmaşıklıklarını da ele alıyor.

Romanın semiyotik yapısında, özellikle oryantalist imgeler üzerinden, Orta Doğu’nun, Dune’daki Arrakis gibi, büyük güçler tarafından sömürüldüğü ve göz ardı edildiği bir yer olarak tasvir edilmesi dikkat çekici. Bu kapsamda, ilerici Atreides ve zalim Harkonnen aileleri arasındaki çekişme, Soğuk Savaş ve Birinci Dünya Savaşı’na atıfta bulunan tarihsel çatışmaları simgelemekte. Paul Atreides’in ya da daha sonra alacağı isimle Paul Muad’Dib’in, Batı imgelemindeki T.E. Lawrence gibi “çağdaş bir imam” olarak görülmesi, bu kültürel ve politik bağlamlarla zenginleşen bir karakter portresi sunuyor.

Demokrasi günümüz dünyasında neredeyse modern toplumların putudur. Fakat gelin görün ki, neredeyse bütün bilim kurgu eserlerdeki gelecek tasvirinde hep totaliter rejimler ya da monarşi modeli vardır. Bilim kurgu türünün yaslandığı teme düsturlardan birinin “fıtri olanı bozarsanız başınıza belalar açılır” önermesi olduğunun elbette farkındayım ancak, bilim kurguya kafa yoranların sadece distopik değil ütopik gelecekte bile bir sömürge düzenini inşa etmesi insanlığın ortak bilinç altı ile ilgisinin olduğunu düşünmekteyim.

Ve evet Dune’da da durum farklı değildir. Dune evreninin en önemli yönlerinden biri sömürgeciliği bir yönetim modeli olarak normalleştirmesi olsa gerek.

Dune evrenindeki Fremenlerin inançlarının Bene Gesserit tarafından dini bir monopole dönüştürülmesi, Frank Herbert’in Dune romanında “dilin imparatorluğun aracı” olduğunu vurgulayan unsurlardan yalnızca biri. Fremenlerin, Arrakis’in sömürgeleştirilmiş diasporasının, galaktik zalimlere karşı isyanını dramatize eder. Ancak Herbert’in vizyonu bu kısa değerlendirmenin kulağa geldiği kadar özgürlükçü değil. Özellikle Paul, Fremenleri özgürleştirmek yerine onların savaşçı potansiyelini kullanarak galaktik düşmanlarına karşı yönlendirir ve nihayetinde bir evrensel cihada sebep olur. Bu nedenle Fremenler, düşünür ve Karayipli aktivist Frantz Omar Fanon’un sömürgeleştirilmiş halklar adına savunduğu gibi, kendi düşüncelerini sömürgecilerin etkisinden arındıramazlar; bu da Paul’ün, uzun zamandır beklenen bir kurtarıcı olarak rolünün, yerlilerin kendi kaderlerini tayin etmelerini engellediği anlamına gelir. Herbert’in hikayesi bu nedenle sömürgesizleştirmeyle ilgili talepleri sadece kısmen yansıtırken, ayrıcalıklı Batılı öznelerin zihinlerini sömürgesizleştirmeleri gerektiğini ileri sürer.

Bununla birlikte, Dune’da Fremenler “özerk özgür öznelliğe” ulaşmazlar; bunun yerine, 1960’ların bilimkurgu kahramanları gibi, Paul, “benlikte yabancı olana hakim olunması” ve bilinmeyen ya da bilinçsiz olanın kasıtlı rasyonel kontrol yoluyla farkındalığa getirilmesi gereken bir yolculuğa çıkar. Paul, sonunda, zaman-uzay bilgi, üretim ve tüketim akışlarını düzenleyen ve kontrol eden bir “psikedelik süper adam” olarak, sadece eski bir hükümdarın yerini alan lidere dönüşür! Ayrıca, Paul’ün, Arrakis’in kurtuluşundan sonra diğer evlere karşı bir cihat yürütmek için evrensel ötesi bir orduya dönüşen Fremenlerin sömürüsünü yoğunlaştırdığı bile iddia edilebilir. Zannımca bu motif, Birinci Dünya Savaşı sırasında sömürge birliklerinin askere alınması gibi tarihsel bir emsal üzerine kurulmuş. Paul, sonunda baharat üretimini ve birliği fethetmek için hatırı sayılır bir orduyu kontrol ettiğinden, Arrakis, yani sömürge alanı ona kendi egemenliğini kurmak ve genişletmek için gerekli kaynakları sağlar. Bu nedenle Paul, İngiliz İmparatorluğu’nun bilimkurgudaki bir cisimleşmesi gibi davranır ve Dune’da sunulan oryantalist göstergebilim bu benzerlikleri daha da yoğunlaştırır. Aksi takdirde, “savaş ve kaotik yıkımla sonuçlanan histerik bir cihat içinde vahşileşecekleri” için yalnızca kontrol edilmesi gereken asker kitlelerine ilişkin bu sömürgeci görüş, Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Osmanlı Ordusu’nda görev yapan Almanlar ve Ortadoğu’daki seferlere katılan İngiliz subaylar tarafından sıklıkla dile getirilmiştir. Dolayısıyla yıkıcı kitleler imgesi, Fransız akademisyen Gustave Le Bon’un insan kitlelerine ilişkin olumsuz görüşüne bir gönderme olarak yorumlanabilir.

“Medeniyetler şimdiye kadar sadece küçük bir entelektüel aristokrasi tarafından yaratılmış ve yönetilmiştir, asla kalabalıklar tarafından değil. Kalabalıklar sadece güçlüdür. Onların yönetimi her zaman barbarlık evresiyle eşdeğerdir. Bir uygarlık sabit kurallar, disiplin, içgüdüsel durumdan rasyonel duruma geçiş, gelecek için öngörü, yüksek bir kültür derecesi içerir; tüm bunlar kalabalıkların kendi başlarına bırakıldıklarında her zaman gerçekleştirmekten aciz olduklarını gösterdikleri koşullardır. Güçlerinin tamamen yıkıcı doğasının bir sonucu olarak kalabalıklar, güçten düşmüş ya da ölü bedenlerin çözülmesini hızlandıran mikroplar gibi hareket ederler. Bir uygarlığın yapısı çürüdüğünde, onun çöküşüne neden olanlar her zaman kitlelerdir.”

Belki çoğu kişi bağlantıyı kuramayabilir ama yeri gelmişken bir film tavsiye edeyim. Nacer Khemir’in 2005 yapımı bir şaheser Bab’Aziz… Yukarıdaki kare Dune filminden değil Bab’Aziz’den.

Dune evreninde, kitlelerin genellikle bilinçsiz ve duygusal kararlara dayanan hareketlerinin aksine, Paul Atreides’in hikayesi, bilincin farklılaşmasının temelini oluşturuyor. Bu farklılaşma, genetik miras, Fremen kültüründe yetişme ve baharat Melanj’ın psikedelik etkileri gibi unsurların birleşiminden kaynaklanıyor. Dune romanında, “dış dünyadan gelen mesih” olarak Paul, baharat karışımını kullanarak giderek daha güçlü psikedelik deneyimler yaşar ve sonunda insanüstü özdenetime ve genişlemiş, her şeyi bilen bir bilince ulaşır. Bu tür bir yolculuk, kahramanın kendi içsel benliğini keşfetmesi ve kabul etmesi gereken klasik bir motif olsa da Dune’un evreninde, ilk romanın kahramanı Paul, Fremenlerden ve kadınlardan üstün konumdadır çünkü yalnızca Kwisatz Haderach, yüzyıllar süren öjenik üreme programıyla üretilen genetik bir süpermen, her şeyi bilen bilince ulaşabilir ve Kwisatz Haderach erkek olmalıdır! Herbert ve Paul’un hikayesi, Rahibe Gaius Helen Mohiam’ın testi aracılığıyla, Fremenlerin ne Harkonnen Hanesi’nin egemenliği altında ne de beyaz bir erkek süper varlık tarafından “özgürleştirilmelerinden” sonra elde edemedikleri özdenetim ve bağımsızlık üzerine vurgu yapar.

Her ne kadar Dune başlangıçta sömürge karşıtı bir anlatı gibi görünse de, yine de “beyaz adamın yükü” temasını işler, böylece kültürel olarak üstün kabul edilenler, dürtülerini kontrol edebilenlerdir. Dune, öz-farkındalık/denetim/irade gibi kavramları neredeyse fetişistik bir düzeye yüceltirken, bireyin öz-denetimini azaltan ya da yok eden dürtüleri şeytanlaştırır. Bu, geçmişte emperyal yönetimi meşrulaştırmak için kullanılan argümanları tekrar eder. Öte yandan, kötüler —ki onların imajı Soğuk Savaş ikilemiyle ilişkili gibi görünse de bir bakıma şehvet ya da iştah temelli dürtülerine teslim olur, ki bu Herbert’in Baron Harkonnen’in genç erkeklerle olan şiddetli ve sınırsız çarpık ilişkilerini grafiksel olarak vurguladığı da başka bir gerçek.

Bu hamur çok su götürür.

 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Bu hayal ürünü gösterimlerden bizlere bir şey çıkmaz. Realist olmak her zaman iyidir. Ne polisiye filmler ve diziler senaryo yorumları yaptık, bu çete hükümetinin polisleri sabah evin zilini gözaltı için çaldığında ne yapacağını bilemeyen eşler ve çocuklar olarak ortada kaldık, ne filmler ne senaryolar ne kahramanlar hiç biri o anda işe yaramıyor. Kelepçeyi taktılar ve içeri attılar. Ergenekon dediğimiz veya ehli dünya dediklerimiz hakları için alttan girdiler üstten çıktılar bu işi başardılar. Realisttiler çünkü. Realist yaşamak her zaman bir şeyler öğretir ne yapacağını bilirsin, paniklemezsin, savcı kararını sorarsın, şahitler istersin avukat istersin, kötü muameleyi zapta geçirirsin vb. Hatta ocağa suyu koyar kahveni yapar avukatın gelmesini beklerken kolluğa kahve içer misiniz diye sorar keyfinize bakarsın. Hayal alemi ise seni havada bırakır. Ne yapacağını düşünemezsin çünkü o filmler ve yorumları aklına olayın süreç ve sonunu tahmin ettirir ve pes edersin. Gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi ortada kalakalırız ve kaldık. Nedim hocam yorma kendini bu kadar çok yorgunuz.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin