Düğme gitse de elektrik duruyor [Faik Can]

Sebepler dünyasında yaşıyoruz. Yüce Yaratıcı bütün icraat-ı sübhaniyesini sebepler perdesi altına gizlemiş. Bir sebebin neticesi olarak doğduk. Annemizin sütü büyümemize sebep oldu. Hayatımızı sürdürmek için yemek yememiz ve uyku uyumamız da gerekiyor. Hasta olduğumuzda doktora gidip ilaç kullanmak ve onun tavsiyelerini yerine getirmek zorundayız. Bütün bunlar genel olarak hayatımızda galip olan ve riayet etmemiz gereken sebepler.

perdeAncak madalyonun bir de öteki yüzü var. Anne ve babamız dünyaya gelmemiz için bir vesile ama bizi yaratan onlar değil. Küçücük bir sebebe riayet ettiler ve ötesinde hiçbir şeye müdahil olamadılar. Hangi spermin hangi yumurtayı ne zaman ve nasıl dölleyeceğine karar veremediler. O hücrenin geçireceği evreler, alacağı şekil ve yaşayacağı gelişime dair hiçbir tasarrufları olmadı. Ne cinsiyetimizi, ne sağlık durumumuzu, ne tenimizin, kaşımızın, gözümüzün rengini belirleyebildiler. Karakterimizi, huyumuzu, imanımızı, ahlakımızı şekillendirme iradeleri yoktu.

Anne sütü de öyle; bebeğin doğumundan itibaren akmaya başlayan bu rahmet çeşmesini anlamaktan aciziz. İçeriğindeki harikuladeliği de, çocuğun o süte olan ünsiyetini de kavrayamıyoruz. Büyümesine nasıl bir katkı sağladığını, onu ne tür hastalık ve mikroplardan koruduğunu bilimsel yayınlardan okuyoruz ama ne o içeriği belirleyen biziz ne de o tesiri oluşturan! Annenin tek yaptığı vakti geldiğinde çocuğu emzirmekten ibaret. Yemek yememizi, dinlenmelerimizi ve doktora gidip ilaç kullanmalarımızı da aynı şekilde değerlendirebiliriz.

ŞERİAT-I GÂRRA VE ŞERİAT-I FITRİYE

Sultan-ı Ezelî (cc) bize iki kitap göndermiş. Birisi Kur’an-ı Kerim, diğeri de Bediüzzaman’ın tabiriyle Kitab-ı Kebîr-i Kâinat yani Kâinat Kitabı. Her iki kitapta da ayetler, kanunlar, kurallar var. Kur’an’ın kanunlarına “Şeriat-ı Gârra” Kâinat Kitabındaki kanunlara ise “Şeriat-ı Fıtriye” diyoruz. Bizim “sebepler” olarak tanımladığımız bu kanunlara, modern düşünce “tabiat” ya da “doğa kanunları” diyor.

Her iki kitabın kurallarına uymak bizim vazifemiz. Namaz kılmak nasıl ki Kur’an’ın emridir, yaşamak için ihtiyaç kadar yemek de Kâinat Kitabının emridir. Haramlardan uzak durmak Kur’an’ın emri olduğu gibi, soğuk havalarda sıkı giyinmek de Şeriat-ı Fıtrıye’nin emridir. Hatalardan arınmak için tevbe emredilir Kur’an’da, hastalıklardan şifa bulmak için de doktora gitmek kanunu vardır Kâinat Kitabı’nda.

TAKVA İKİ KİTABA DA RİAYETLE OLUR

Örnekleri çoğaltmak mümkün; işte Müslümanın var oluş gayesi kabul edilen “takva” bu iki kitaptaki emirlerin kesişme noktasıdır. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin beyanıyla, her ikisine azami derecede riayet eden, takvayı elde etmiş olur. Kur’an’ın emirlerine uymayan bedelini ahirette -Allah korusun- haybet ve hüsran ile öderken, Kâinat kitabının kanunlarına riayet etmemenin bedeli de bu dünyada hastalık, açlık ve hatta ölüm gibi neticelerdir.

Bizim sebepler olarak adlandırdığımız her şey, görüldüğü gibi Kâinat Kitabı’nın kanunlarından ibaret. Sebeplere riayet de bu kanunlara uymanın adı. Bunlara uymamızı emreden ise, Allah. Öyleyse esbaba riayet bir emir ve biz bu emrin memurlarıyız. Hocaefendi’nin sebeplere riayeti anlatırken sık sık “memuriyetimizin gereği” demesi de bundan!

PERDEDÂR-I DEST-İ KUDRET

Bediüzzaman’ın, sebepleri “perdedâr-ı dest-i Kudret” olarak tanımlaması muhteşem bir tespit! Allah, Kudret eli ile yaptığı icraatlarını sebepler perdesi altına gizlemiş. Perdeyi görüp arkasını görememek, her şeyi sebeplere verip Müsebbibü’l-esbâb’ı bilememek ne büyük bahtsızlık!

Pozitivizm, materyalizm ve daha başka dinden kopuk felsefi akımlar iki şeyi yaptılar. Bir yandan egosunu şişirerek insanı tanrılaştırdılar ve nefsini put haline getirdiler. Diğer yandan kâinatta geçerli kanunları “tabiat” veya “doğa” olarak adlandırıp kendi kendine olan ve yürüyen bir sistem olarak tanıttılar. İnsanı Allah’tan koparıp “Hevâsını ilah edinen” (Furkan Sûresi-43) bir zavallıya dönüştürdüler. Her işte kendi istek, arzu ve menfaatlerini önceleyen insan, kâinatta cereyan eden baş döndürücü nizamı da “tabiat” dediği bir heyulaya bağlayarak Rabbi’nden uzaklaştı; esbab-perest bir kör haline geldi.

TEK DERT: TEVHİDE ULAŞMAK

Bu uzaklaşmadan kendini Müslüman gören insanlar da nasibini aldı. Onlar daha çok Mu’tezile’nin seslendirdiği sapkın tezlere sarıldı. Sebeplere hakiki tesir veren bir düşüncenin zebunu oldu. “Semâvat ve arzda olan her şeyin O’na muhtaç olduğunu ve O’nun her an faaliyet ve icraat içinde olduğunu” (Rahman Sûresi-30) unuttu. Bediüzzaman’ın “kurt gövdenin içinde” derken kastettiği tam da buydu!

Bütün hayatını hakiki imanın tesisine harcamış bu müstesna kametin tek derdi, insanları her türlü şirk şaibesinden kurtarıp tevhide ulaştırmaktı. Ona göre, tablacı (garson) mesabesindeki sebeplere perestiş edip, yemeği esas hazırlayanı görmemek nasıl bir körlükse, sebeplere serfürû edip Allah’ı bilememek ondan bin derece daha fena bir körlüktü.

ARKASINDAKİ KUDRETİ GÖRELİM DİYE

Basit bir elektrik düğmesine basan insanın, odasını aydınlatan ışığın arka planındaki santralleri, barajları, trafoları, elektrik şebekelerini, o düğmeye kadar gelen kabloları görmeden bütün kerameti o düğmeye vermesindeki hamakat de bundan aşağı değil! İşte tevhid, o düğmeye basmak zorunluluğu ile düğmenin ardındaki harika sistemi ayırt edebilmenin adıdır.

Kim bilir belki de Rabb-i Rahîmimiz, haddinden fazla perestiş etmeye başladığımız o elektrik düğmelerini, arkasındaki Kudreti görelim diye bir süreliğine elimizden almıştır!

 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin