YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Genellikle bir insan herhangi bir suçu işlemiş olmakla suçlanırsa, birincisi suçlandığı eylemin yasalarca açıkça suç olarak belirtilmiş olması, ikincisi o suçu işlemiş olduğunun kanıtlanmış olması, üçüncüsü iddia ve savunma süreçlerinin önceden belirlenmiş ve kurallandırılmış prosedürlere uygun olarak, bağımsız bir mahkeme önünde duruşmaya çıkmaları (yani karşılıklı argümanları deliller ve tanıklar eşliğinde destekleyerek birbirlerinin iddialarını çürütme hakkına sahip olmaları) sonucunda bir nihai yargı kararı verilmiş olması gerekir. En azından adalet dediğimiz zaman, bu bahsettiğim unsurların kusursuzca yerine getirildiği bir süreç ön koşuldur. İddia makamının ortaya attığı sav (suçlama), tek başına hakkında iddiada bulunulan kişinin suçlu olduğunu göstermez. Bu son cümleyi bir ülkedeki hukuk prosedürleri bağlamında bir gazete makalesinde yazmak zorunda kalmak bile, o ülkede hukuk olmadığının önemli bir işareti sayılır.
Yasalarda var olmayan bir eylem, suç sayılamaz. Örneğin yazı yazmak suç değildir. Eleştiri yapmak suç değildir. Düşünceleri sözlü veya yazılı olarak ifade etmek suç değildir. Kitap yazmak ve basmak, dahası basılı kitabı satın almak, evde bulundurmak, okumak, ondan alıntıda bulunmak, fikirlerini bütünsel olarak veya kısmen onaylamak, suç değildir. Televizyonda canlı veya banttan bir yayında, ya da internetten yapılan herhangi bir programda, sosyal medyada yapılan bir paylaşımda, herhangi birini herhangi bir konuda eleştirmek, suç değildir. Böylesi içerikleri yine çeşitli medya kanalları üzerinden paylaşmak, ya da o içerikleri onaylayan, destekleyen, olumlu bulunduğunu belirten paylaşımlarla sözlü, yazılı veya görsel olarak ifadede bulunmak suç değildir. Bu tarz fiillerde bulunanları tanımak, onlarla yüzyüze veya elektronik haberleşme vasıtaları üzerinden görüşmek, suç değildir. Bu tarz fiillerde bulunanların herhangi birinden alıntı yapması, o kişiyi sosyal medya hesaplarına eklemesi, onların paylaşımlarını başka insanlarla paylaşması, suç olduğu iddia edilen fiilleri yapanlarla beraber o insanların da suçlanmasını haklı çıkartmaz – yani bu da suç değildir. Suç neyse yasa onu açıkça belirtir. Geriye kalan her şeyi yapmakta özgürsünüzdür. Bir fiil yapıldıktan sonra sırf birilerini rahatsız etti diye o fiil suç olarak nitelenemez ve o fiilden dolayı herhangi biri suçlanamaz. Dahası, bir fiil suç olarak yasada karşılığını bulduktan sonra da, yasa çıkmadan önce o fiilde bulunmuş olan biri suçlanamaz. Yani yasa geriye yürütülemez.
Bu saydıklarım, evrensel hukuk prensipleridir
Bunlar herhangi bir kişinin şahsi düşünceleri değil, tüm uygar dünyanın üzerinde mutabık olduğu ilkelerdir. Hukukun temelleri yani! İşlendiği iddia edilen suçun ispatlanması çok önemlidir. Bir kişinin işlediği iddia edilen suç ispatlanamazda, o kişi o suçu işlememiş demektir. Suç ispatlanana kadar kişi masumdur. Bu masumiyet karinesidir. Salt iddia üzerine bir kişi tutuklanamaz. Gözaltına suç şüphesiyle alınan bir kişinin gözaltı süresi, sınırlıdır. O sınır aşılamaz. Gözaltında alınan ifadelerde şeffaflık esastır. Kişinin kendisi savunma hakkı bakidir. Avukat bulundurma hakkı tüm adalet sistemlerinin birincil koşuludur. Çünkü hukukçu olmayan bir insan, hakkını nitelikli olarak savunamayabilir. Bu nedenle, suçlanan kimseler, isterlerse ifade vermeme hakkını kullanır. Suçun kanıtları otaya konmamışsa, o kişi gözaltında tutulamaz. Tutuklama yapılamaz. İddia makamı – çoğunlukla savcılık – suç işlendiğine dair kanıt getirmek zorundadır. Suç işlediği iddia edilen kişi suç işlemediğini kanıtlama durumunda bırakılamaz. Suç işlendiğinin kanıtlanması gerekir. Zaten kanıt ortada yoksa, ortada suç da yoktur. İddia, ne kadar “mantıklı” olursa olsun, maddi kanıtlar olmadan bir kişinin suçlu olarak nitelenmesi olanaklı değildir. Yargılama prosedürünün en temel noktası, yargılama makamının yürütmeden bağımsız olmasıdır. Suçlanan kişilerin yürütme tarafından muhalif olarak algılanması ve düşünceleri temelinde yaptırıma uğratılması tehlikesi karşısındaki en birincil güvence, yargının bağımsız olmasıdır.
Demokrasi, bir hukuk devleti için temek koşul olsa da, bir insanın suçlu olup olmadığına oylamayla karar verilemez. Yani, halkın suçlanan kişi veya kişiler hakkındaki genel algısının ve kanaatinin, o kişi veya kişilerin suçlu olup olmadıkları konusunda herhangi bir önemi yoktur. Suç yasada tanımlandıysa ve delillerle desteklenerek kanıtlandıysa, kişi / kişiler suçludur. Eğer kanıtlanmadıysa ve hatta kanıtlanamadıysa, suçsuzdur. Kamuoyu bu konuda asla rol oynayamaz. Aksi taktirde adaletten değil, linçten söz edilir. Linç olan yerde adalet yoktur. Linç etmek barbarlıktır. Buna izahat de gerekmez, ancak nokta konulur. Bunun aması, fakatı da olmaz. Hukuk konusunda milli irade ve sair terminoloji de kullanılamaz. Eğer kullanılıyorsa ve linç bu şekilde meşrulaştırılmak isteniyorsa, politik sistemin adı faşizmden başka bir şey olamaz. Bunun tarihte örnekleri boldur. En bariz örnek Nürnberg Yasalarıdır. Irk ayrımı ideolojisi temelinde Yahudileri etnik Almanlardan ayıran ve soykırımın temel taşını oluşturan yasalar, Hitler’in milli irade kavramıyla dayattığı faşizmin sonucudur. İnsanların sokaklarda Yahudi avına çıkmasına – ve insanlıklarını kaybetmelerine! – neden olan histerik patoloji, çoğunluktaydı, ama bu o çoğunluğun “haklı” veya “adil” olduğunu göstermez.
Bu satırları neden yazdım?
Bu satırları yazmamın nedeni, Ahmet Altan gibi, Nazlı Ilıcak gibi, Mümtaz’er Türköne gibi, Ayşenur Parıldak gibi yüzlerce gazetecinin dramı. Dahası, yine adını sayamayacağım sayılarda – binler! – akademisyen, öğretmen, yazar, kamu görevlisi insan. İnsan! Söylerken bile iç acıtır, insansan eğer! Takibat politikasıdır bu. Yasal hiçbir suç tanımına girmeyen iddianameler üzerine inşa edilen susturma, korkutma, sindirme, ezme, elimine etme, yok etme, unutturma, yıldırma, gözdağı verme politikalarının artık resmen sistematikleştiği bir devlet tasavvuru hayata geçirildi. İşin şakası yok, İslamcı anti demokrasi kamp ve nasyonalist anti demokratik kamp, kendi aralarındaki hesaplaşmadan önce, kendi varlıkları ve güçleri için yok etmeleri gerektiğine inandıkları güçlerle hesaplaşıyorlar. Derin devlet dediğimiz yapı esasında bu kesimlerin gönüllülerinden oluşuyor.
Kurumsal devlet mimarisini kendi emelleri için kullanarak, demokrasinin ve hak-özgürlüklerin tam yerleşmediği Türkiye toplumunun da yoğun alkışları arasında, 21. yüzyılın çakma ideolojili, özü itibarıyla yolsuzluk ve maddi çıkar üzerine kurulu olan iktidar ilişkileri üzerinden, Türkiye’yi bitiriyorlar. Düşünsel ve felsefi düzeyde aşık atmalarının olanaksız olduğu zeki ve entelektüel beyinleri ayıklayıp toplama kamplarını andıran koşullarda toplumdan tecrit ediyor. “Prosedürel hukuk” içi boşaltılmış bir teneke, rejimin görülen ve görülmeyen unsurları, ellerinde tokmak, bu tenekeden istediği sesi çıkartıyor. Ahmet Altan’ın yazılarında vurguladığı “tahayyülsel” özgürlük, esasında teslim olmadığının, meydan okuduğunun entelektüel direnişinin ve adeta mitolojik kahramanlara özgü destansı dik duruşunun sembolüyken, içindeki dramı görmememizi gerektirir mi? Nazlı Ilıcak’ın psikolojik işkencelerin sonucunda verdiği serbest kalma tutkusunu vurgulayan mesajlar, sarayın kanalizasyon çukurunda tuvalet kâğıdından değersiz propaganda paçavralarında salyaları akarak ve elleri ovuşturularak “döşenen” yazılara kurgusal malzeme yapılmıyor mu? Mümtaz’er Hoca gibi insanların ucube savlarla akıllara durgunluk veren pişkinlikte irrasyonel iddialarla içeride tutulması, AKP’nin kapatılma davasında demokrat kimlikle savunu yapan bu kuramsal beyin üzerinden tüm akademiye bir “sus!” uyarısı olarak okunmayacak mı yani!
Küme düşüşün yan etkileridir yaşananlar
Putin’in Rusya’daki tasfiyesi, Orta Asya’daki Sovyet ardılı ülkelerdeki bezirgân-otokrat rejimlerdeki “mıntıka temizliği”, Latin Amerika’daki mafyayla entegre olmuş tipteki bazı rejimlerde görülebilecek nitelik ve seviyede kokuşmuşluk, Ortadoğu’nun birçok memleketinden tanıdık gelen keyfiyet ve hunharlık, bugün Türkiye’de sıradanlaştı, kanıksandı! Tıpkı 1930’ların Almanya’sında, bugünün Putinist Rusya’sında, aile tipi diktatoryaların konsolide olduğu Türki cumhuriyetlerde, Ortadoğu’nun çöl Bedevisi rejimlerinde görülen pragmatik kanıksanma, meşruiyetin yerini aldı. Dahası, modern uluslararası ilişkilerdeki çıkar bazlı politika oluşturma tercihinin normatif politika tercihleri karşısında daha ağır basması nedeniyle, Batı’da da Türkiye’de yaşanan dramatik çöküş olağanlaştı. Artık algısal bakımdan Türkiye, tıpkı Rusya ve İran gibi Batı karşıtı kampta yer alan, sıradan bir diktatörlük. Rusya’nın hidrokarbon kaynakları ve nükleer silahları, İran’ın yokluk ve ezikliğe alıştırdığı halkı ve doğal kaynakları, Türkiye’nin de 3,5 milyon Suriyeli sığınmacısı var, Batı karşısında joker olarak kullandığı! Rusya’daki veya İran’daki muhalefet ne kadar ön plandaysa Batı başkentlerinde, Türkiye’deki rejim karşıtları da – maalesef – o kadar ön planda olacak. Küme düşen Türkiye’yi anlattığım iki sene öncesine ait bir makalemde, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, çünkü Türkiye’nin demokrasi liginden düştüğünü anlatmaya çalışmıştım, dilim döndüğünce. Bugün gelinen noktada, küme düşüşün yan etkileridir yaşananlar. Ve gün geçtikçe de, tıpkı diğer otoriteryan rejimlerde olduğu gibi, bu durum halk nezdinde daha da fazla kabul görecek. Rasyonellikten kopmuş ve kendi sanal, kurgusal gerçeğinde, saçma sapan komplo teorilerinin varsayımlarıyla düşünen ve dünyayı da öyle algılayan bu zavallı toplum, kendisini sömüren ve çocuklarının geleceğini göstere-göstere çalan bu rejimle daha uzun süre yaşamak durumunda kalacak, acı çekerek.
İçerdeki garibim bebelerin günahı-vebali senin boynuna!
Yasada olmayan suçları işleyen, var olmayan kanıtlarla, olayları kurgulama amaçlı güdümlü tanıkların ifadeleriyle, her türlü mantıktan yoksun, hukuken çöp iddianamelerle, sarayın kapıkulu ve Perinçek’in dediği gibi “siyasetin köpeği” olan bir hukuk bürokrasisi ile, artık ortadan kalkmış olan bir devlete, tecavüze uğramış olan bir cumhuriyete inandırmaya çalışacaklar sizi. İnandığınız müddetçe, size vaat edecekleri tek şey, size dokunmamak olacak! Paranıza el konduğunda, çocuğunuz alındığında, hakkınız gasp edildiğinde, polisten dayak yediğinizde, işinizi yitirdiğinizde, dostunuz kaybolduğunda, akrabanız size de “FETÖ’cüymüş meğer!” dediğinde anlayacaksınız uğranılan kazayı. O zaman düşünecek misiniz peki Ahmet Altan’ı ya da Nazlı Ilıcak’ı? Aklınıza gelecek mi Mümtaz’er Türköne adı? Neyse canım, boş verin siz bunları! İnanmak istediğiniz halüsinasyona inanın! Sen onay veriyorsun yaşananlara ey halkım! Aydınların ipini çeken de sensin, ekonomik krizi tetikleyen de, enflasyonun ve yokluğun nedeni de. Hukuku bitirenin veya işkence yapanın güm aldığı dayanak sensin! İşkencede öldürülenlerin, Meriç ve Ege’de zulümden ölüme kaçanların, içerdeki garibim bebelerin günahı-vebali senin boynuna! İnsanlar! Zulüm ve acının genlerine nakışlandığı Anadolulular! Geçmişten damıtılarak gelen tüm iyileri, doğruları ve güzellikleri tıpkı erdemi gibi hoyratça tüketen ve maddeye çeviren insanlar. Haydi, hep bir ağızdan bağırın, avazınız çıktığınca, dombra eşliğinde bir-iki-üç: “Recep Tayyip Erdoğan!”