Ana Sayfa Ekonomi Diz çöken ülke

Diz çöken ülke

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Türk lirası serbest düşüşte, devalüe oluyor. Yani değer kaybediyor. AKP’li Külünk gibi birileri çıkmış, bunun “dış güçlerin oyunu” olduğunu, finansal darbecilerin işi olduğunu söylüyor. Türkiye’nin şimdi, onca askeri darbelerle hesaplaştıktan ve “ülkeyi hukukla, demokrasiyle buluşturduktan sonra”, finansal darbecilerle hesaplaşmakta olduğunu ileri sürüyor. Türkiye’de finansal darbeler tarihi, IMF’ye Türkiye’nin teslim edilmesi tarihiymiş, öyle diyor. Ülke üretimden uzaklaştırılıp faize teslim edilmiş. Buna finansal darbe diyor. Ekliyor: “Bugün sayın cumhurbaşkanımızın liderliğinde kararlı bir irade, ‘biz üreteceğiz!’ diyor. ‘Biz üretimden yanayız!’ diyor. ‘Biz istihdamdan yanayız’ diyor.

Bu milletin ödediği vergilerin faize değil, üretime aktaracağız iradesinin, finansal bağımsızlığımızı güçlendirmenin adı olan bir mücadelenin içerisindeyiz. Bunun farkında olmak zorundayız.” Vay be! Durun, daha bitmedi. Devam ediyor: “Neden ülkemize saldırıyorlar? Dün 15 Temmuz kalkışmasında silahlı işgal girişimini başaramayanlar, şimdi dolar ve faiz gücüyle ülkemize diz çöktürmek istiyorlar. Biz de haykırıyoruz: ‘Köle olmayacağız, diz çökmeyeceğiz, [bize] diz çöktüremeyeceksiniz. Türkiye’nin bağımsızlığının üzerinde hiçbir vesayet odağını kabul etmiyoruz!”

BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Bu konuşma, aşağı yukarı Recep Tayyip Erdoğan’ı destekleyen tüm İslamcı-muhafazakâr ve milliyetçi, MHP tabanı kitlenin düşünce sistemini yansıtmakta. Sadece basit bir siyasal ajitasyon değil. Sadece kuru retorikten de ibaret denemez. İçinde önemli ipuçları barındırıyor. Bu kısa konuşmada ekonomik ve diğer alanlardaki başarısızlığın şifreleri gizli. Dahası, metinde İslamcı düşünce sisteminin olayları algılayış ve okuyuşuna dair de satır aralarında oldukça belirgin ipuçları içeriyor. Gelin çözümlemeye çalışalım:

İslamcı düşünce sistematiğinin önemli ilkelerinden ve taktiklerinden biri, kendi politikalarının veya iktidarlarının neden olduğu veya yol açtığı olayları olumlu olarak lanse etmek ve sahiplenmek, ortaya çıkan bariz olumsuzlukları reddetmektir. Reddederken genelde yansıtma psikolojisi uygularlar ve olan-olmayan, yani reel ve fiktif adresleri hedef gösterirler. Genellikle bu hedef göstermede, daha geniş kitleleri etkileri altına alabilmek için ulusal değerleri, dini hassasiyetleri, ezilmişlik ve mağduriyet kartlarını kullanırlar. Bunu yaparken, genelde biz ve onlar ayrımı yapar, onları üzerinde herkesin birleşebileceği düşman imajları arasından seçerler. Bu konu aslında oldukça beylik ve genel geçer kaideler üzerine inşa edilir. “Hainler” devamlı Türk milletini ve Müslümanları arkadan vurmaya çalışmaktadırlar. Bu hainleri uzaktan kumandayla kontrol eden bazı dış güç odakları vardır. Bu dış güçler, aralarındaki her tür farklılığa karşın ortak bir noktada birleşmektedirler. O da Türkiye’ye düşman olmak, Müslümanların zararını arzulamak, Türkiye’nin güçlenmesine engel olmaktır. Türkiye, bu bağlamda olduğundan çok farklı olarak, Türk dünyasının ve İslam âleminin merkezi ve lideri olarak gösterilir. Bu teze göre devletler ve yönetimleri öyle olmasa da, tüm Türkler (yani Türkî halklar!) ve Müslümanlar, Türkiye’nin gözlerinin içine bakmakta, yürekleri Türkiye ve Türkler için çarpmakta, eski büyük ve ihtişamlı Osmanlı İmparatorluğu ve hilafetin yeniden canlandırılmasını arzulamaktadır. İslamcılar, bu patolojik kurguya bezen kendileri de inanır, ama çoğu zaman Külünk gibi olanları bunun böyle olmadığını bilir. Yani büyük kısmı cehalet ve manipülasyon sonucu girdikleri hipnozdan, akıllı olan bir kısmı ise manipülatif ve ajitatif rolleri gereği, bu diskuru kullanır.

Bu yaklaşımın muadili olan küresel İslamcı/İslami ideolojiler, aynı dost-düşman dikotomilerini kullanarak puan kapmaya bakarlar. En mülayiminden en radikallerine dek uzanan bir düzlemde, birbirinden farklı tonlardaki İslamcı/İslami ideolojilerin ortak yönü, bu gerçeklikten kopuk paralel evrende var olmaktır. Bu paralel evrenin varlığı bile, masum dindarlar için toksik ve zararlıdır. Fakat hâkim hava, çoğu İslami toplumda da Türkiye benzeri bir atmosferdir. Hep onlara karşı birleşmiş olan birileri vardır. Onlar ya hain iç düşmanlardır, ya da onları ellerinde tutan dış düşmanlar. Kendilerine karşı ne kadar parti veya siyasal hareket varsa, hepsi işbirlikçidir ve yabancı odakların kuklasıdır. Haindirler ve onlarla savaşta her yol mubahtır. Dış güçler her zaman Batılılardır, dolayısıyla zaten gayrimüslim olmaları nedeniyle onlara güven olmaz. Tek amaçları, her zaman haklı olan Müslümanları, çeşitli kumpaslar ve tuzaklarla kandırmak ve iyi yoldan çıkarmaktır. Mesela bu bağlamda teröre karışan Müslümanlar da Batılılar nedeniyle bu hatayı yapmaktadırlar. Diktatörlüklerin veya kadınların eğitimsizliğinin nedeni de bu Batılı odaklar ve onların şeytani yerli işbirlikçileridir. Afganistan’daki ilkel İslami uygulamaların olmasının nedeni, İslam’ı kötülemek veya kötü göstermek isteyen Batılılar ya da Yahudilerdir. Ekonomik geri kalmışlığın nedeni, Batı’nın ve yerli hainlerin Müslümanları yoldan çıkarması veya manipülasyonudur. Eğer bunlar olmasaydı, Müslümanlar çok ileride olacaklardı! Ana düşünce evreni ve onun kurgusal içeriği aşağı yukarı hep budur.

Türkiye, 1990’lara kadar bu paradigmanın dışındaydı. Evet, birçok gelişmemişlik sorunuyla boğuşuyordu, ama sorunların çözümlerine yönelik stratejiler gerçekçi ve rasyoneldi. Evet, yolsuzluk her zaman büyük bir sorundu, ama yolsuzluk nedeni olarak iç dinamikler – doğru şekilde – tespit edilebilmekteydi. Sorunların nedenleri de, çözümleri de içerideydi. Fakat bu 2000’lerin başında değişti. AKP, Milli Görüş ideolojisiyle beyni yıkanmış İslamcıları iktidara getirdi. Gömlek değiştirdiğini iddia eden eski Milli Görüşçü Erbakancılar, bir süre AB rüzgârını arkalarına alabilmek ve askeri vesayet sistemini AB rotasında giderek etkisiz hale getirmek için kılık ve taktik değiştirdiler. Fakat beyinlerinin bir bölümünde, gerçek kimlikleri gizli kaldı ve aktive edileceği günü bekledi. Ne zaman ki sistemin tüm emniyet mekanizmalarını ortadan kaldırdılar, hamleyi yaptılar ve veziri düşürdüler. Anti demokratik ama rasyonel eski devleti ele geçirip onu milliyetçilik soslu bir İslamcılıkla yeniden dizayn ettiler. Bu işin başında Erdoğan vardı. Devleti demonte eden İslamcılara, bir diğer Batı karşıtı güç, Avrasyacı nasyonalist-sol destek oldu. Kendi aralarındaki anlaşmazlıkları başka bir dönemin mücadelesine öteleyerek, ortak hedef belirledikleri AB’cilere, liberallere, Gülen Cemaati’ne, Kürtlere, diğer daha ufak karşıt gruplara yöneldiler. Onları kara listeye alıp, fırsatını bulduklarında (daha doğrusu yarattıklarında) derdest ettiler. Türkiye onlara kalacaktı. Sonrası Allah kerimdi!

Bu kötü niyetli planın taraftarları “yerli ve milli”, bu plana karşı çıkarlar ise “hain” ve “devlet düşmanı” olarak kategorize edildiler. Bu “ötekilerin” en büyük özelliği, “Batılıların maşaları” olmaları ve “dış güçlerin menfaatlerine hizmet etmeleri” olarak halka sabah-akşam kendi havuz medyalarında tekrar edildi. Başarılı bir promosyon ve propaganda çalışmasıydı. Tüm faşizan politik hareketler gibi, algı yönetiminde başarılıydılar.

Gezi’de, 17 Aralık’ta ve 15 Temmuz’da hep bu taktik izlendi. Şimdi ekonomik bir facia yaşanıyor. Yine aynı taktiği izliyorlar. Bu hezimeti bir direniş öyküsü olarak sunuyorlar. Bir kurtuluş mücadelesi olarak pazarlıyorlar. Hem sorumluluktan sıyırma niyetindeler, hem de yenilgiden zafer üretme peşindeler. Enflasyon oranlarını masa başında manipüle ederek bunu bir başarı öyküsü gibi göstermeleri gibi, Türk lirasının aşırı hızla değer kaybetmesini, “yaptıkları milli mücadele” karşısında “iç hainlerin” ve “dış güçlerin” giriştikleri bir darbe teşebbüsü olarak lanse ediyorlar.

Sorumluluk bunlarda değil. İzledikleri yanlış politikalar, aldıkları saçma kararlar, ideolojik bagajlarının neden olduğu yalpalama, kalifikasyon eksikliklerinden kaynaklanan eksiklikler, hırslarının ve açlıklarının sonucu olan akla hayale sığmaz yolsuzluk ortamı, rüşvet ve hortumlamadan kaynaklı hazine erimesi, hukukun sıfırlanmasından dolayı ortaya çıkan güvensizlik ortamı… Tüm bunları içerdeki hainler ve onları kontrol eden dış güçler retoriği ile kamufle ediyorlar.

Devlet diz çöktü diyorlar, aslında devlet kalmadı. Diz çökense koskoca bir ülke! Bunlar, Türkiye’nin başına gelmiş en kötü şeydir. Ülkenin makûs talihinin en yıkıcı kısmı bu doymak bilmeyen, yalancı, ahlaksız, harami, faşist İslamcı grup ve onlarla ittifak halindeki güç paydaşlarıdır. Bu her şeye metastaz yapan habis urdan kurtulmadan, ülkenin amansız kanserinin tedavisi de olanaksız!

4 YORUMLAR

  1. Ahmet
    Erdoğanı okumak... Serbest Kur Rejimi ve develüasyon...J EĞRİSİ(Marshall-Lerner Koşulu).. Erdoğan Nususu(Nas'ın çoğulu) önemseyen biri değil. Hatta çıkarı olduğunda, Nassı ayaklar altına alabilen ve üstelik bunu yedi düvele övgülerle anlatan biri. Hatırlarsınız, AB uyum sürecinde, Erdoğan nassa aykırı olduğunu bile bile, zina yasası olarak da adlandırılan düzenlemeyi Meclisten geçirmişti. Erdoğan için nassın önemi yoktur demiştim, diğer taraftan Siyasal İslam taraftarları da kendileri için önemsiz olduğunu belli etmişlerdi. Nitekim, o dönem Akit dahil ciddi bir karşılık vermediler, sembolik bir direniş gösterdiler o kadar. Gelelim faiz konusuna; Küreselleşmenin temel hedefi; iktisadi doktrinde, sermayenin, malın ve emeğin serbestçe dolaşımını sağlamak, önündeki engelleri kaldırmak olarak anlatılır. Taşıma, nakliye giderlerinin olmadığı varsayımı altında, ideal olan tek fiyat kanununa yakınlaşmak, malların ve emeğin nisbi fiyatının tüm dünyada aynı olmasını sağlarken, sermayenin serbest dolaşımıyla, dahil olunan o küresel sistem ülkeleri arasında, küresel bir yatırım imkanı oluşturmak da bu hedefin somutlaşmaya yönelik aşamalarıdır. Bu idealize edilen hedef de, işte, en dikkat çekici olan şey, sermaye piyasaları ve o kapsamda ondaki fiyatın oluşum biçimidir. FAİZ üzerinden belirlenir, sermaye piyasalarında fiyat. Erdoğanın, faizin merkeze konduğu bu sisteme neden itirazı olmadı demiycem şu aşamada, zira işte o dönem Erdoğanın siyasi menfaatlerine uygun düşmekteydi bu. Aslında ülkenin ekonomik sistemine de yararları olmuştu o faiz sistemlerinin. Bakınız alıntısını yaptığım ampirik araştırmaya göre; (https://dergipark.org.tr/tr/pub/gjeb/issue/54884/660244) "..ALTININ sadece 2002-2008 yılları arasında kısa dönemde, DÖVİZİN her iki zaman aralığında da uzun dönemde de kısa dönemde de, mevduat FAİZLERİNİN 2002-2008 yılları arasında uzun dönemde BIST 100’ün ikamesi olduğu belirlenmiştir. Ayrıca mevduat FAİZLERİNİN 2008-2019 döneminde uzun dönemde, ülkedeki ekonomik konjonktürün 2002-2019 döneminde BIST 100 endeksini DESTEKLEYİCİ etkilerinin olduğu belirlenmiştir.." Para, pump preaming dönemi diyeceğimiz kısa dönem 2002-2008 arasında, yatırıma gitmek yerine faiz olarak değerlendirilmeye giderken, 2008-2019 arası uzun dönemde BIST 100 e destek vererek, ekonomik büyümeye katkı sunmuştur. 2002-2008 dönemi yüksek faizle borçlanmanın bir zorunluluk olduğunu düşünüp bir kenara koyarsak, Erdoğan hayli hayli 2008 sonrası bu sistemden çıkıp, inatla faizi indirmeye yönelik adımlar atabilirdi o zamanlar. Atmadı, çünkü, ekonomik büyümeye katkı sağlıyordu. Erdoğan için Nassın önemi yoktur demiştik. Peki önemi yoksa, neden inatla faizi indirmeye çalışıyor, ekonomik göstergelerin aleyhine. Eğer Erdoğan çıkarlara göre hareket ediyorsa, çok açık çekilde çıkarlarına ters gelecek bu faiz indirme uygulamasında neden inat ediyor? Eğer, bakış açımızı seçimde kaybetmek üzerinden yaparsak böyle bir inatlaşma Erdoğanın aleyhine görünüyor açıkça. Enerji girdileri başta olmak üzere, ithalata bağımlı bir ülke de, iğneden ipliğe herşeye zam geleceği net iken, toplumun tepkisini çekerek oylarının düşeceği orta da iken, neden böyle inat ediyor. İşte o nokta da kendi kanaatim şu. Erdoğan, iktidardan hiç gitmemek üzerine bir plan yapıyor. Seçimi önemsemiyor. Zaten, şu anki yaptıklarının etkisi, 2023 yılı ekonomik göstergelere olumlu değil olumsuz olarak yansıyacağı ortada. Erdoğan 2023 ve sonrasında da var olacağını düşünüyor. Ekonomik kriz sonrasında HALKI batmış olsa da, DEVLET olarak bir şekilde ayakta kalmış olmayı planlıyor. Bakınız, bizim bildiğimiz bir anda, bir gece de olan krizler, sabit kur rejimlerinde görülür. Çünkü Merkez Bankası belirlediği bir sabite üzerinden ekonomi piyasalarını düzenler, sermayenin çıkışı ile karşılaşırsa da ya o dengeyi bozmak zorundadır ki bu krizdir, yahut tüm gücüyle o sabit oranda KUR u tutarak sistemi devam ettirmek. 2001 krizinde nitekim öyle oldu, TCMB kuru sabit tutmak için kaynaklarını tüketti ve neticede biten rezervler karşısında SABİT KUR rejimi çöktü ve kriz başladı. Ama dikkat edin, 2001 krizinden çok daha büyük bir DÖVİZ kıtlığı TCMB de olmasına rağmen neden bugün öyle olmuyor, 128 milyardan daha öte de, rezervler -38 MİLYAR, lakin 2001 dönemi gibi bir dönem yaşamıyoruz. Sebebi şu, 2001 krizinde ilk çöken DEVLETTİ, ona bağlı olarak Bankacılık sektörü ve ardından topluma yansıma oldu. Şimdi ise, Serbest kur, karma kur rejiminde özel sektör, halk krizle karlışan ekip. Sabit Kur rejimlerinde kriz anidir, ve krizin ne zaman başladığı nettir, bilir. Serbest kur rejimlerinde de kriz aşamalı gelir. Başlangıcı belirsizdir, tedricidir. Lakin, serbest kur rejiminde de krizin bitiş tarihi NET tir. Bu nedenle, beklenen kriz kavramı yanlıştır, şu an serbest kur rejiminin krizi yaşanıyor, ortasındayız, başlangıcı önemli değil bu nedenle bizim için, ne zaman biteceği önemli olan. Türkiye, Çinden daha ucuz bir işgücüne sahip artık. Ama dikkat ederseniz, ithalata dayalı bir büyüme olsa, bu döviz seviyeleri artık yeterliydi. Artık daha da inmemesi gerekirdi hedef bu olsaydı. Türk firmalarının yabancı piyasalarda rekabet edebilecek (mevcut ürün portfoyü kapsamında) döviz kurunu yakaladığı tartışma götürmüyor. Hatta fazla bile bu kur zayıflığı. Öyleyse, neden devam ediliyor, ve bunun sonu nereye gidecek? Az önce söylediğim gibi, Erdoğan ve arkasındaki Oligarşi, gelecekte olacak tüm seçimleri kazanıyor garantisini içlerinde hissetmeli ki, bu şekilde etkileri ancak uzun yıllar sonra ortaya çıkacak bir girişimde bulunabilsin, bunun bedelini göze alarak. Bunun bedeli, zira tarihte görülmemiş enflasyon, yüksek işsizlik, sosyal patlamalar ... Halk nezdinde siyasal iktidarın itibarı.. Erdoğan, bunları göze almışa benziyor, önemsemiyor, zira gideceğini düşünmüyor. Dolayısıyla, kendi cephesinden, içinde olunan ve gittikçe derinleşen kriz ve sonrasını hesap ederek, DEVLETİ güçlü tutmaya çalışıyor. Bunları sakın Erdoğanı övgü olarak almayın. Bunlar Erdoğana övgü değil bunlar, hatta, Ben size devlet dedimse de, elbette bundaki anlam, hiç bırakmayacağını düşündüğü yönetiminin kriz ve sonrası süreçte bu yönetme yeteneğinin yok olmasını istemiyor, demokratik çerçeve de kaybetse de, onu kaldırdığı ve daha da otoriteryan olacağı için, böyle bir kurgu içinde yaptığı tutarlı oluyor. Halkı tebası, kendisini ise sahibi görmesi demek kısaca bu. Zaten, bu nedenle, 2001 krizindeki gibi kamuya yansımasını değil, topluma, özel sektöre vurmasını önceliyor. Zira, 2023 yılında seçime girecek birisi, 2 sene zarfında en mantıklı olanı, yani ihtiyacı olan parayı yüksek faizle borçlanır, piyasaları rahatladır bu arada seçime bir kaynak oluşturmuş olarak girerdi. İşte ERDOĞANIN kısa vadeli ekonomik intiharı dediğim olay bu. J EĞRİSİ ni koymuştum başlıkta. Erdoğan şu an Erdoğan belli ki, tedrici de değil, serbest kur rejimlerinde ani diyebileceğimiz birşeyi yapıyor şu an. Devalüasyon. Serbest kur rejiminde devalüasyon işte böyle olur. Erdoğan sabit kura geçse, bunu garanti edecek TCMB REZERVİ yok, ama faiz üzerinden ve tüm yükü Türk HALKINA enflasyon, hayat pahalılığı olarak ödetmeyi razı olacak şekilde bu devalüasyonu uyguluyor. J eğrisi demiştim, j eğrisi, ihracatın fiyat esnekliğinin, ihracatın fiyat esnekliğinden fazla olduğu ülkelerde, bir birim döviz kurundaki zayıflamanın, daha yüksek ihracatla neticeleneceğini gösteren bir eğridir. J eğrisi denmesinin nedeni de, devalüasyonun ilk başlaması aşamasında, piyasanın buna alışması zaman alır, hatta ilk zamanlarda ihracat azalır, ithalat daha çok artar ama ekonomi mekanizması zamanla dengeye gelir ve ülke ihracatı artmaya başlar. Ampirik araştırmalar ülkeden ülkeye değişkenlik gösterse de, bunun dönemler olacağını söylemek mümkün. Ekonomide yıl değil dönemler alınır, döngülere göre dönemler belirlenir. Şimdi Erdoğanın yaptığı bu devalüasyonun etkisi ne zaman ortaya çıkar derseniz işte buna ancak şöyle cevap verebilirim. Erdoğanın yaptığı devalüasyon bitmedi henüz. Daha indikçe iniyor. İthalat için yeterli olsa da, bu sefer iç dış borç ödemeleri var. 1 yıl içinde ödenmesi gereken 130 milyar ülkenin. Bunun yüzde 85 i, döviz cinsi. Yüzde 40 ı dolar, yüzde 25 i euro diye de gider. TCMB rezervleri ise -38 milyar dolar da. Kısaca, ithalatta beklenen gelir artışı henüz fazla yokken ve az önce belirttiğim gibi, bunun olumlu etkisini ancak yıllar sonra göreceğimiz gerçeği varken, ülke dış borç finansmanı bulmak zorunda. Bu nedenle, aslında fark etmesekte, dış piyasalardan geçenlerde az duyuldu ama 2030 vadeli eurobondlar, tahviller aldı, torunlarımız şimdiden daha da borçlandı. Ayrıca, döviz tevdiat hesabında vatandaşın 200 milyar doları var. aslında birkaç ay öncesinde bu tutar 238 milyar dolardı. Demek ki 38milyar doları kullanılmış. Zorunlu karşılık oranlarını MB 200 baz puan artırarak, aslında bu paraya göz diktiğini de gösteriyor. Zamanla onları da kullanmak zorunda kalacağını şimdiden söyleyebilirim. Zira ihracattan beklenen döviz girdisi ancak sonraki yıllarda gelecek. J eğrisinin diğer bir adı Marshall-Lerner koşuludur. İşte dikkat çekmek istediğim nokta da tam bu; Devalüasyon yapan ülkelerin neticesinde ihracatını artırmalarını sağlamaları ancak bir koşula bağlıdır. O koşulda şudur: İhraç mallarının yurtdışı talep esnekliği ile ithal mallarının yurtiçi talep esnekliğinin toplamının 1’den büyük olması... Türk ekonomisi için öyle mi peki? İşte ülkeyi bekleyen temel tehlike bu. Erdoğan hiç gitmeyi düşünmese, kendini yeni Türkiyenin ebedi lideri ilan etse, ölene kadar orada kalacağını yasalarla belirlese de, malesef ki bu yaptığı girişim ekonomiye fayda sağlamayacak . Ülke de, artık ampirik araştırmalar için sağlıklı veri çok zor bulunuyor. Nitekim, eldeki eksik ve yanlış veriler ışığında dahi, Erdoğanın bu umutlandığı, sonraki yıllarda meyvesini yemeye çalıştığı bu devalüasyonu ülke ekonomisi için beklenildiği sonucu vermeyecek, boşu boşuna halkın fakirliğe terk edildiği yıllar olarak görülecektir bu yıllar. Kısaca şu an "ben bizimkine yedirmeyeceğim, al sen üç kuruşa ye" dönemidir. İhracattan aldığımız alacağız ilerde elbette, ama şunu göreceğiz ki bu süre içinde, ülke ihracata da zorunlu kalmış olacak. Erdoğanı bu konuda kimsenin uyardığını sanmıyorum, yakınlarından. Zira, yakın tehlike, ertelenen daha büyük tehlikeye tercih edilmiş durumda. O gün geldiğinde, olanlar düşünecektir diye düşünmüşlerdir danışmanları ihtimal. Ama bu kaçınılmaz. Şöyle tamamlayım.. Erdoğanın, bir planı var. Hiç gitmeyeceği üzerinden bir plan. Bu plana göre, ülke halkı batarken devleti bir çeşit ayakta tutmaya çalışacak, sürdürülebilir bir cari açık, sürdürülebilir bir dış borçla ayakta duran devlet ama bedelini uzun yıllar ödeyecek bir halk ile.
  2. Ahmet Mirza
    Süper bir analiz...Mehmet Hocam Tesekkürler Ancak T.C yi batiran bu güruh -ci, cu da olamaz. Islamci gecinebilirler; ancak bunlar en basit haliyle dinbaz olabilirler... Bunlar hicbir degeri olmayan Anarsik haydut veya cete olabilirler. Tabbi bir de bütün ülkeyi ele gecirince yani bu rezilligi bütün ülkeyi emrine alip yapinca korkuncluk ortada... Hukuki mücadeleye devam... Selam ve Hürmetle...
  3. Ismail
    Benim merak ettiğim halkın ne düşündüğü. Halk gerçekten bu propagandaya inanıyor mu? Batı halka göre düşman mı, Türkiye´nin kötülüğünü mü istiyor? Eğer buna inanıyorsa neden o zaman Türkiye hala Nato´da diye sorgulamıyor? Neden daha düne kadar Avrupa Birliği´ne girmek istiyordu diye sormuyor? Türkiye´de birçok ailenin Avrupa´da ya akrabası vardır, ya da tanıdığı. En azından herkes akrabası Avrupa´da yaşayan birilerini tanır. Bunlar bu kanallardan bilmiyor ve öğrenmiyorlar mı Avrupa´da insanların hukuki ve ekonomik güvence içinde yaşadığını ve devletlerin bu insanlara farklı muamele yapmadığını? Bu insanlar Avrupa´da devletlerin Türklere düşman olduğunu ve ayrımcılık yaptığını düşünüyorsa şayet, neden o zaman halen birileri evlilik yoluyla Avrupa´ya gelmeye çalışıyor? Tekrar soruyorum: Halk bu propagandaya gerçekten inanıyor mu? İnanıyorsa bu tutarsızlık ve aptallık değil mi? İnanmıyorsa birileri neden hala Avrupa bize üşman, bizi kıskanıyor gibi aptalca propaganda yapıyor?
  4. Deniz
    Para karşısında diz çökmektedir. Ama incinen gururunu sanki onun gururu değil de ülkenin gururu incinmiş gibi göstermektedir. "Siz diz çöktünüz, incindiyse sizin gururunuz incinmiştir. Sorun etmeyin, sizinle ilgileneceğim." demektedir. Hatta kurtuluş savaşçısı olarak kendini taktim etmektedir. Yani "size diz çöktürmüş olabilirler ama ben sizi kurtaracağım." Halbuki diz çöktürülen kendisi. Herşeyi kontrol etmeye çalışıyor ama parayı kontrol edemiyor. Başkalarına muhtaç olmak, başkalarına ağız eğmek ağrına gidiyor. O başkaları karşısında diz çöktüğünden onları ülkeye düşmanlaştırarak anlatmaktadır. Ama bu düşman şahsına değil ülkeye düşman olarak anlatılmaktadır. "Size düşmanlar, sizi ezmeye çalışmaktadırlar. Ama ben sizi kurtaracağım." Kendi başına gelen herşeyi ülkeye yansıtmaktadır. Bir nevi şahsını silmektedir. Şahsı yokmuş gibi davranmaktadır. Şahsı hep bu hikayelerde kurtarıcı olarak sonradan rol almaktadır. Yani işine gelmeyen insanları düşmanlaştırmakta ve bu düşmanlığı başkalarına yönlendirmektedir. Yani kendisini yok etmektedir. Sonra kendisi hikayeye dahil olmakta. Kendini silen, sıfırlayan birisi aynı zamanda ülkenin tek adamı. Bu çelişki nasıl açıklanır? Şöyle; hikayelerde hep kötüler oluyor ve mağdurlar oluyor. Kendisi ise ne düşman ne mağdur. O güçlü biri. Hep güçlü biri. İşte hikayelerde kendisini silerek, mağdur rolünü kabul etmeyerek, hep kurtarıcı olduğundan dolayı ülkenin aynı zamanda tek adamı olmaktadır. Temel olarak liderin başkalarıyla ilişkisi önemli. İlişkide hoşlanılmayan durumlar hikayedeki düşman sınıfına sokulmaktadır. Ve herkes potansiyel olarak bu sınıfa sokulabilmektedir. İyiler kendisine itaat edenlerdir. Yani kötüler ve iyiler belirlendikten sonra lider iyilere seslenir ve onlara temel hikayeyi anlatır. Kötüler vardır, iyilere karşıdır der. Kendisi de kurtarıcıdır. Derinden derine işleyen mekanizma budur. Bu mekanizma kendini tekrar edip durmaktadır.