Dış güçler

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Yazdığım bazı yazılarda Türkiye’nin dış politik yönelimini incelerken, Batı yönelimini desteklediğim ve Avrasyacı-Ortadoğucu yönelimi eleştirdiğim için bazı okurların eleştiri oklarına maruz kalıyorum. Eleştirenler çoğunlukla benim taraflı olduğumu söylüyorlar. Bu yazıda onların haklı olduklarını itiraf edeceğim, dahası neden haklı olduklarını açıklayacağım. 

Öncelikle beni eleştiren birçok değerli okurun en fazla rahatsız olduğu konulardan biriyle başlayayım: Osmanlı İmparatorluğu’nun hangi bölgelerinin merkezi oluşturduğu sorunsalı. Nedense, benim Konstantiniye, Edirne, Selanik, Peşte, Sofya, Üsküp, Bosna-Hersek gibi kentlerin Osmanlı İmparatorluğu’nda Bağdat, Şam, Kahire gibi kentlerden daha önemli olduğunun altını çizmem taraflılık olarak addediliyor.

Oysa Osmanlı ve Türkiye çalışan neredeyse tüm akademisyenler tarafından kabul edilen bir gerçek bu. Osmanlı İmparatorluğu daima Avrupa devletlerarası ilişkilerinin bir aktörüydü. Bundan rahatsız olmak elbette kişisel bir seçim olabilir. İnsanlar ideolojileri veya dünya görüşleri nedeniyle Avrupa devletlerarası ilişkilerinin bir parçası olan Osmanlı’dan gocunabilir. Ne yapalım ki gerçek budur. Bunda hayıflanacak ne var, anlamış değilim. Ayrıca Ortadoğu bölgesinin tamamına yakınını elinde bulunduran bir imparatorluğun kendisini arka bahçesine hapsetmemesi jeopolitik bir gereklilikti. Kendisiyle askeri anlamda boy ölçüşemeyecek devletlerin bulunduğu bir coğrafyadan çok, askeri ve diplomatik olarak ilişkilerinin zorunlu olduğu bir coğrafyanın aktörü olması zannederim objektif olan hiçbir okurun rahatsız olmayacağı bir gerçekliktir. Dahası İran doğuda en ciddi rakipti ve Kasr-ı Şirin düzenine yüzyıllarca devam edildi. Çünkü doğuya doğru bir yönelim hedeflenmiyordu. 

Tarihsel bu konuya ilişkin yanlış anlaşılma sorununu hallettikten sonra, biraz daha çağcıl – yakın dönem – olaylara gelebiliriz. 

Osmanlı, duraklamanın ve gerilemenin ölçütünü Batı olarak belirledi. Ki bu son derece rasyonel bir tanıdır. Çünkü rekabet Batılı ülkelerleydi. Rekabette geri düşünce haliyle Batı’nın görece üstünlüğü nereden kaynaklanıyor, bu soruyla ilgilenildi. Örneğin askeri teknoloji ya da askeri organizasyona ilişkin hamleler yakından takip edildi. Bu hamlelere karşılık gelebilecek hamleler üzerinde çalışıldı. Denge yeniden kurulmalıydı. Bu bağlamda Osmanlı-Batı ilişkileri, Osmanlı’nın Avrupa sisteminin bir aktörü olması üzerine inşa edildi. Olan gerçeklik buydu. Çünkü Osmanlı topraklarının çok büyük bölümü Avrupa kıtasındaydı. Dahası, yukarıda belirttiğim üzere, Avrupa’daki Osmanlı toprakları daha önemliydi. 

Bu tarihsel gerçeklik, Osmanlı modernleşmesinin temel dinamiğini oluşturuyor. Bu dinamik Cumhuriyet tarafından da miras alındı. Bu da rasyonel bir tercihti. Çünkü koşullar değişmemişti. Hala “muasır medeniyeti” yakalamak gerekliliği söz konusuydu çünkü. 

Bu bir güç dengesi mücadelesidir, doğru. Fakat denklem bu kadar basit değildir. 

Osmanlı-Türkiye Batı’yı yakalamaya gayret ederken, Batı’nın neden kendisini geçtiğini araştırıyor, araştırdıkça tavşan deliği derinleşiyordu. Önce askeri teknolojiyi Batı düzeyine çıkarmak çözüm reçetesiyken, sonrasında bunun askeri organizasyona da etkisi olacağı anlaşılacaktı. Ardından askeri organizasyonun işlevsellik kazanabilmesi ve modern silah teknolojisinin efektif olarak kullanılabilmesi için askeri eğitimin modernize edilmesi gerekecekti. Bunun üzerine Batı’dan askeri eğitmenler getirilecek, bunlar askeri okullarda öğrenci yetiştirecekti. Böylelikle askeri öğrencilerin Batı dillerini öğrenmeleri lazım olacaktı. Dahası, ortaöğretimde verilen doğa bilimleri ve matematik derslerinin yetersizliği ortaya çıkacak, bundan dolayı modern liselerin kuruluşuna giden yol açılacaktı. Bu bilim ve teknoloji ithali, ister istemez sivil eğitimi de etkisi altına alacaktı. Müzikten kılık kıyafete, askeri rütbelerden yükselme ölçütlerine, ordunun profesyonelleşmesinden askeri işbirliklerine, bilimsel ve teknolojik arka planın yerleşmesinden edebiyat ve sosyoloji gibi alanlara dek, derin ve kapsayıcı dönüşümler gerçekleşecekti. Cin şişeden çıkmıştı! 

Cumhuriyet kurulduktan hemen sonra Birinci Dünya Savaşı’nda ve Kurtuluş Savaşı’nda karşı tarafta olan ülkelerle derin işbirliklerinin temelleri atılacaktı. Türkiye Cumhuriyeti, Batı’da 1648’de gerçekleşen teritoryal devlet ve bunun 1789 Fransız Devrimi sonrasında giderek teritoryal ulus devlete evrilmesi nedeniyle, Batı’lı siyasi düşüncelere ve yeni aidiyetlere yelken açacaktı. Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında dinin toplumsal tutkal olmadığının acı bir şekilde tecrübe edilmesinden itibaren, Osmanlı karar alıcıları ulus aidiyetini esas alan bir kimliğe yönelmişlerdi. Bu da yeni devletçe tümüyle devralındı. Yani Atatürk ve silah arkadaşları bir gece ulus devleti rüyalarında görüp, ertesi gün ulus devlet kurmaya kalkmadılar. Bu da Osmanlı-Türkiye tarihsel düzleminde gerçekleşti. Bu olurken, sadece fikirsel bazda bir miras değildi, söz konusu olan. Aynı zamanda mesela Ermeni-Rum soykırımı (etnik temizlik)  ve yeknesak (etnik homojen) bir ulus yaratma düşüncesi de cumhuriyetin kurucuları tarafından İttihatçılardan miras alındı. Tüm bu süreçler, tümüyle Batı’yla etkileşim sonucu ortaya çıkan olgulardır.  

Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan küresel sisteme Türkiye bu nedenle Batılı bir aktör olarak katıldı. Küresel sistemin taraflarını dini veya mahalli aidiyetler değil, küresel ideolojik konstelasyon belirledi. Kırılma komünist ülkelerle kapitalist ülkeler arasındaydı. Sovyetler’in Türkiye’yi de kapsamına alan yayılmacı emelleri, Türkiye’yi yine gayet rasyonel olarak Batı ittifakıyla işbirliğine itti. Bunu bir teslimiyet veya sömürü ilişkisi olarak algılayan kafa, maalesef İslamcılar ve sosyalistlerdir ve hakiki durumu ya ideolojik körlükten, ya da ideolojik motifli manipülasyon motivasyonundan dolayı ıskalamaktadırlar. Gerçek şu ki, jeopolitik jeopolitiktir. Adı üstünde coğrafyayla politik tercihlerin bir kombinasyonundan oluşur. Bundan gocunan varsa ortada ya bir bilgisizlik, ya da ideolojik göz kamaşması vardır (kibar ifade etmeye çalıştım – esasında, bağışlayın ama buna ezcümle aptallık demek gerekir). 

Türkiye’de son 250 yılın ana yönünün Batı olmasını özetleyecek bir yazı yazmak bu sınırlı ebattaki gazete makalesinin kapsamını oldukça aşar. Bu nedenle daha derine girmeden, konuyu günümüze getirmek istiyorum.

Bugün Türkiye’nin başında olan ekip, farklı gayeler ve öncelikler sıralamasıyla, ülkeyi farklı bir yönelime soktular. Türkiye Avrupa Konseyi kurucu üyesi, NATO üyesi, Avrupa Birliği üye adayı, AB ile gümrük birliği üzerinden ekonomisini Avrupa’ya entegre etmiş bir ülke olarak, dünya siyasetinde, ekonomisinde ve jeopolitiğinde belli bir yere sahipken, bugün bu yeri hızla yitirdiğini gözlemliyorum. Bunun elbette birçok iç nedeni var. Bu iç dinamiklerin iki temel belirleyicisinin altını çizmek isterim. Çünkü daha derine girmek, yine yazının kapsamı bakımından, mümkün görünmüyor. Bunlardan birincisi İslamcı AKP ve yöneticilerinin yolsuzluklara batmış olmaları ve 17 Aralık 2013’te suçüstü yakalanmalarıdır. Bunun neden olduğu depremden sonra, AKP Kürt açılımını ve AB ilişkilerini sonlandırmak durumunda kaldı. Çünkü Avrasyacı derin devletle işbirliğine ve ardından da bir koalisyona girerek iktidarı yitirme tehlikesini bertaraf etti. İkinci neden, Avrasyacı derin yapıların Batı’yla olan ilişkileri sonlandırma iradesidir ki bunun gerekçesi AKP’ninki gibi bencil nedenler değildir. Avrasyacılar AB yörüngesindeki Türkiye’nin ademi merkeziyetçi, liberal-demokratik bir hukuk devletine dönüştüğünü gördüler ve daha 28 Şubat’ta bunu tersine çevirmeyi denediler, ama başaramadılar. 17 Aralık 2013 sonrası Erdoğan ve ekibinin kendilerine muhtaç olması durumunu fırsata çevirerek, ademi merkeziyetçiliğe, hukuk devletine ve liberal demokrasiye giden süreci bitirdiler. Böylece askeri-bürokratik vesayet Erdoğan ve AKP’yi absorbe ederek, fiilen yeniden tesis edildi. 

Türkiye aydınlanması denen Batılılaşma sürecine Tanzimatçı-İttihatçı-Kemalist Batıcı ve modernleştirmeci kadrolar karar vermişlerdi. Yine aynı eğilimdeki kadrolar, a) ülkenin toprak bütünlüğünü tehlikede gördüklerinden ve Batı yöneliminin bu sürece hizmet ettiğine kanaat getirdiklerinden, b) (aynı İttihatçı dedeleri gibi) Avrasya’nın derinliklerine doğru yeni yayılma ve nüfuz alanlarına ilgi duyduklarından, c) kendi hegemonyalarını ve ayrıcalıklı konumlarını devam ettirebilmek için, d) Avrasyacı yönelimle Türkiye’de anti demokratik yönetimin daha rahat edeceğini bildiklerinden, Batı yöneliminden uzaklaşıp Avrasya yönelimine kaymayı Erdoğan’a kabul ettirdiler. Böylece Türkiye Rusya-Çin-İran eksenine kaydı. Erdoğan ve AKP ise bu süreçte hem Yüce Divan’dan kurtuldu, hem de iktidarda kalarak iktidar nimetlerinden (ülkeler arası komisyon, iç hortumlama, kupon arazi, vs.) daha fazla istifade etme şansını devam ettirdi. 

15 Temmuz 2016, tümüyle bu maceracılığa karşı olan TSK’yı bertaraf etmek için bir kaldıraç olarak kullanıldı. Böylece yollarına çıkabilecek engelleri ustalıkla aşmalarına yarayacak bir “Allah’ın lütfu” 15 Temmuz’da oluverdi. Sonrasında neler olduğunu bir de bu yazıda size sunulan denklemi göz önüne alarak değerlendirin. 

Erdoğan da, onun AKP’si de, MHP de, Avrasyacı derin devlet de, Türkiye’yi dış güçler öcüsünü göstererek neo-İslamcı, neo-Osmanlıcı ve neo-Pantürkist masallarla efsunluyorlar. Kastettikleri dış güçler NATO, ABD ve AB başta, tüm Batı. Fakat bu dış güçler Türkiye’nin son 100 yıldır ticari, siyasi ve askeri müttefikleridir. Diğer taraftan Erdoğan, MHP ve Avrasyacı derinler, kendilerinin yerli-milli olduklarını yedi yirmi dört propaganda ederken, kendilerinin neden Türkiye’yi Rusya’nın, Çin’in ve İran’ın kucağına oturttuklarını mantıklı olarak açıklayamıyorlar. Onlara “bunu neden yapıyorsunuz?” diye sormayalım mı? 

Benim “tarafımdan” rahatsız olanlara da sorayım bu fırsatla: 

1) Benim tarafım bu yazıda oldukça bellidir. Anlaşılan buna tepki gösterecek ideolojik nedenleriniz var. Peki, bu nedenlerinizin dayandığı ilkeler aynı tepkiyi ülkenin Rusya-Çin-İran üçlüsüne peşkeş çekilmesine de göstermenizi gerektirmiyor mu?

2) Birçoğunuz Türkiye’nin rejim değişikliğinden mağdursunuz. Peki, bu rejim değişikliği ile Türkiye’nin Rusya-Çin-İran ligine demir atması arasında bir bağlantı kuramıyor musunuz? Yoksa bu soruları dürüstçe yanıtlamak işinize mi gelmiyor?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Sondaki sorulardan baslayıp devam edelim:
    1) Kendimi hicbir ideolojiye bagli görmüyorum. Ülke Batiya peskes cekildiginde de, Avrasyaya peskes cekildiginde de dogal olarak tepki verilir zaten. Sonra dersin ki, aptal olma, jeopolitigi düsün! Gücün varsa tam bagimsiz olursun, yoksa denge kurarsin, bu dengeyi sürekli olarak Bati lehine kurmak jeopolitik acidan aptalliktir.
    Izah edelim: Bi kere Bati jeopolitik acidan kendisi aptallik etmistir. Rusya “Sen bana doguya yayilmayacagim diye söz vermistin.” deyince Bati”nin cevabi su oldu: “Biz o sözü sifahen vermistik”. Bu, Bati acisindan diplomatik teamüllere zerre uymayan büyük bir aptallikti.
    Simdi bu Bati senin güneyine girmis, Batina ve kuzeyine de girmeye calisiyor, senin Karadenizdeki dengelerini mahvediyor, Akdenizde köşeye sıkıştırıyor, böyle bir ortamda yazarın ima ettiği gibi insan hakları, hümanizma demezsin di mi, APTALLIK olur yani, icap ederse Rusya-Çin-İran üçlüsüyle bile iş tutarsın di mi?
    2) Ya bunlar ne kadar düşük seviyeli ithamlar. İşime gelmek falan bu ne? Benim mağduriyetimden yola çıkıp sağdan yaklaşmalar, hayırdır? 15 Temmuz’u NATO’nun planladıği ve Rusya tarafından AKP’ye istihbarat verildiğini söyleyen de var. Bu tez doğruysa bizi harcayan evvela Batıdır. Ayrıca Batı istese 2 dakikada AKP’nin ne mal olduğunu ortaya dökerek her şeyi tersine çevirebilir ve bunu yapmıyor. Bunu görmezden gel, zırt pırt Rusya-Çin eksenini tutmakla insanları itham et. Sanki çok büyük derdimdi o eksene girmek.
    Yazar hala Batı’nın uzuun soluklu bir savaşa girdiğini anlamamış sanırım. Savaş ortamında benim sadece kendi mağduriyetimi düşünmem mi dürüstlük? Objektif olarak Türkiye’nin jeopolitik düşünmemesi, yani APTAL olmaması gerekiyorsa gücü nispetinde yeri geldiğinde Rusyayla at koşturur, yeri geldiğinde ABD ile.
    3) Şimdi gelelim diğer konulara: Yazarın ağzı bu APTAL kelimesine sanırım kendini çok yakın hissettiği ABD’nin bi önceki başkanından alışmış. Anladik Ruslar sokakta cocuklarin topunu patlatan bi hırto, bu gercek, sevmeyelim onu nefret bile edelim de.. Peki ya sokakta cocuklara seker dagitan Amerika´nin emelleri gercek degil mi? Sen o sekerin pesinden gidince cok mu akıllı oluyorsun? Katil demokrat olunca sorun olmuyor mu? Hadi Türkiye nispeten eli zayıf bi ülke ve jeopolitik davranıp aptallık etmedi. Koskoca Avrupa’ya tek bir itirazın yok mu senin? Soguktan donma pahasına bu savasa girdiler, daha da donacaklar, Rusya bilerek savaşı uzatıyor ki, tir tir titresinler. Senin bu Avrupa’ya da ‘Aptal olmayın’ demek aklına gelmiyor mu hiç?
    4) “Tüm bu süreçler, tümüyle Batı’yla etkileşim sonucu ortaya çıkan olgulardır.” Hey yarabbi sükür, nihayet bunu okuyabildi bu gözler. Bu nal gibi gercegi söyletmek icin bu kadar üstüne gelmek mi gerekiyordu? Bu gercegin bu zamana kadarki yazilarda israrla karartilmasinin sebebi ne ola?
    5) Ideolojim ve dünya görüsüm nedeniyle Avrupa devletlerarasi iliskilerinin bir parcasi olan Osmanli´dan gocunuyormusum. Bu bilimsel veriyi neye borcluyuz acaba? Balkan sehirleri merkez falan degildi. Merkez olması istenen yerlerdi ve olamadan koptular. Ha diyelim merkezi orasiydi. Napalim, bizim gecmisimizin merkezi orasiymis öyleyse biz de o kafayi yasayalim demek nasil bir mantik. Bu düpedüz beyaz Türk reklamciligi. Bunu bugün beyaz Türkler bile düşünceden saymaz.
    Peki Kürtler yeni bi ülke kurarlarsa nereyi merkez alsinlar? Hay Allah, ne Üsküp var ne Selanik simdi? Ama problemimiz Kürtlere bi gecmis secmek ve onun üzerinden bir gelecek dizayn etmek degil di mi? Meselemiz Türklerle, Ortaasya’dan bi kopalım da, ne olursa olsun. Sagdan soldan argüman topla, tutsun veya tutmasin Türklere daya. Mesele iste bu zihniyet yapısı! Nerenin merkez oldugu degil!

  2. İlaveten.. Her şeyi iç güçlere yıkmak da ayrı bi garabet yani. Misal Irak, Libya, Suriye! Hep iç güçler. Misal Beşar Esed bir iç güç olarak tespit ediliyor birden, muhalifleri destekleniyor, özellikle Kürtler, sonra bi başka iç güç çıkıyor ki adına IŞİD derler. Suriye, Irak haritaları bi anda siyah bi anda beyaz olduydu hani. Bunu dış güçler falan yapmadı ha, olsa olsa müttefik güçler falan yapmştır.
    Müttefikler kim şimdi Kürtler ve Türkler mi, evet o aralarda bi müttefiktiler. Yoksa onlarla birlikte Amerikalılar, Ruslar mı?
    Yok ya şimdi bak şöyle olabilir. Dış güçse o da Türkiye’dir, öyle olmalıdır, işgalci sonuçta. Yeni Osmanlıcılıktan başlayalım, vuralım abalıya. Aman Batı bloğuna zeval gelmesin. Onlar dış güç olamaz. Onlar bizden bile daha iç güç.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin