YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Türkiye devletinin misyonu ve yönü nedir? Bu sorunun yanıtı, rejimden bile önemlidir. Çünkü rejimler değişir. Ama misyon ve yön kalıcıdır. Devletin genetiğini belirler. Devletin rejimini değiştirecek kuşaklar misyon ve yönden etkilenir.
Bu yazıda iki ayrı döneme odaklanacağım. Biri ilk kuruluş yıllarındaki cumhuriyet, diğeri ise 2013’ten bu yana geçen dönem. Bu iki dönemin karşılaştırılmasının çök önemli olduğunu düşünüyorum. Bu mukayesenin bir bölümü rejimi çözümlemeye çalışırken, diğeri misyon ve yön konularına girecek. Rejimler birbirine benzese de, misyon ve yön devletin gelecekteki değişimine ve evrimine etki etmesi bakımından özellikle üzerinde durulması gereken bir konu.
Devletler doğumlarıyla beraber mükemmelliğe ulaşmaz. Esasen devletler çok uzun erimli kurumlardır ve asla ideal rejime sahip olamazlar. Toplum dinamik olduğundan devletler toplumsal değişikliklere uyum sağlamak gibi bir medya okumayla karşı karşıyadır. Bu durum geçici değil, süreklidir. Toplumlar değişmeyi hiç durduramaz. Devlet ise statiktir. Durağandır. Yazılı normları vardır ve tarihte çekilmiş bir fotoğraf karesi gibi, sararmaya mahkûmdur. Geçmişte icat edilen bir makine gibi eskir ve işlevini kaybeder. Her makinenin daha iyisi, daha moderni, daha hızlısı, daha gelişmişi yapılabilir. Oysa makine üretildiğinde gayet moderndi, hızlıydı, işlevseldi. Fotoğraf da ilk çekildiğinde en net görüntüyü sağladığı düşünülüyordu. Her devlet ilk kurulduğunda mükemmel olduğu düşünülür. Ancak toplum değiştikçe devleti dönüştürme gerekliliği ortaya çıkar. Uzun erimli olsalar da, devletler ancak değişebildikleri ve toplumsal dönüşüme ayak uydurabildikleri sürece var olabilirler.
Bu genel tespitlerden sonra gelin Türkiye devletini rejimi bakımından ve misyonu ile yönü bakımından özetle inceleyelim.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda misyonu muasır medeniyeti yakalamaktı. Yönü ise Batı’ydı. Çağdaş uygarlık, modernleşme kuramlarının konu ettiği gelişimleri özetleyen, Türkiye orijinli bir kavramdır. 1920’li ve 1930’lu yıllarda Batı uygarlığı Türkiye elitlerince çağdaş uygarlık olarak kabul edilmekteydi. Onları bu tercihleri nedeniyle eleştiren gelenekselcilerin savlarının aksine, bu Batı’ya yönelik bu algının mimarı Mustafa Kemal ve onun kurduğu devlet değildir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son iki yüzyılı, yani Mustafa Kemal’den çok daha önceki nesiller, İmparatorluğun zayıflamasına çözüm bulmak adına reformlar yaptılar. Bu reformların her biri Batı’yı örnek aldı. Başka türlüsü olamazdı zaten. Çünkü Batı rekabet içinde olunan uygarlıktı. Osmanlı – ve İslam – kendi dinamikleriyle Batı’nın bilimsel, teknolojik, askeri, bürokratik, ekonomik vs. üstünlüğüne yönelik strateji geliştiremiyordu. Buhar makinesi, tıbbi ilerleme, bilimsel ve teknolojik hızlı gelişim gibi konularda Batı’yı yakalamak, ancak Batı gibi olmak için reform yapmakla mümkündü. Dolayısıyla modernleşme Batılılaşmaktan geçiyordu. Batı gibi olmadan Batı’ya mağlup olmak kaçınılmazdı. Kemalistlerin devlete misyon olarak belirledikleri muasır medeniyet hedefi, bu nedenle bizi ister istemez devletin yönü konusuna götürür.
Türkiye devletinin kuruluşunda yönü dolayısıyla Batı’ydı. Başka türlüsü olamazdı. Muasır medeniyete ulaşalım ama Batı’ya yönelmeyelim yaklaşımı çelişkilerle dolu bir tezdir. Osmanlı’da bu kısmen uygulanmak istense de sonuç kaçınılmaz olarak kendi kendini kandırmak olarak kaldı. Batı’nın bilim ve tekniğini alıp, onun örneğin kadın erkek eşitliğini, insan haklarını, hukuk devletini, modern yaşamını, işbölümünü, okullarını, müfredatını, düşünme biçimini vs. almadan başarılı olmak olanaksızdı. Osmanlı’da bu denenmişti. Her bir modernleşme adımı, toplumu biraz daha Batılılaştırmıştı. Osmanlı’nın da son 200 yılında yön Batı’ydı. Cumhuriyet bu misyonu devam ettirdi.
Kemalist cumhuriyet bir demokrasi değildi. Ama demokrasiye doğru evrilebilecek bir sistemi kurdu. Devletin misyonu muasır medeniyeti yakalamaktı. Muasır medeniyet ise tıpkı diğer sosyo-politik sistemler gibi dinamik bir süreçti; statik bir durum değildi. Türkiye değişirken Batı da değişmeye devam etti. Kemalistler Batı’yı – selektif alanlarda – taklit ederken, Batı dönüştükçe ve Türkiye siyasi elitleri değiştikçe, Batı’nın daha girift özelliklerini Türkiye’ye getirdiler.
1950’lerde Batı’yla olan yönelimsel bağ, jeopolitik koşulların getirdiği ortamla çakışınca, dinamik hızlandı. Türkiye Avrupa Konseyi’nin ve Birleşmiş Milletler’in kurucu üyesi oldu. Çok partili sisteme geçildi. Anayasa, temel hak ve özgürlükler, yargı bağımsızlığı, güçler ayrılığı gibi Batı uygarlığının bazı temel özellikleri Türkiye devletine – en azından resmi anlamda – girdi. Uygulama zorluklarına karşın, bu kavramları bilen, bu kavramlarla doğan, bu kavramların tekâmül etmesi gerekliliğine inanan nesiller doğdu.
Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet demokrasisiz bir diktatörlüktü, ama onun sayesinde Türkiye Batı’yla kurumsal temelde sağlam ilişkiler kurdu. Türkiye insanı Batı dışı bir ülkenin çocukları olarak NATO’ya girdi, Batı üniversitelerine gidebildi, kadın erkek eşitliği, seküler devlet, rasyonel akıl gibi idealleri – tam uygulayamasa da – ön planda tuttu. Yeninin eskiye üstünlüğüne inanıldı. Yeninin inşa gücü sayesinde uygarlaşılacağı inancı farklı kesimlerden Türkiyeli genç nesillere aşılandı. Yeterliliğe ulaşılmasa da ilerleme inancı bakiydi.
Bugün bir başka diktatörlük vardır. Bu diktatörlüğün misyonu nedir? Yönü nedir?
Ben bu soruların yanıtını bilmiyorum.
Atatürk’ün rejimi, topluma kendi projesini dayattı. Bu proje kısmen başarılı oldu. Bu yöntemlerin eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Her diktatörlük baskı ve zulümle iç içedir. Fakat bazı diktatörlükler misyonları ve yönleri bakımından ilerleme sağlar. Gelecekte rejimin değişimine imkân sağlayacak düşünceleri topluma aşılar. Atatürk seçimsel demokrasiyi getirmedi. Fakat seçimsel bir demokraside olması gerekli olan koşulların bazılarını sağlamada başarılı oldu. Eğitim hamlesi, rijit de olsa seküler devlete geçiş, kadın erkek eşitliği, önemli yasal müktesebatın Batı’dan alınması gibi hamleler, Türkiye’nin gelecek nesillerine modernleşmeyi ilerletme konusunda yardımcı oldu. Oysa bugünkü diktatörlük başı kesik bir tavuk gibi oradan oraya koşan bir kleptokrasidir. Atatürk’ün devleti güçleniyor ve ilerliyordu. Bugünkü devlet ise zayıflıyor ve geriliyor. Erdoğan’ın ve güç paydaşlarının ortak bir misyonu veya yönü yok.
Erdoğan ve AKP’li oligarkların kleptokratik otoriter rejimi, Ergenekoncu Avrasyacı ortaklarının Rusya-Çin-İran yönelimiyle birleşti. Batı’nın jeostratejisi yanında değerler ve normlar evreni vardır. Türkiye Batı’ya entegre olurken, ister istemez demokrasisini geliştirdi, derli toplu bir devlet görünümüne büründü. Oysa Rusya-Çin-İran ekseninde ortak değer falan yoktur. Jeostrateji ise gelip geçici, dönemsel ortaklıklardır. Bu ligde güçlü olan söz konusudur. Güçsüz olan kaybedecektir.
Avrasya grubunda herhangi bir ilke ve norm bulunmuyor. Onları bir araya getiren şeylerin başında Batı karşıtlığı var. Batı karşıtlığı, esasında Batı’nın liberal demokrasisine ve insan hakları rejimine karşı olmaktır.
Avrasya grubu aynı zamanda statükoya karşı, yani revizyonist. Rusya’nın ne yaptığı ortada değil mi? Tarife gerek var mı? Çin ise aynı Rusya gibi, Tibet, Uygurlar ve Hong Kong konularında aynı refleksleri gösteriyor. Tayvan konusu ise patlamaya hazır bir dondurulmuş çatışmadır.
Bugünkü Türkiye rejiminin son 10 yıldır toplumuna dayattığı sistem, ileride dönüşme potansiyeli taşımıyor. Değişim dönüşerek değil, kırılmayla olacak. Oysa Atatürk devleti, her türlü despotluğa karşın dönüşmeyi başarmıştı. Bu bile saygıyı hak eder. Tüm ideolojik eleştirilerimi saklı tutarak, salt gelişim potansiyeli bakımından rejimi yorumladığımın yeniden altını çizmek istiyorum. Erdoğan rejimi ise dönüşme potansiyeli olmayan bir rejim. İlkesiz, normsuz, idealsiz, yönsüz bir hırsızlık rejimi (kleptokrasi). Ortaklarının da Erdoğan’ın da Türkiye’nin geleceğine hiçbir katkıları olmayacak. Bilakis, bu dönem tarihe bir çözülme ve erime dönemi olarak geçti bile.