Devletin gazabına uğramak: Halidi sürgünleri

YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU

Osmanlı döneminde devletin gazabına uğrayan sadece Bektaşiler değildi.  Devlete her zaman yakın olan Halidi tarikatı mensupları da Osmanlı devlet ideolojisine ters düştüklerinde Ehl-i Sünnet’in sadık bağlıları olsalar da sürgünle cezalandırıldılar. 

Halidiler cumhuriyet döneminde de benzer akıbete uğradılar. Halidi şeyhi Esat Efendi, Menemen Olayı ile ilişkili olduğu gerekçesiyle yargılandı ve idama mahkûm edildi. 

HALİDİYE TARİKATI 

 1779 yılında Süleymaniye’nin Karadağ kasabasında dünyaya gelen Halid-i Bağdadi’nin annesinin köklü bir Sufi aileden geldiği ve babasının da Kadiri tarikatına mensup olduğu ifade edilmektedir. Nakşibendilerce “Mevlâna” da denilen Halid-i Bağdadi, öğrenimini kasabasında tamamladıktan sonra Bağdat’a gitti. 

Süleymaniye Medresesi şeyhi Abdülkerim Berzenci’nin vebadan ölümü üzerine medresenin sorumluluğunu üstlendi ve burada yedi yıl görev yaptı. Onun öne çıkan en önemli özellikleri; “zühdü, derin ilmi ve siyasete mesafeli olmasıydı”. 

Hayatındaki dönüm noktası ise hacca gitmesi oldu. Burada yaşadığı olaylar tasavvufa yönelmesine neden oldu. Süleymaniye’ye döndükten sonra Hindistan’a giderek Abdullah Dihlevi’ye intisap etti. Burada hem Nakşi hem de Kadiri tarikatından irşad için izin aldı ve “halife” olarak Süleymaniye’ye gönderildi. 

Süleymaniye ve Bağdat’ta Nakşibendiliği yaymaya çalışıp başarılı olunca Kadiri şeyhi Berzenci tarafından valiye şikâyet edildi hatta ”sapık ve sahtekâr” olmakla itham edildi. Ancak Vali Said Paşa bu suçlamalara rağmen herhangi bir müdahalede bulunmadı. 

Halid-i Bağdadi, Süleymaniye’den sonra Bağdat ve son olarak da Şam’a gitti. Burada 1827’de vefat etti. Vefat ettiği tarihlerde kendisine nispet edilen Nakşiliğin bir kolu olan Halidilik, çok geniş bir coğrafyaya ulaşmış durumdaydı.

Tarikatın en önemli özelliklerinden birisi de Osmanlı Devleti’ne bağlılığıydı. Bu durum Kafkasya’dan Sumatra’ya kadar Halidiliğin yayıldığı yerlerde tarikat mensuplarının sömürgeci ve işgalci güçlere direnmelerine ve Osmanlıların yanında yer almalarına neden olmuştur.

Kuzey Kafkasya’da Ruslara karşı mücadele bölgedeki Halidi şeyhlerinin müritleri olan Gazi Muhammed ve Hamza Beg tarafından yeniden başlatıldı. Onların şehit olmasından sonra yine Halidi olan Şeyh Şamil’in direnişi ortaya çıktı. Şeyh Şamil yirmi beş yıl kadar Ruslara direndikten sonra teslim olmak zorunda kaldı. 

Tarikatın asıl etkili olduğu yerler Irak Kürdistan’ı, Güneydoğu Anadolu ve Kuzeybatı İran olsa da tarikat Balkanlar ve Kırım’dan Güneydoğu Asya’ya kadar ulaştı.  

YEDİ ŞARTA RAĞMEN 

Mevlâna Halid, İstanbul’a ilk halife olarak Muhammed Salih’i göndermişti. 1819-1820 yıllarında başlayan bu yayılma sürecinin çok hızlı gerçekleştiği ve Halidiliğin gerek bürokrasi gerekse ulema arasından mensuplarının olduğu anlaşılmaktadır. Bu kişiler arasında Mekkîzade Mustafa Asım ve Mehmet Refik Efendi gibi şeyhülislamlar da bulunuyordu. 

Halidiliğin bu kadar hızlı yayılmasında iki faktörün öne çıktığı ileri sürülmektedir. Bunlardan birincisi Yunan isyanı sırasında Padişah II. Mahmut’un “kafirlere karşı Müslümanların birleşmeleri” için yaptığı çağrıya Halidilerin destek vermesiyle İstanbul’da dini duyguların güçlenmesiydi.   

İkinci faktör ise Mevlâna Halid’in halifelerinin bu dönemde devletten ve Osmanlı ileri gelenlerinden herhangi bir şey talep etmemeleridir. Bu durum devletin başlangıçta Halidilerden endişelenmemelerini sağlamış, onlar da tarikatı serbest bir şekilde yayma imkânı elde etmişlerdir. 

Buna rağmen bir süre sonra tarikat, devletin takibine maruz kaldı. İstanbul’daki ilk halife Muhammed Salih, “hatm-i hacegân zikri” sırasında mescidin kapılarını kapattığı, namazdan sonra mescide girmek isteyenlere izin vermediği ve tarikat mensubu olmayanları aralarına almadığı gerekçeleriyle şikâyet edildi.

 Mevlâna Halid de Muhammed Salih’in yerine yeni bir halife tayin etti. Ancak yeni halife kendi adına hareket etmeye başlayınca tarikat içinde ihtilaflar çıktı. 

Halid-i Bağdadi’nin İstanbul’a gönderdiği halifelerine yedi hususu şart koştuğu rivayet edilmektedir. Buna göre; İstanbul’da irşad vazifesini yapan kişi devlet ricaline gidip gelmeyecek, devlet adamlarından maaş ya da bağış istemeyecek, müritlerinin halkla ilgili işlerine karışmayacak, yanına gelenlerden “tevbe ve inabe parası” kabul etmeyecek, kadınların tekkesine gidip gelmesine izin vermeyecek, hele kadın gençse ve tesettüre riayet etmiyorsa daha dikkatli davranacak ve dünya malı biriktirmeyecekti. 

Mevlâna Halid ayrıca halifesinden kendisiyle irtibatı kesmemesini ve her işini kendisiyle istişare ederek halletmesini istiyordu. Şeyhin halifesinden bir de özel talebi vardı: İrşad hizmeti ihmal edileceğinden nefsine hoş gelse de hanımı üzerine İstanbullu hanımlarla evlenmeyecekti. 

Şeyh, bu tavsiyeleri İstanbul’daki ilk halifesi olan Muhammed Salih’in yaşadıkları sonrasında yapmıştı. Ancak II. Mahmut gibi merkeziyetçi bir sistem kurmak isteyen bir padişahın Halidileri bir kenara bırakması mümkün değildi. 

Mutlak otoritesini sınırlayan ayanları ve Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırıp Bektaşileri cezalandıran Padişah II. Mahmut, bu gözde tarikatı da yakından takip ettirecek ve Halidilerin 1828’de Sivas’a sürgünü gerçekleşecektir. 

Tarikatın en büyük sürgünü olan bu uygulamada İstanbul’daki Halidiler toplu olarak sürüldüler. Hatta Şam valisine, Halidilerin Bağdat ve Süleymaniye’de tutulmaları ayrıca İstanbul’a yeni bir halife göndermelerine izin verilmemesi emredildi. 

Sürgünün nedeni olarak, ortaya çıkan endişeler görülmektedir. Yazışmalara göre “Şeyh Halid ve adamlarının niyeti fesat olup birçok kişi bunların görünüşlerine aldanmış hatta Halidiler Mehdilik davasına da teşebbüs etmek istemişler ancak buna fırsat verilmemiştir”

1830’larda ise II. Mahmut artık “iyi ve dindar Müslüman” imajını güçlendirmeye çalışmış ve Halidiler üzerindeki baskı azalmaya başlamıştır. Buna zemin hazırlayan diğer gelişme ise devletin Şam’daki Halidi zaviyesini doğrudan desteklemesiydi. Böylece Mevlâna Halid’in devletten bir şey istemeyerek bağımsız bir tarikat oluşturma prensibine rağmen tarikat devlet himayesine girmiştir. 

GÜMÜŞHANEVİ’DEN ERBİLLÎ ESAD EFENDİ’YE 

Abdülmecid devrinde Halidilerin İstanbul’da yine çok etkili olduğu görülmektedir. Bu dönemde bir taraftan Fatih-Çarşamba’daki tekke diğer taraftan Üsküdar Alaca Minare Tekkesi devlet ricali arasında yoğun faaliyetlerde bulunmaktaydı. Ancak 1859’da yaşanan ve Abdülmecid’i tahttan indirmeyi hedefleyen Kuleli Vak’ası, tarikatı devlet nezdinde yeniden şüpheli hale getirdi.

Kuleli Vakası 1856’da ilan edilen Islahat Fermanı’yla azınlık ve yabancılara geniş haklar verilmesine karşı bir tepki olarak ortaya çıkmış ve fermanı ilan eden Abdülmecid’in tahttan indirilmesi hedeflenmişti. Teşebbüs, amacına ulaşamadan ortaya çıkarılmış ve darbeciler yargılanmıştı. 

Olayın içinde yer alanlardan Şeyh Feyzullah, Halidi şeyhlerinden birisiydi ve darbeyi planlayanların önde gelenlerinden Şeyh Ahmet’e bin müridiyle destek vereceğini vaat etmişti. Şeyh Feyzullah yargılamada bunu “dua etmek için” söylediğini ifade edecek ve üçüncü derecede suçlu bulunarak sürgüne gönderilecektir. 

Şeyh Feyzullah’ın oğlu Şeyh Sadık da hükümeti devirmek için gizli toplantılara katıldığı gerekçesiyle bir süre Heybeliada’da gözetim altında tutulmuş ve Hicaz’a sürgüne gönderilmiştir. Yeniden İstanbul’a dönüşü ancak 1908’de olacaktır. Halidi tarikatı şeyhlerinden baba-oğul iki şeyhin benzer olaylara karışmalarının, devletin Halidilere daha da şüpheci yaklaşmasına neden olduğu açıktır.

Abdülmecid, Abdülaziz ve II. Abdülhamit döneminde Halidilik devlet nezdinde itibarı olan ve yıktırılmayan Bektaşi tekkelerinin verildiği en önemli tarikattı. Özellikle Abdülhamit ulemanın ve tasavvuf ehlinin desteğini almaya çalışmış, onlarla müspet ilişkiler kurmuş ve bu sayede sufiler arasında önemli bir itibar elde etmişti. 

Halidi şeyhlerinin en büyüklerinden birisi de kuşkusuz Ahmet Ziyaedddin Gümüşhanevi’dir. Abdülhamit’in tarikatlara karşı olumlu yaklaşımının yanında “şüpheci” kişiliği ve Osmanlı devlet ideolojisi doğrultusunda Gümüşhanevi de jurnal verilen kişiler arasında yer almıştır. Buna rağmen takipçilerinin anlatımına göre Abdülhamit, sık sık şeyhi yanına davet etmiş ve onunla istişarede bulunmuştur.

Gümüşhanevi müritlerinin artmasıyla Mahmut Paşa Medresesi’ndeki hücresi yetersiz gelince Babıali karşısındaki Fatma Sultan Camii’ni tekkeye dönüştürdü. Caminin salı ve cuma günleri belli saatlerinde tarikat mensubu olmayanlara kapatılması şikayetlere neden olduğundan İstanbul’dan sürgün edilmesi gündeme gelmiş ancak bu gerçekleşmemiş hatta vefatı sonrasında Abdülhamit’in onayıyla Süleymaniye Camii haziresinde Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesinin yanına defnedilmiştir. 

Tarikatlara ait evradı derlediği Mecmuatü’l Ahzab’la da tanınan Gümüşhanevi’nin kendisinden sonraki halifesi Şeyh Ömer Dağıstani ise 31 Mart Olayı’na karıştığı gerekçesiyle yargılanarak Medine’ye sürgüne gönderilmiştir.

 Benzer akıbete maruz kalan Halidi şeyhlerinden birisi de Erbilli Esad Efendi’dir. Esad Efendi İstanbul’da adını duyurmaya başlayınca II. Abdülhamit’in damadı Halil Paşa tarafından saraya davet edildi. Kelami Dergâhı şeyhliğini aldıktan sonra da çok daha geniş bir kitleye hitap etme imkanına kavuştu. 

Esad Efendi gençlere hitap eden “Kenzü’l İrfan” adlı kitabında yer verdiği “Seyahat ediniz ki sıhhat bulunuz” hadisinin gençleri yurt dışına kaçmaya teşvik ettiği iddiasıyla jurnallendi. Bunun üzerine II. Abdülhamit, daha önce Meclis-i Meşayih üyeliğine tayin ettiği şeyhi 1900’de memleketi Erbil’e sürgüne gönderdi. 

Sürgünle ilgili bir başka iddia ise Abdülhamit’in gittikçe popülerliğini artıran ve ileri gelen pek çok kişinin ziyaret ettiği şeyhi sürgüne göndererek tarikatı dağıtmak istemesiydi. Ayrıca şeyhin İttihat ve Terakki ile ilişki içinde olduğu ve sürgünün asıl nedeninin bu olduğu belirtilmektedir. 

Esad Erbilî mektuplar vasıtasıyla müritleriyle irtibatını devam ettirmiş ve ancak II. Meşrutiyetin ilanıyla İstanbul’a dönebilmiştir. İstanbul’a döndükten sonra ise Cemiyet-i Sufiyye’nin kuruluş çalışmalarına katılmıştır. 

 Bu dönemdeki yazılarında Abdülhamit idaresini kötüleyerek meşrutiyet yönetimini ve meşrutiyet taraftarlarını yani İttihatçıları övdü. Bu durum şeyhin sürgününün Abdülhamit karşıtlığı ve İttihatçılara yakınlığından kaynaklandığını göstermektedir. 

Esad Erbilî, cumhuriyet rejiminin hışmından da kurtulamadı. 1925’teki Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra Erenköy’deki evinde gözetim altında tutuldu. Cumhuriyetin “31 Mart Olayı” denebilecek Menemen Olayı’ndan sonra da tutuklandı ve yargılanarak oğlu ile idama mahkûm edildi. 

Oğlu idam edilse de Esad Efendi’nin cezası yaşlılığı nedeniyle ömür boyu hapse çevrildi ve yattığı hastanede vefat etti. Onun, devrin iktidarı tarafından zehirlendiğine dair iddialar da vardır. Cenazesi ailesine verilmedi ve daha sonra Menemen’de mezarının bulunduğu arsaya cami inşa edildi. 

Halidilerin sürgün hikayelerinden çıkarılacak ilk sonuç, Mevlâna Halid’in “yedi şartına rağmen” halifelerinin buna riayet etmemeleri ve devletle bütünleşmeleridir.  

Devlet, Halidi tekkelerini “ihsan ve atıyye” ile destekleyerek Bektaşilerin tasfiyesiyle ortaya çıkan boşluğu doldurmak, manevi yönü güçlü bir devlet portresi çizmek ve halka ulaşmada onlardan yararlanmak istemiştir. Sonuçta bu durum Halidilerin zamanla devletin himayesine girmeleriyle sonuçlanmıştır.

Devletle bu derece içli dışlı olmalarına rağmen Halidiler de takip, jurnal ve sürgünlerden kurtulamamışlardır. Bunu sadece bazı kişilerin kıskançlığı ve kinleriyle açıklamak mümkün değildir. Asıl nedenin Osmanlı resmî ideolojisiyle ilgili olduğu çok açıktır. 

Osmanlı ideolojisine göre “devlet her şeydir ve padişahlar, nizam-ı alem için kardeşlerini ve çocuklarını bile feda etmişlerdir”. Dolayısıyla Osmanlı yaklaşımında “din de devlet içindir”. 

İnalcık’ın ifadesiyle padişah, “köylerden vakıflara, saraydan medreseye ve ilmiyeye kadar” her şeyi kontrol eder. Bu yönden Osmanlı padişahları, İslam tarihinin en merkeziyetçi ve mutlakiyetçi hükümdarları olarak değerlendirilmiştir. 

Bu temel zihniyet ve yaklaşım, padişah değişse bile devam etmiştir. Abdülhamit zamanında tekkelerle ilgili olarak hazırlanan raporlar ve jurnaller bu doğrultuda Sünni tekkelerin de yakından izlendiğini göstermektedir. 

Halidiler gibi 19. Yüzyıl boyunca cazibe merkezi olmuş bir tarikat da devletin destekçisi olsa da 1828’den itibaren sürgünlerle karşılaşmıştır. İslamcı kimliğiyle bilinen Abdülhamit de resmî ideolojiye uygun olarak “muhalif gördüğü” Esad Efendi’yi sürgüne göndermiştir. Bütün bunlar Bektaşilerin tasfiyesinde olduğu gibi Halidi sürgünlerinin de asıl nedeninin Osmanlı devlet ideolojisi olduğunu göstermektedir. 

Kaynaklar: H. Algar, “Halid el-Bağdadi”, “Halidilik”, S. Uludağ, “Anadolu’da Halidilik” DİA; C. 15, ;  R. Kılıç, “Osmanlı Devleti’nde Yönetim-Nakşibendi İlişkilerine Farklı Bir Bakış: Halidi Sürgünleri”, Tasavvuf, 2006, S. 17; Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi Sempozyumu, Ankara, GÜ Yayınları, 2014; V. Göktaş, Muhammed Esad-ı Erbilî, Ankara, 2013, İlahiyat.  

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Sayin Hicam bu değerli yazınız için çok teşekkür ederim. Ancak yazıdan anladığım şu ki günümüze gelinceye kadar bütün tarikat ve cemaatlar bir şekilde belli oranda siyasetle iştigal etmişler ve bu yüzden devletin hışmına uğramışlar. Bu tarihi ibret vesikasını günümüzdeki cemaatlar ve tarikatlar hiç dikkate almadığı gibi son 10 yıldır yaşanan hadiselerden de gerekli dersler çıkarılmamış olacakki hala devletle müsbet veya menfi anlamda ilişkilerini sürdürüyorlar. Hizmet hareketinin başına gelenler de aslında bu tarihi döngünün bir parçası. H.efendi bu konuda en hassas olan birisi olmasına rağmen hizmetin bugünkü geldiği nokta da ortada. Bu acaba şimdilerde hizmet içerisinde özellikle de yönetici ve karar verici konumdakilerde nasıl değerlendiriliyor, merak esiyorum. Umarım sizin bu yazılarınızı okuyorlardır. Ama H.efendiyi bile dinlemeyip kendi tevilleri ile hizmeti bu duruma düşürenler sizin yazılarınızdan da hiçbir şey anlamaycaklardır. Zaten okuyacaklarını da zannetmiyorum. Saygılar.

  2. “Mevcut Türk tarihi tahriftir. Çoğunlukla İngiliz kaynaklıdır.”

    Yine aşağıdaki hadisler ışığında tarih metinlerini daha dikkatli yazmanız gerektiğini hatırlatmak isteriz:

    Ölülerinizin iyiliklerini, güzelliklerini anın ve kötülüklerini sarfı nazar edin.” (Tirmizi, Sünen, Cenaiz, 33, II/215; Ebu Davud, Sünen, Edeb, 49, IV /275.)

    “Bir arkadaşınız öldüğü zaman onu bırakın, onu gıybet edip ayıplamayın.” buyurmuştur.(Ebu Davud, Sünen, Edeb, 49, IV /275)

  3. “Halidi Bagdadi” şirk in tecessüm etmiş halidir” diyenler var ve gerçekten de kaynakları ve delilleri çok sağlam. Hocam Bu konuda da bizi aydınlatırsanız seviniriz.inş

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin