YORUM | AHMET KURUCAN
(Fetva Sorunu Yazıları-7)
İmam nikahı kavramının Osmanlı’dan başlayarak günümüze uzanan tarihi sürecini anlatmış, kanunen yasaklanmasına rağmen bu işlemin devam etmesinde kalmıştık.
Sorularla başlayayım: Devletin çok evliliği yasaklama yetkisi var mı? Allah’ın kutsal beyanında cevaz verdiği, “İkişer üçer dörder evlenebilirsiniz” dediği bir uygulamayı devlet hangi hak ve yetki ile yasaklayabilir? Diyelim ki yasakladı, evleneceği kadının rızası istikametinde kanuna karşı hile yaparak ya da cezai müeyyidelerini göze alarak Müslüman bir erkek imam nikahı ile evlilik yapamaz mı?
İlk soru ilmi mirasımız içinde çok yoğun tartışmaların olduğu bir konudur. Güncelliğini hiç yitirmediği için de tartışmalar hala daha devam etmektedir. Müstakil nice çalışmaların yapıldığı, master ve doktora tezlerine konu olan bu hususu köşe yazısının hacmi içinde anlatmak zor. Ama deneyeceğim.
İki ayrı açıdan ele alabilirim konuyu. İlki gerçekten Nisa suresi 3. ayette geçen “Beğendiğiniz kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın” beyanıyla Allah çok evliliği emir mi ediyor, tavsiyede mi bulunuyor yoksa o sosyo-kültürel ortamda var olan bir şeyi konjonktürel olarak kabul mü ediyor? Daha farklı bir ifadeyle şöyle diyebilirim, bu beyan Allah’ın normatif/teklifi alanda bir emri veya tavsiyesi midir yoksa nüzul toplumu içinde zaten uygulanagelen bir adeti kabulü müdür? Soruların devamı var ama yeri burası değil. Bunu ilerleyen zamanlarda müstakil bir yazı silsilesinde ayrıca ele alabilirim.
İkinci açı fetva sorunu yazı dizisinin geldiği bu noktada hemen cevaplanması gereken bir husus. Kısaca ifade etmeye çalışayım. Devletin ya da toplumsal birlikteliği yürütme adına herkesin kabullendiği sözleşme kurallarını hayata taşıma makamında bulunan otoritenin çok evliliği yasaklama hakkı konusunda ulema ikiye ayrılır. Gazete köşesinde yazıyorum, fakındayım, birçok kavrama okuyucularımız muttali olmayabilir ama ulemanın görüşlerini anlayabilmek onların meseleyi ele aldıkları usul üzerinden anlatmakla mümkün. Dolayısıyla birazdan okuyacağınız satırlar usulü fıkhın hem kavramlarını kullanacak hem de ulemanın istinbat metodu ve düşünce üretim sistemini nazara verecek.
İlk grupta yer alan ulema cevaz ya da mübah alanı dediğimiz kapsam içindeki uygulamaları şer’i hüküm kategorisi içine koyar. Buna göre ef’ali mükellefin kendi içinde bir sıralama ile haram, mekruh, mendup, vacip ve mübah/cevaz kavramları ile ifade edilir. Çok evlilik mübah kategorisi içinde yer alır ama mübah da olsa tıpkı diğerleri gibi şer’i hükümdür ve devlet erki şer’i alana müdahale edemez, ayet, hadis ve sahabe uygulaması ve ulema içtihadı ile sabit olan çok evlilik hakkında farklı bir hüküm veremez.
İkinci grup ise tam aksini söyler. Onlar da çok evliliğin mübah ya da cevaz alanı içine giren fiillerden olduğunu kabullenir ama ulaştıkları sonuç şudur: Devlet erki bu alanda gördüğü lüzum üzerine geçici ya da daimi olarak sınırlama getirebilir veya bütünüyle yasaklayabilir. Uzun sözün kısası, Müslümanların fıkhında çok evliliği devlet hangi hak ve yetki ile yasaklayabilir sorusunun cevabı işte bu usulî temel üzerinde tartışılır.
Benim bu konuda durduğum yer mübah alanda yerini alan eylemler üzerinde devlet erkinin yasaklama yetkisinin bulunduğu istikametindedir. Yalnız bunu derken söz konusu yasaklamanın toplumların iç ve dış hayat şartları, konuyu direkt ya da dolaylı olarak alakadar eden lokal, bölgesel ve küresel faktörler, gelenek-görenek, örf ve adetler, erkek-kadın nüfusu arasındaki oranlar ve benzeri başka sebeplere göre değişikliklere konu olabileceği gerçeğini gözardı etmiyorum. Aksine çok evliliği yasaklayan devletlerin siyasetçilerinden hukukçularına, sosyologlarından psikolog ve pedagoglarına varıncaya kadar konu ile teması bir şekilde bulunan bütün ilmi disiplinlerden uzmanların bir araya gelerek uzun tartışmaları neticesinde bu sonuca vardıklarını ve kanunlaştırmanın bu eksen üzerinde yapıldığını düşünüyorum. Bu bağlamda söz konusu yasaklamanın İslam’ın ana umdesini teşkil eden İlahi maksatlar ve insanların maslahatlarına aykırı olmadığı kanaatindeyim.
Daha farklı bir anlatımla, İslami değerlerin öncelendiği bir yasamanın söz konusu olduğu ve o yasaların yürürlükte olduğu bir zeminde bu yasaklamanın yapılabileceğinden söz ediyorum. Nitekim HAK olarak bilinen ve 1917 de yayınlanan Hukuk-u Aile Kararnamesinde kadının nikah akdinde kocasına ömür boyunca başka birisi ile evlenmeyeceği şartını koşabileceği kayıt altına alınmıştır. Uygulama zamanı çok kısa olan bu kararname Cumhuriyet Türkiye’sine geçildiğinde çok evliliğin ancak hâkim izniyle yapılması önerisine konu olmuştur. Ahval-i Şahsiyye Komisyonunda getirilen bu hâkim izni önerisini kabullenilmemiş ve kanunen çok evlilik yasaklanmıştır. Aynı dönemlerde başka Müslüman ülkelerde de benzer uygulamalar vardır. İlk eşin izni ve rızası, hastalığı, kısırlığı, kocanın ekonomik gücünün yeterliliği gibi ilave şartlar ileri sürülmüştür.
Burada asıl problem defalarca ifade ettiğim gibi İslam fıkhının yürürlükte olmamasıdır. Şunu diyebilirsiniz, İslam fıkhı yürürlükte olsaydı da yine çok evlilik sizin bu yazdıklarınıza ve tercihinize göre yasak olacaktı. Evet doğru ama Müslüman muhayyile bunu aşamıyor. İki sebep ileri sürüyor. Bir, yürürlükte olan hukuka benim hukukum diyemiyor. Aksine şunu diyor: “Şu anda ülkemizde, ‘dünyanın en tuhaf durumu’ yaşanmakta. Ülkemizin nüfusunun yüzde 99’u Müslüman’dır. Ancak gel görelim ki, bir tek ‘İslamî kanun’ yoktur. Yani kaynağını doğrudan Kur’an’dan ve hadisten alan bir tek kanun yoktur.” Sonra ilave ediyor: “İtalya’dan ceza, İsviçre’den medeni, Almanya’dan ceza yargılaması, Fransa’dan idare hukukunu aldık.” Hatta daha kolay anlaşılsın düşüncesiyle bu durumu şöyle tablolaştırıyor: “Türk vatandaşı; İsviçre Medenî Kanunu’na göre evlenen, İtalyan Ceza Yasası’na göre cezalandırılan, Alman Ceza Muhakemeleri Usulü yasalarına göre yargılanan, Fransız İdare Hukuku’na göre idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.” Zihinlerde oturmamış fıkıh/hukuk düşüncesinin insan söylettiği sözlerdir bunlar ama ne yazık ki bu zihniyet hakimdir toplumuzda. Böyle olunca Müslüman her ne kadar yürürlükte olmasa ve hukuki bir müeyyidesi bulunmasa da fıkıh kitaplarından ya da fetvalardan seçtiği hükümlerle imam nikahı ile ikinci evliliğini gönül rahatlığı içinde yapıyor.
Bu son cümle benim yukarıda iki sebep diye ifade ettiğim sebeplerin ikincisini oluşturuyor. O da şu: Müslümanın ikili, üçlü, dörtlü, beşli meşruiyet arayışı ve çabası. Kanunen yasak olan bir şeye dinen caiz demesi, ahlaken yanlış olan bir şeye nefsinde cevaz bulması ve işine nasıl geliyorsa onu ön plana çıkartıp ama’larla başlayan cümlelerle kendine alan açması. “Tamam kanunen yasak ama dinen caiz.” Veya “Doğru söylüyorsun ama ahlaken bir mahzuru yok.” Ya da “Haklı olabilirsin, bu konuda ayet ve hadis var ama bizim cemaatin hocası onlardan bu sonucu çıkartmıyor ve caiz diyor.” Ve nihayet: “Amenna ama hangi devirde yaşıyoruz, kim ne derse desin ben bunun caiz olduğuna inanıyorum.” Evet bunlar gündelik hayatımızda defalarca duyduğumuz belki kendimizin de söylediği cümleler değil mi?
Burada bırakayım. Bir sonraki yazımda nasip olursa hukuk sisteminde yasaklanmış olmasına rağmen kanuna karşı hile yaparak ya da cezai müeyyidelerini göze alarak Müslüman bir erkek imam nikahı ile evlilik yapamaz mı sorusuna ele alacağım. Kaldı ki fetva sorunu seri yazılarının çıkış noktası zaten bu soruydu.
Hocam,
Sizinde alıntıladığınız üzere, aşağıdaki cümlelerin hükmü dolalı yaklaşık 10 yıl oldu üstelik.
“İtalya’dan ceza, İsviçre’den medeni, Almanya’dan ceza yargılaması, Fransa’dan idare hukukunu aldık.”
Avrupa Birliği Bakanlığı diye bir bakanlık var, Bakanlık düzeyinde ele alınıyor bu, 35 fasılla, onbinlerce sayfa mevzuat tek tek irdelenerek uyumlaştırma yapıldı, hani olur ki duymayan olur, yapılmaya da devam ediyor.
Yani, öyle farklılık falan da kalmadı. Bir yönüyle kadük kaldı sözleri. Cehaletlerini revize etmeleri gerek.
Merak edenler için, buyursunlar baksınlar.
https://www.ab.gov.tr/muzakere-fasillari_62.html
Cehalet dedim açmam gerekte bunu…
Yetimin hakkını çok yakından ilgilendiren, bu toprakların en büyük sorunlardan biri olan bu para işlerinin, devlet ayağına bakan kısmını düzenleyen bir kanun var.
Mali Anayasa diyeceğimiz 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu 2003 yılından beri yürürlükte.
Bir önceki 1927 den beri yürürlükte olan, 1050 sayılı Muhasebe-i Umumiye kanunuydu, 2003 e kadar.
Bu Osmanlı birikimini de taşıyan bir kanundu, şeri hükümlerin uygulandığı Osmanlının son dönemi uygulamalarının bir çeşit taşınmasıydı yeni Cumhuriyete.
Kamu da, aklı başında biri 1050 süperdi, 5018 tu kaka batıdan mı geldi diyor. Demiyor elbet. İlahiyatçı diyor mu. Aklına bile gelmiyor. O ne ki diye ilk defa duyuyordur da çoğu. Duysa da, bir vatandaş düzeyinde bilgi sahibi olduğundan şüphem yok.
Kızdığım bilmemesi değil, bilemez, nereden bilsin, lakin herşeyi biliyormuş numarası özellikle bu İslami çevrenin bilgeliğine soyunanlarda çok rahatsız ediyor. E ticari, mali olarak ayrım yapacaksan batı hukuku ayrıydı, islam hukuku ayrı diye, al kardeşim oku yazacaklarımı derim.
Al işte kardeşim, yetimin hakkını savunma cephesinden en basitinden ele alalı, Batıdan birebir çevirdiğimiz, Mali Anayasa diyebileceğimiz 5018 sayılı yasa da neler var neler.
Hesap verilebilirlik, şeffaflık, etkililik, ekonomiklik, verimlilik ve ötesi güzel bir denetim sistemi öngörüyor.
Bu kelimeler dostluk, barış gibi afaki değil, erbabının kaleminde, harcamalar bunlarla öyle güzel irdelenir, öyle bir yerden yere vurulur ki harcamalarda haddi aşanlar, gıkı çıkamaz feriştahının, ancak saklarlar, bugün onca eksikliğine, sistem baskısı nedeniyle filtrelenmesine rağmen Sayıştayın raporları nasıl ses getiriyor değil mi? E Sayıştayın özü 5018 sayılı kanun.
Sayın Kurucan, örnek üzeniden kastım şu, bu soyut konuşma dönemi bitmeli bazı konularda, artık ne kardeşim kastım aç fasıl fasıl konuşalım deme zamanı, mesela örnek ver deme zamanı.
Bende o bahsettiğiniz zevata yönelik, gel bakalım kardeşim, mesela al şu mali yönünü ele alalım dedim.
Şeri dönem Osmanlının izlerini de taşıyan, en köklü kanunumuzda 1050 de yetimin hakkı bu kadar güzel savunuluyor muydu peki?
Bu soruyu muhatabına soruyorum elbette. Yoksa, bahsettiğiniz o zevat, neyi anlattığımı dahi bilmez. Bilmemesi sorun değil demiştim, ama bilmiş gibi yapması.
Bugün, İslam fıkhını ayrı görüp, batı hukukunu ayrı görenlere sorum şu? E öylede kardeşim, tam olarak bir koy bakalım, aç başlıklar, tektek yaz.
Neresi ne kadar uymuyormuş senin kafandaki İslam Hukukuna. Oradan başlayalım.Nereden biliyorsun, İslam hukukuyla batı hukukunun aslında örtüşmediğini büyük oranda.
Hadi diyelim farkları koydun da, yine örneğim üzerinden gidersek,
İhracatta ithalatta, navlunlar, konişmentolar, aracı bankalar, komisyoncular, leasingler, garantörlükler var oğlu var.
Emeğin, sermayenin, malların serbest dolaşımı, küreselleşme denen bir kavram var.
Buna, birilerinin yaptığı gibi, tu kaka küreselleşme olarak mı ele alacaksın, yoksa kolları sıvayıp, bu kaçınılmaz öyleyse buna nasıl adapte olabiliriz, nasıl bizcesini içine sokabiliriz mi diyeceksin.
Şu ankilerin diyemeyeceğinden eminim, zira o tren kaçtı, derin bir bilgi, eğitim nosyon gerekirdi. Bu saatten sonra yapılamaz da hadi diyelim, bir sonraki nesli böyle yetiştirelim, bari onlar birşey söyler, eleştirirse de tamam eyvallah bu adam hakim iki tarafa da deriz.
“İtalya’dan ceza, İsviçre’den medeni, Almanya’dan ceza yargılaması, Fransa’dan idare hukukunu aldık.” seklinde itirazda bulunanlari ayni cekmeceye koyup cehaletle itham etmek iyi olmamis. Bu kadar da saldirgan olmamak lazim, cünkü sorun büyüge benziyor. Ben düz bir vatandasim bi seylerin hakkini verdigimi vurgulayamam da sorgulama hakkim da vardir diye düsünüyorum. Almanya medeni kanunu kendi mi üretmis, baska bir ülkeden mi almis, baska bir ülkeden almissa nasil bir adaptasyona gitmis, Italya napmis, Isvicre nasil ceza vermis. Misal Almanya kalksa para pul islerini Isvicre gibi yapicam dese, itiraz edenlere de yav cillop gibi kanunlar bizim simdiki para pul kanunlarimizdan daha iyi en azindan dese o adama ne derler? Bu isler burada nasil olmus?
Aslinda bu sorunun cevabi bile yeterli degil adaptasyona ha tamam o zaman yapalim demek icin. Adaptasyon dedigimiz sey bu yil bugdayi icerde üretirsek daha pahali, Ukraynadan ucuza getirelim gibi bi sey olmasa gerek. Bi toplumun gerceklerini ve hedeflerini belirlemeden adaptasyona gitmek hoyratliga da yol acabilir nihayetinde. Ben bunun adalet sistemimize olan yansimalarini degerlendiremem ama toplumuza olan yansimalarini görüyorum. Kimi Kemalist, kimi Iranci, kimi Rusyaci, kimi cemaatci, vallah sasirdik babo.
Hesap verilebilirlik, şeffaflık, etkililik, ekonomiklik, verimlilik ve ötesi güzel bir denetim sistemi… Öyle mi gercekten? Bizden kötü oldugunu kimse söylemiyor da gercekten öyle mi Allah askina. Bu saydiklariniz 2022 Türkiyesinde yasayanlar icin zirve olabilir ama 2022 Isvicresinde Almanyasinda yasayanlar icin gercekten zirve mi?
Allah askina zirve olsa Avrupa bu kadar düsünür, sanatci üretir miydi, bu adamlari ne rahatsiz ediyor da sürekli düsünüyorlar. Hangi hesap verilebilirlik, hangi seffaflik, hangi etkililik dünyanin yarisini satin alabilecek kadar zengin olan sahislari durdurabiliyor. Hangi kimsenin aklina gelmeyen kanun maddesi mesela Almanyada siyasi partilere milyarlik bagislarda bulunan holdingleri durdurabiliyor?
Berlinde parlamentonun etrafina yuva yapmis sirket lobilerine bir bakin adamlar nasil calisiyor. Valla seffaf, yemin ediyorum seffaf, gözlerimizin önünde oluyor her sey. Bavyeranin köylüsü ile Baden-Württembergin Daimlerinin oyu ayni olsa nolur sanki! Var mi bu kahrolasi carki durduran?
Almanya bu carki durdurmak icin bi yerlerden kanun adapte etse nolur, düzelir mi her sey. Yav motoru surdan, bilmem nesi surdan diye TOGG´u da o kadar tu kaka ettik bi de. Neyse ne TOGG ne Golf, en iyi benimkisi gibi tabanvay.
Sayın Kurucan’ın yorum ve değerlendirmeleri çok faydalı oluyor.
Buradan benim çıkardığım sonuç şu: Aslında devrin şartları “istemesek ve beğenmesek de” çağdaş normların ve devletin koyduğu kuralların (kanun) kabul edilmesini gerektiriyor.
İkinci önemli husus ise (bu benim çıkarımım) Müslüman toplumların ahlak bekçiliğinden ve özel hayata müdahaleden vazgeçmeleri gerekiyor. Bu tür konularda mangalda kül bırakmayan Müslüman kitle uygulamada çok farklı tavırlar sergileyebiliyor. Rüşvet, yolsuzluk veya özel hayatındaki problemli davranışlar çok yaygın bir şekilde görülebiliyor.
İşin acı tarafı, camia içinde bile belli konumlardaki insanlar çok rahat ikinci evlilik yapıyor ve bu duruma kimse tepki göster(e)miyor. Ve bu durum “herkesin bildiği sır” oluyor.
Ama mesela bir öğretmen (erkek veya kadın) eşinden bile ayrılsa ağır yaptırımlara maruz kalabiliyor.
Diğer cemaat ve tarikatlar ise ayrı bir garabet.
Elbette bu hamur çok su götürür. Onun için ince eleyip sık dokumak lazım.
Bize bu zihin jimnastiğine izin verdiği için sayın yazara çok teşekkürler.
Sahsen egitimde müfredata girmedikce, hic olmazsa psikoloji dersinin konusu olmadikca veya evlilik öncesi sertifika almadikca birinci evlilige bile karsiyim. Ve burda devrin sartlari asla ölcü olamaz. Onun bizi götürecegi yer Avrupa ve orada da evliliklerin yarisi bosanmayla sonuclaniyor.
Zaten götürdü de. Bugün evliliklerde anne-babanin rolü sadece folklorik. Allahin emri peygamberin kavli de folklorik, verdim gitti de folklorik. Kimsenin kimseyi verdigi yok. Oglanla kiz coktan anlasmis. Anlasmis da duygusalligin kol gezdigi bir atmosferde kriteri kim arar?
Avrupanin dogru es secme kriterleri, erkek-kadin iliskileri de bi kere bize uymuyor. Bize dediysem Islamin bizden istedigi iliskilere uymuyor. Dolayisiyla dügünlerin bi kere sahibi yok, evliliklerin hakemi yok, nasil olsun, adami sen folklorik figüre dönüstürmüssün!
Burada ister istemez bir „biz“ ve „onlar“ ayrimini yapmak zorundayiz. Onlar kendi caplarinda bir sistem kurmuslar, bosanmalari da göze almislar ve kendilerince aldiklari önlemler var, bir sekilde günü kurtariyorlar. Günü kurtarmaktan anladiklari da aslinda ekonomiyi ayakta tutmak. Kalifiye isci alirsin, mülteci alirsin, sorunu cözersin. Bu önlemleri siz bizdeki bosanmalarda kullandiginizda ise yaramiyor. Bizim derdimiz emekli ayliklarini karsilayacak genc nüfus degil sadece.
Sorun nasil cözülür? Modernizmle dinin karsilasmasiyla ilgili bir ton konu gibi bunun cözümü de zor. Etraflica ve belli bir angajman icinde olmadan kafa patlatan düsünürlere ihtiyacimiz var. Bu düsünürler olmadan aman efendim ahlak bekciligi yapiyoruz, özel hayata müdahale ediyoruz gibi sitemler bana samimi gelmiyor, bir kuyruk acisinin tezahürü gibi anliyorum ben bunlari maalesef.
Adam senin koskocaman bir medeniyet problemini cözemez, ama dünyanin her tarafinda gecerli olabilecek basit ahlaki sorunlari dile getirebilir. Buna yaparken asiriya gitmesi, orta yolu kaybetmesi baska bi seydir. Ama hic kimse bunlari cözmeden ahlaktan bahsetmesin diye insanlarin agzini kapatamayiz.
Bi kere ferdiyetciligin kendine göre arti eksileri oldugu gibi sosyal toplumun da kendine göre arti eksileri vardir. Dolayisiyla kalabalik bir ailede veya birbirini tutan bir mahallede ahlaki degerlerin toplum icinde denetime tabi tutulmasi kacinilmazdir. Istemezseniz ferdiyetci bir toplum olur ve onun eksileriyle ugrasirsiniz.
Bi de herkesin gözü önünde ikinci evlilik yapan cemaat mensubu kisilerden bahsetmissiniz. Ahlak bekciligi varsa bu insanlar bu evlilikleri nasil yaptilar. Diger önemli buldugum sorun da su: Avrupali bir kanun cikarirken kendi toplumundan yola cikar. Siz bu toplumun icinde yasadiginizda kör noktalar cikar.
Düsünün ki bir adam ikinci evliligini yapmazsa zinaya basvuracak. Resmi nikahli karisi da herhangi bir sebeple, ister cocuklarini öne sürerek, ister Müslümanlikta yeri var diyerek, ister intikam duygulariyla bosanmayi düsünmüyor. Adam geldi bir imama durumu anlatti. Napsin bu imam, tamam gel kiyalim mi desin, devlet yasakladi mi desin. Veya napalim o kadina bosanmasi icin baski yaparak mutsuz mu edelim?
Ben burda ikinci evliligi isteyen adamdan yana tavir koyarak söylemiyorum bunu. Cevabi tam olarak bende de yok ve verdigim örnek kötü de olabilir. Ama biliyoruz ki, bir sekilde sizi hesaba katmayan bir hukuki sistemin icine dahil olursaniz kendi hükümlerinizden vazgecmeniz sizi daha da magdur, daha dogrusu daha da günahkar bir duruma sokabilir. Dolayisiyla imam nikahi kimi yerlerde bir rahmet olarak da tecelli edebilir.
Misal Almanyada mültecisiniz, Jobcentera gecerek „sosyal yardim alan“ konumuna gectiniz. Bircok konuda Alman issizlerden daha magdur olacaksiniz. Cünkü o kanunlar konulurken siz hesaba katilmadiniz. Bu bakimdan imam nikahini gözden düsürmek icin Osmanli Devletinden girip Fransadan Isvicreden cikmak bana ayaklari basan bir davranis gibi gelmiyor.
Beni en rahatsiz eden kismi ise su: Son zamanlarda cemaat icinde ahlak kurunda bir yükselme oldu. Sekilcilik ahlak karsisinda deger kaybediyor, cok güzel bi sey dedigim yok, ama ahlakin onsu yükselmisken kurcalamak istedigimiz her seyi onunla kurcalayalim ki, kimse itiraz edemesin stratejisi güzel bir strateji degil. Bakin ne güzel söylemissiniz: Ahlak bekciligi! Is maalesef oraya gidiyor.
Celal Bey,
“İtalya’dan ceza, İsviçre’den medeni, Almanya dan ticaret hukukunu aldık” demek 1920 ler için bir tespit iken,
2020 lerin Türkiyesinde, bu cümleyi aynen kullanmak bir cahillik alametidir. Elbette, aynen kullanmada bağlamım, bunu tam şu an böyle kabul etmektir. Cehaletle itham etmemde bundan dolayıdır.
Ne İtalyanların hukuku o zamanki hukuk, ne Almanın, ne İsviçrenin.
Nitekim özünde, iki temel hukuk sistemi varsa batının, biri Anglo-Sakson hukuk sistemi olarak geçer, diğeri Kıta Avrupası.
Kıta Avrupasından kasıt genel Avrupadır, özü zaten hep Roma hukukudur.
Birini birinden aldık, diğerini diğerinden derken sanki, bu ülkelerin bahsi geçen hukuk sistemlerine de birbirinden çok farklıymış gibi sunmak zaten başlı başına bir ilüzyon, kanunlarda amaçladıkları ruh aynı.
Kaldı ki o aldığımız Almanya gitti, 2. dünya savaşı sonrası yepyeni bir Almanya olarak geldi. Fransa desen İtalya desen hakeza.
Biz burada, “İtalyadan ceza hukuku aldık” derken dahi, aslında o zamanki ceza hukukunun şu an ki mevzu İtalyan hukukuyla aynı olduğu hatasına düşürülüyoruz.
Hatta, daha da açık edersek durumu, Cumhuriyetle birlikte Türkiye ilk yıllarda aldığı hukuk sistemi, o zamanın İtalyasının, ozamanın Almanyasının, o zamanın İsviçresinin hukukuydu. Elbette kanun ruhu, amacı sabit kalmak şartıyla, değişen, adapte edilen çok şey oldu.
Nitekim, bu her kanunda böyledir ve kanunun ilk maddesinde amacı belirtilir ve bu kanunun amacı, şu şu şu diye belirtilir. Bir ruhu olur kısaca her kanunun. Ve evet o ruh kolay kolayda değişmez.
Bugün o ruh dahi pozitif anlamda bayağı değişti de diyebiliriz hatta, devlet birey ilişkisinde bireyin lehine değişimler oldu. Ama oldu işte değişti.
Şimdi soruyorum o zevata, hadi diyelim ki, 1923 in ilk on yıllarında yaptığınız tespitler doğruydu diyelim, yahu neler değişti neler, bu tespiti şu anki batı hukukuyla nasıl bir tutabiliyorsunuz.
Deliliniz nedir, ortaya koyun. Açıklayın geniş geniş. En temel ilkelerin neresinde yanlışlık var.
Celal bey, benim gördüğüm şu, ortada büyük bir farklılık varmış gibi sunmak.
Bu sunmak bilgisizlikten kaynaklanıyorsa cehalet, kasten ise zaten bir çeşit araç.
Bugün siyasal islamcıların yaptığı gibi.
Bakın bir örnek üzerinden gidelim, bırakalım yasaları, onların dayandığı Anayasalardan birine bakalım, bugün Alman Anayasasının ilk üç maddesi ne diyor;
Madde 1
(1) İnsanın onur ve haysiyeti dokunulmazdır. Tüm devlet erki
ona saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür.
(2) Alman Milleti, bu nedenle dokunulmaz ve devredilmez insan haklarını, yeryüzünde her insan topluluğunun, barışın
ve adaletin temeli olarak kabul eder.
(3) Aşağıda belirlenen temel haklar, yasama, yürütme ve yargı
organlarını doğrudan doğruya bağlar.
Madde 2
[Yaşam hakkı, kişiliğin korunması, kişi özgürlüğü]
(1) Herkes başkalarının haklarını ihlal etmemek, Anayasal düzene veya ahlak kurallarına aykırı düşmemek koşuluğuyla,
kişiliğini serbestçe geliştirme hakkına sahiptir.
(2) Herkes, yaşam ve beden bütünlüğünün korunma hakkına
sahiptir. Kişi özgürlüğüne dokunulamaz. Bu haklar, ancak
bir yasaya dayanarak sınırlandırılabilir.
Madde 3
[Yasa önünde eşitlik; ayırım yasağı]
(1) Bütün insanlar yasa önünde eşittirler.
(2) Erkek ve kadınlar eşit haklara sahiptirler. Devlet, kadın ve
erkeklerin eşitliğinin gerçekten sağlanmasını özendirir ve
varılan dezavantajların giderilmesi için çaba gösterir.
(3) Cinsiyeti, soyu, ırkı, dili, yurdu ve kökeni, inancı, dini veya
siyasi görüşleri dolayısıyla hiç kimse mağdur edilemez ve
hiç kimseye imtiyaz tanınamaz. Hiç kimse özür ve sakatlığından dolayı mağdur edilemez
Peki, Türk Anayasasının ilk 3 maddesi ne diyor;
Madde 1 – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
i
Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde,
insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan,
demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
Madde 3 – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı “İstiklal Marşı”dır.Başkenti Ankara’dır.
Şimdi bırakalım, ticaret-medeni-borçlar-ceza-idare hukukunu, onların dayandığı Anayasalar arasındaki farkı gördünüz mü?
Hangisi çok ileri, hangisi İslama çok yakın.
Celal bey,
“idare hukukunu fransadan, ticareti almanyadan, cezayı italyadan aldık” bize uymadı diyenler, kimi kandırıyorlar. Bu manipülasyonla neyi amaçlıyorlar. Adamların anayasaları dahi insan odaklı, insan hakları odaklı iken, bu küçümseme, hafife alma, bir çeşit, küffar kanunu deme yanıltıcı değil mi.
Elbette, pireyi göstererek yorganı yakma ameliyesi bu.
1923 sonrası Siyasi olayları biliyoruz, şapka kanunu, ınkılaplar, o nedenle diyorum ki, o dönemin siyasi atmosferinin için bir tespittir,
ancak , bugün tam bir cahillik alametidir. Çünkü doğru değildir. Dünün doğru, ama bugünün yanlış tespitidir.
Kaldı ki, artık o kanunlar elli kere şekil değiştirdi, o ülkelerde de halden hale girdi, nitekim bu gün uyumlaştırma yapılıyor, bu karşılıklı uyum sadece AB ile Türkiye arasında değil ki, keni aralarında da var.
Ülkesel farklılıklar her zaman mümkün, ama suçlar ve tanımları hemen hemen aynı.
Artık ne kadar önemli olduğunu bildiğimiz için, gözaltı sürelerinden tut, pek çok şeye, adli ve idari yargılama usulleri, esasları hemen hemen birebir aynı. Suçun tespiti, delilendirilmesi, kovuşturma, soruşturma, infaz pek çok şey.
(Bu Erdoğan Soykırımıyla askıya alınmış, hukuk çöpe atılmış olabilir,ben kağıt üzerinde yazan mevzu hukukumuzu kast ediyorum elbet günümüz itibariyle).
Evet belki tam şu an aklınıza gelmiş olabilir. Az önce yukarıda bizim anayasamızı devletçi, kendini koruyan, daha ilk maddesinde kendisinin ne olduğunu belli etmiş bir anayasa ortada iken ve bir Alman anayasasından yola çıkarak batı hukukunu övdün, ama şimdi aynıyız diyorsun diyebilirsin.
İşte bamteli de orası.
Anayasamızda değişecekti malum osüreçleri biliorsunuz. Şu an buna uymayan şey bizim Anayasamız.
Şu anki haliyle tespitimi maruz görün, batı Anayasası bizim Anayasamıza göre daha şeri dir. Daha İslamiyete yakındır.
Bugün, İslamiyetin ruhuyla batının kanunlarında uyuşmayı gözlemliyorum ben.
Halböyleyken, sanki tam tersi imiş gibi göndermeli ifadeleri söyleyenleri, kasten değilse eğer cehaletle itham ediyorum. Kasten yapanlara sözüm yok, onlar siyasete alet ediyor.
…..
Celal bey, Hesap verilebilirlik, etkililik, ekonomiklik verimlilik ve denetim sistemi üzerinden yazdığım mevzu da sanırım hızlıca okudunuz gözden kaçırdınız. İşte bu kavramlarda bize batıdan geldi.
Eski kanunu değiştirdik, Mali Anayasa diyeceğimiz yeni kanun, 5018 sayılı kanunla bunlar geldi, bunu Avrupa Birliğinden getirdik. Haddim olmayarak, ilgili mevzuat çalışmalarının olduğu dönemde, ucundan kıyısından bizatihi bürokratik süreçlerine şahit olmuş biri olarak görüyorum.
Ve işte bu kavramlar öyle basit kavramlar değil diyorum. Konumuz bu olmadığı için, yeri de olmadığı için ayrıntıya girmiyorum, lakin evet tam da bu ilkeler uygulandığında, ne yetimin hakkı yenebilir, ne amirler, ne siyasi idare öyle keyfince harcama yapabilir.
Daha yeni olmasına rağmen bile, çok ses getirmesi de o nedenle dedim. Yani, o kavramlar bize batıdan geldi.
Merak ederseniz açarımda.
Malum bu yazımın temel noktasını aslında bir de bu yönü oluşturuyor çünkü. Soyut konuşmak. Büyük puntolarla konuşmak. Ama içeriğe girmemek. O bağlamda açarmısınız derseniz hesap verilebilirliği şunu bunu elbette açarım.
Ama gerek yokta sanıyorum. Meramım anlaşılmıştır. Ben soyut konuşmanın bazen aralanması gerektiğini söylüyorum.
O nedenle de, sayın Kurucanın da eleştirdiği, şu cümle;
“Türk vatandaşı; İsviçre Medenî Kanunu’na göre evlenen, İtalyan Ceza Yasası’na göre cezalandırılan, Alman Ceza Muhakemeleri Usulü yasalarına göre yargılanan, Fransız İdare Hukuku’na göre idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.”
kadüktür. Gerçekliğini kaybetmiştir. Şu an birbiriyle entegre olmuş, en azından Türkiye için Kıta Avrupasıyla entegre olmuş,özellikle ceza ve ticaret hukuku vardır.
O nedenle bunu söylemek cehalettir, evet sözümün arkasında duruyorum.
Ve batı hukukunun çoğu şönüyle şeri hukukla örtüştüğünü, en azından Türkiyedeki uygulanan hukuka göre çok daha şeri olduğunu düşünüyorum.
Ve evet konuşulacaksa, nedir bu uyuşmayan yönleri deyip, fikir teatisi yapabiliriz. Ve bu uymayan yönlerin hangisi bizim için elzemdir.
Sayın yazarın dediği gibi, farz, vacip, mübah yönüyle ne derece de bu ayrım bizim için önemlidir.
Buna yok demiyorum. Ve keyifle bunları uzmanlarından dinlemek, varsa fikrimi de söylemek istiyorum.
Aradaki tek fark,ikinci evlilik, mirasta kadına ve erkeğe pay mı, çünkü konu açılınca, bunlar üzerinden gidiliyor.
Oysa fasıl fasıl tek tek açılıp, erbabınca, (bu konuda çok kaygılarım var işte, erbabının, her iki tarafa da hakim erbabın olacağı şüphesini taşıyorum malesef),
Kıta avrupası hukukunun temel ilkeleri ile islam hukuku temel ilkelerinden başlayarak,
uygulamada ki, hukuk hukuk, bölüm bir elden geçirilmeli.
Bu konuda bireysel emekler vardır, olduğunu düşünüyorum ama şuna kanaatim var ki, bu konuda sistemli bir çalışma yok.
Umarım bir gün olur.
Ahmet bey,
Yetimin malinin yenmesi evet oldukca Islam Hukuku kokan bir ifade. Demek ki zamanin Sark ülkelerinde bu büyük bir problem olmus. Evet bizim hayatimiz da degisti ve hesap verilebilirlik, verimlilik, denetim gibi degerler bizim icin de alti iyice cizilmesi gereken degerler haline geldi ve Bati bunlari uygulama konusunda elbette bizden daha Islami.
Bunu Cübbeli Ahmete bile söyleseniz dogru der ve size 2018 yilinda Islami ülkeler siralamasinda Müslüman ülkelerin ilk 40´a bile giremedigini anlatir. Ama aslinda bu apayri bir konu. Hadi Islam ile Batiyi bir kenara koyalim, bir erkek ile bir kadin tasavvur edelim. Erkek bircok konuda kadin hususiyetleri tasiyor olsun, efendim iste sesi ince, pek heybetli degil, narin, ama bu erkek hicbir zaman bir cocuk doguramaz, memesi vardir da emziremez degil mi efendim. Dolayisiyla erkeksi kadinlara ahlaki bir uyarida bulunmak, su erkek kadar olamiyorsunuz diyerek bir hedef vermek mantikli olabilir ama kadina doguramayan, emziremeyen kadin olmayi öneremezsiniz.
Bunun gibi de, geri kalmis Müslüman topluluklari ahlaki acidan uyarmak icin su su ateist ülkeler bile sizi gecti diyebilirsiniz ve ama onlara alin bu insanlarin yasayis tarzlarini almissiniz bari ahlakini da alin bitsin bu is diyemezsiniz. Is biter cünkü gercekten.
Siz böyle uzun uzun hukuki boyutlari ortaya koyarken aklima biyoloji okuyup evrime inanmaya baslayan Müslüman bilimadamlari geldi. Biz burda 200 yildir konusulan konulari tekrar edip dururken, Ukraynayi Rusyadan kurtarirken kafayi hayatini tehlikeye atacak kadar tahta kurusunun bir cesidine ayiran, o tahta kurusunu insandan kurtarma konusunda cok daha büyük bir heyecan duyan bir bilimadamina ne mutlu. Ne mutlu da, ne mercek, ne de teleskop bizi bizden uzaklastirmamali.
Cehalet kadar öngörüsüzlük de basa beladir. 1950li yillardan itibaren Doguda cogunlugu teskil eden Türkler göc etmeseydi, bu bir sekilde engellenseydi, bugün cok farkli bir Türkiye olacakti örnegin. Efendim evet o kanunlar 1923te alindi o ülkelerden ve evet 100 senedir öyle kalamazlardi. Iyi de, bugün Türkiyeyi Eser Karakas´a verseniz, her seyi sifirlayip kanunlarin kimisini Isvecten, kimisini Fransa´dan almayacak mi? Hayrettin Karaman´a verseniz, her seyi sifirlayip kimini Pakistan´dan, kimini Iran´dan, kimini Suudi Arabistandan almayacak mi?
Efendim yetimi korumadaki refleksif ruh, hesap verilebilirligi saglamadaki motivasyon, denetimi oturtmaktan murat her yerde aynidir evet ve fakat biz 19. yüzyilin ikinci yarisinda degiliz artik. Bati kendisi bir yol ayirimindayken biz hala ona yamanamayiz. Batiyla birlikte biz de bir arayisa girmeliyiz, sadece Türk icin Müslüman icin degil, insan icin ve küresel capta bir arayisa girmeliyiz.
Yoksa meselelerden bir kesit alip onu mercek altinda büyüttügünüzde elbette bastan sona haklisiniz. Ama cahillikle sucladiginiz zevati fazla büyütüyorsunuz. Kim ki onlar, bugün merkez bankasi kimin elinde, anayasa kimin elinde, üniversiteler kimin elinde. Bi seylerin basina koyabildikleri insanlarin hepsi kahya kilikli adamlar. Bugün iktidara yapismis bütün dini gruplara hadi size verdik siz koyun kanunlari desek, ne yapabilirler? Ciddiye almaya bile degmez.
Maaşallah arkadaşlar yazının uzunluğu kadar yorumlar yazmışlar tebrik ediyorum. Ama üzülerek belirtmeliyim ki çok uzun oldukları için okuyamadım. Zaten Kurucan Hocamın yazısı da hem uzun hem de benim kapasitemin üzerindeydi.
Benim bu yazıdan çıkardığım sonuç şöyle: O dönemin toplumunda alkol vardı, kumar vardı, hatta zina bile vardı, Ama din bunları yasakladı. Bu yasakları toplum zoraki de olsa kabul etti. Fakat çok evliliği yasaklamadi. Şimdi o günün toplumu buna hazır değildi derseniz haşa Allah’ın gücünün yetmediği anlaşılabilir. Tek eşliliğe EVET ama Allah’ın emrini de kabullenmek gerekir.
Sn. Ahmet Kurucan,
Özü, imam nikahı ve bu nikahla yapılan ikinci, üçüncü, dördüncü evliliklerin cevaziyeti hususunu işleyen yazılarınızı ilgiyle takip ediyorum. Birden fazla evlilik konusu, bilinen insanlık tarihi boyunca hep var olmuştur ve her zaman da tartışılabilen dinamik bir mesele olarak yerini korumuştur. Her ne kadar farklı toplumlarda, birbirine benzemeyen farklı uygulamaları olmuşsa da esas olan sosyolojik açıdan bu toplumsal vak’anın gerçekliğinin değişmediğidir. Dünya’nın doğusunda, batısında, kuzeyinde ve güneyinde de bu durumun sosyal bir olgu olarak varlığı kesindir. Bundan dolayıdır ki, hem klasik, hem modern ve hem de postmodern sosyolojinin önemli başlıklarından biri olarak monogami, poligami adı altında yerini almıştır. Ancak tarihte de, günümüzde de mikro anlamda tek tek bireyler, makro anlamda da toplumlar, bu konunun uygulamasında aşırılıklara, taşkınlıklara düştüğünden ve bu taşkınlıkların da en çok kendilerine zarar vermesinden dolayı uygulamayı ya kısmen ya da tamamen, ellerinde bulunan çeşitli aygıtlarla (sülale, boy, budun, ulus yönetici seçkinlerinin güçleri oranında ya da varsa doğrudan devlet erki aracılığıyla) töre, örf, adet, dini hüküm ya da kanun adı altında hukuki açıdan düzenlemeye çalışmışlardır.
Siz de, konunun İslam dini zaviyesinden, özellikle de fıkıh noktasından hareketle ele alınıp incelenmesine bir yol açmış oldunuz, iyi de oldu.
Dikkat edilirse başından beridir tek konu minvalinde yürümeye çalışıyoruz. Bu konunun biraz daha geniş anlamda hukuki boyutlarına daha giremedik bile, zaten en geniş haliyle burada ele alınamaz, alınmamalıdır da. Konu dar anlamda hukuki yönüyle incelendiğinde, Batı’nın yürürlükteki (mer’iyyet-meriyet) modern ve postmodern hukuklarında da farklılıklar arzettiği görülecektir. Buz dağının görünmeyen tarafında yani toplum içinde uygulamaları yine farklıdır.
Müslüman toplumlarda da konunun işlendiği ana kaynak Kur’an-ı Kerîm’de, Sünnet’te veya İcmâ’da olduğu gibi değildir uygulamalar. Bu hususun, ülkelere göre hukuki yönü ile toplumsal uygulamaları, hatta ilgililerin anlayışları da farklılıklar göstermektedir. Bu çeşitliliklerin ele alınıp irdelenmesinin yeri de burası değildir, çünkü konu gereğinden fazla uzayacak ve hatta okurların dikkatleri dağılacaktır. O halde daireyi iyice daraltarak ilerlemek yöntem açısından daha isabetli olacaktır.
Batı yani Hristiyan Âlemi’nden başlayalım. Teşvik edilmeyen, dinamik tartışma konusu da olan çok evlilik yasak değildi. Yanlış hatırlamıyorsam 800. Yılda toplanan Kilise Meclisi (Konsül) tarafından kesin olarak yasaklanmıştır ve öylece kalmıştır. Modern Batı Hukuku da bu konuyla ilgili kaynağını buradan almıştır ve bu temel üzerine oturmuştur. Bir taraftan çok evlilik hukuken yasaklanarak ailelerin devamını sağlamaya yönelik teminat belgeleri oluşturulurken, diğer taraftan da çok eşliliğin kılık ve isim değiştirerek ya da gizlenerek devam etmesi sonucunu doğurmuştur. Bu da kanun önünde ilişkisi olan erkeğe karşı hiç bir hakkı- hukuku olmayan milyonlarca mağdur kadınların olmasını netice vermiştir, özellikle de büyük savaşlardan sonra mağduriyetler daha da artmıştır. Son üç asırdır Batı’da yazılan kitaplarda da konu çeşitli şekillerde işlenmektedir.
Buradaki amacımız, konunun herhangi bir dinde örneğin, Hristiyanlık’ta, Musevîlik’te ya da İslam’da ele alınış, oluş şeklini övmek ya da yermek değildir, bilakis durum tesbitidir.
Son din İslam geldiğinde, çok evliliklerle ilgili ölçü kaybolmuş, kişilerin olanak ve isteklerine bağlı olarak sayı sınırı kalmamıştı. Kadına bakış da statü bakımından olumsuzdu. İslam, önce bakışı düzeltti ve net bir şekilde çok eşlilikteki sayıyı sınırladı. Tek eşliliği esas aldı, teşvik etti, şartlı olarak da dörde kadar evlenilebileceğine ruhsat verdi. Bu ruhsatın ne zaman kullanılabileceğine, hikmetlerine burada girmenin de bir anlamı yoktur. Kesin olan bir şey varki, o da konuya ilişkin Kur’an-ı Kerim’de ruhsat vardır. Bu ruhsat, ister ilgili kişilerin vicdanlarında, ister toplum nezdinde, isterse de müslüman devlet/lerde asıla yani Kur’an’daki ruhsata muhalif olmamak şartıyla farklı şekillerde nisbeten zorlaştırılarak dengelenebilir ama asla yasaklanamaz. Özellikle son iki asırda Batı’nın da dominant (baskın) hayat ve hayata yaklaşım tarzından oldukça fazla etkilenmelerden dolayı dinde olana yani asıla (asla) bakış fasıllarda değişmeye başlamıştır. Bu da zamanla konulara yaklaşmakta bulanıklığı getirir ki, bu emin bir yol ve yöntem değildir.
Sayın Kurucan,
temelde iki yaklaşımın olduğunu dile getiriyorsunuz.
Birincisi, Allah’ın verdiği ruhsatı hiç bir kişi, devlet ya da yapı iptal edemez, yasaklayamaz.
İkincisi ise, İslam Hukuku’nu uygulayan devlet lüzüm görürse yasaklayabilir. Diğerleri yani İslam hukukunu uygulamayanlar ise çok da söz konusu olmazlar. Siz de daha fazla ikinci görüşe katıldığınızı beyan ediyorsunuz.
Birincisi, duru ve asıla uygun olduğu için söylenecek fazla bir şey yoktur, ölçüler, sınırlar bellidir ve şartlar da büyük bir oranda anlaşılabilir.
İkinci yaklaşım da kendi içinde bir fıkıh mantığı ve felsefesine sahiptir, ancak daha fazla Kur’an-ı Kerim’de kesin olarak geçmeyen mübahlar ve fazla risk, niza oluşturmayan hususlar kategorisinde kullanılan bir yöntem olarak biliniyor diye hatırlıyorum.
Esas sorular da burada başlıyor zaten.
1. En fazla dört olmak şartıyla Allah’ın
vermiş olduğu şartlı ruhsat kesindir. Ruhsat bir emir olmadığı için farz değildir, vâcip değildir, bu anlamda teşvik edilen bir sünnet de değildir ve illa da uyulması gerekmemektedir. Hükmü icmaen mübahtır. Bu durum zaten tek evliliğe yeteri kadar alan ve teşvik sağlamaktadır.
Şimdi kendimize şunu sorabiliriz:
1.Tek eşliliğe yeteri kadar teşvik ve alan varken, kullarını ve hallerini en iyi bilen Allah’ın gördüğü lüzum üzerine verdiği ruhsatı, hangi fâni, hangi ulema ya da devlet gördüğü lüzum üzerine iptal edebilir ya da yasaklayabilir?
2. Mutlak olan Allah’ın verdiği ruhsatı, yine Allah’ın kendisi iptal edebilir. Kur’an’da bu ruhsatın iptal edildiğine dâir açık bir âyet var mıdır? Hadi açık bir delil yoksa kesine yakın ama açıkça kastının bu ruhsatı iptal ettiğine yorumlanabilecek başka bir âyet ya da âyetler var mıdır?
3. Âyet yoksa bu ruhsatın iptalini açıkça ya da imâen “âyet gelmefi ama bana bildirildi” denilerek varid olmuş sahih bir Hadis var mıdır?
4. İslam tarihinde hatırı sayılır, güvenilir ulemanın ittifaken bu ruhsata karşı delillendirerek biz böyle anlıyoruz diye beyan ettikleri aksi bir görüş ya da görüşler var mıdır?
Burada son soru şu olabilir:
Hükmü mübah sınıfında da olsa, varlığı muhakkak olan kesin bir ruhsatın, zorlama değerlendirmelerle, işin aslına eğilmeden bir kısım temeli doğru olmayan yanlış çevresel ve toplumsal yaklaşım ve etkileşimlerle doğrudan iptalini, dolaylı olarak da inkarını çağrıştıracak bir ‘yasaklanabilir ruhsatlar kategorisi’ne sokmak ne kadar doğru ve isabetli olabilir? Bunun nasıl tehlikeli bir netice/ler doğuracağının farkında olamaz mıyız?
Sayın Ahmet Kurucan,
bu sorular kesinlikle sizi ya da kimseyi hedef almamaktadır. Sadece gerekçeleriyle birlikte hep beraber yeniden düşünüp bakış açılarımızı gözden geçirmeye teşvik etmek, oluşabilecek yanlış anlaşılmaların da önünün alınmasına katkıda bulunmak amacıyla yazılmıştır. Konu hassas ve sizin açmış olduğunuz bu yolda katkıda bulunan ve bulunacak olan herkese teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun.
Allah razi olsun, ben de A Kurucana itiraz argumanlarinizin cok gecerli oldugunu dusunuyorum.
Teşekkür ederim, akıl ve vicdanlarda mâkes bulmasına sevindim.
Sorulariniza ve icergidi argumanlara bayildim dogrusu. Yazinin kendisi sizin cevabi yaziniz kadar dogru argumanlara sahip bile degilken, verdiginiz kibar cevaplar icin cok tesekkurler.
Ben teşekkür ederim. Önemli bir kısım hususlarda katkıda bulunmanın üzerimize vâcip olduğu anlar oluyor. Bu konu da böyle bir konudur diye düşünüyorum.
Yorumları tahlilleriyle birlikte okudum pek bir şey anladım ama çözüm odaklı kesin görüşler içermiyorlar hiç biri