ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Vatandaşların devlete karşı görev ve sorumlulukları kadar, devletlerin de vatandaşlarına karşı görev ve sorumlulukları var. Devlet soyut bir kavram olduğu için, önce bu kavramdan ne anlıyoruz, bununla başlamak lazım. Devlet bir kurum, yani insan topluluklarının oluşturduğu birlikte yaşamla ilgili diğer sosyal kurumlar gibi, insanların bir araya gelerek ve organize olarak yaşamlarını kolaylaştırmak, beraber hareket etmenin avantajlarından yararlanmak için oluşturdukları bir organizasyon. İnsanların oluşturdukları tüm kurumlarda karar alma mekanizmaları var ve bu karar alma mekanizmalarının yapısı ve aldıkları kararların niteliği yanında, bu karar mekanizması ve kararların ne süre devam ettiği ve belirli bir çizgiyi ve yönü tutturduğu da önemli bu bağlamda. Bu ön girişten hareketle, devletlerin insanlara belirli artılar sağladığı – güvenlik gibi – ve gerekli olduğu, ortak yaşamı kolaylaştırdıkları – para basmak veya hukuk sistemi sağlamak gibi – ve karar alma mekanizmalarının uzun soluklu kurumsallaşmış bir yapıda olduğu ve yine kalıcı, sürekliliği olan, belirli bir istikamette cereyan eden türden çıktılara sahip oldukları söylenebilir. Bu çerçevede devlet kesinleşmiş coğrafi sınırlar içinde meşru ve merkezi bir güç (iktidar) tarafından bir grup insanın (halk, millet) yönetilmesiyle alakalı bir organizasyon olarak tanımlanabilir.
Bu tanım devlet hakkında bize çok şey söylemez. Zira bu tanımda devletin niteliklerinden sadece teknik ve tanımsal olanları (onların da sadece bir kısmı) ele alındı. Oysa devletlerin nitelikleri çok farklı olabilir. Ve bu nitelikler, devletlerin vatandaşlarıyla ilişkilerini belirler. Vatandaşın devletine karşı görevlerini devlet belirler. Oysa devletlerin demokratik olup olmaması, devletin belirlediği vatandaş görevleri ve sorumluluklarının vatandaşın haklarını savunup savunmadığının ölçütüdür. Devletin vatandaşlarına karşı görevleri tanımlanırken de aynı kıstas geçerli. Dolayısıyla demokrasi ve temel haklar/özgürlüklerin sağlandığı devletlerle örneğin 1930-1940’ların NAZİ devleti aynı kefeye konamaz. Vatandaşın devletle ilişkisinde devlet tarafından “anlatıda” kullanılan en fazla kullanılan kavram sadakattir.
NEGATİF SADAKAT
Her devlet, sadık vatandaş ister. Kimisi sadakati kendisini (sistemi) cazip kılarak sağlar, kimisi baskı yoluyla sadakat elde etmeye çalışır. Demokratik olmayan kapalı toplumlarda devlete sadakat çok üst seviyelerdedir. Bunun iki nedeni vardır. Birincisi insanlar devletten korktukları için hoşlarına gitmeyen uygulamalar olsa da sesini çıkartmaz. İkincisi, vatandaş kendisine devletçe maruz görülen muamelenin doğru mu yanlış mı olduğunu sorgulayabilecek karşılaştırma olanaklarına sahip değildir. Çünkü baskıcı devletler genellikle halkın gözü-kulağı olabilecek potansiyel özgür medya araçlarını kontrolü altına alır ve onu propaganda aracına dönüştürür. Baskı ve zulüm yanında propaganda aracı olan bir medya yoluyla, devletler azami sadakat sağlar.
Ancak azami sadakat görecelidir. Bu sağlanan “negatif” sadakattir çünkü. Çekici olan, vatandaşın faydasını gördüğü, yaşam standartları ve özgürlüklerin yaygınlaşmasıyla sağlanan sadakatse “pozitif sadakat” doğurur. Bu devletler, baskıcı olanlara göre daha uzun ömürlü, daha başarılı, daha zengin ve daha güçlüdür. Demokratik hukuk devletleri hem güçler ayrılığının sağladığı denge mekanizmalarına, hem de insan özgürlük ve haklarına dayalı bir özgür ortama sahip olduklarından, pozitif sadakat sağlar. Hukuk, ekonominin de iyi işlemesine, rüşvet ve kötü yönetimin marjinal seviyelerde seyretmesine yarar. Pozitif sadakat sağlayan devletler daha elastikidir. Oysa negatif sadakate başvuran devletler kırılgan olur.
RASYONEL DEĞERLENDİRME
Devlet bir kurumdur. Kurumlar insanların yaşamını kolaylaştırmak ve onlara bazı avantajlar sunmak üzere tasarlanır. Örneğin vergi vermek, ancak verilen vergilerin avantajını görüyorsanız bir anlam taşır. Eğer toplanan vergilere karşın yaşan seviyeniz ilerlememekteyse, vergi vermeye isteksiz, vergi kaçırmaya meyilli insanların sayısı artar. Oysa toplumda vergilerin hakkını veren ve hizmet üreten bir iktidar algısı varsa, vergi kaçırma oranları düşer. Vergi toplama işini her devlet yapar. Ama her devlet aynı oranda vergi toplayamaz. Devlet vergi toplarken objektif ölçütlerle değerlendirilir. Devlet para basarken de fiskal politikalarını belirlerken de aynı nesnel koşullara göre sınanır. Demek ki aklın yolu birdir. Kimse karşılığını (daha fazla hizmet) almadan daha fazla vergi vermek istemez. Demek ki devleti değerlendirirken, rasyonel davranırız.
İnsan hak ve özgürlüklerinin de durumu aynen böyledir. Değerlendirmesi de aynı rasyonel kafayla yapılmalıdır. Devletler despotlaşabilir ve insan haklarını ve özgürlüklerini bizzat tehlikeye atabilir. Devletlerin her konuda olduğu gibi, insan hak ve özgürlükleri konusunda da vatandaşlarına garanti ettiği standartların yazılı metni anayasadır. Anayasa, devletin aynı zamanda yönetim mimarisidir. Dolayısıyla, devlet vatandaşından sadakat beklerken, vatandaş da devletten anayasada verdiği sözleri (teminatları) tutmasını bekler. Devlet bu sözleri tuttuğu müddetçe sadakat bekleyebilir. Tabi burada demokratik ve şeffaf bir çoğulcu rejimin anayasal düzeninden bahsediliyor. Rusya, İran, Çin veya Venezüella gibi ülkelerin böyle rejimleri yoktur. Bu ve benzeri ülkeler, vatandaşlarından (negatif) sadakat temin etmek için onları cendereye sokar. Bu toplumlarda muhalefet ya hiç olmaz, ya da sadece kâğıt üzerinde olur.
TÜRKİYE’DE DEVLET
Türkiye artık bu tür bir devlettir. 15 Temmuz sonrasında artık anayasa fiilen rafa kaldırılmış, kanun hükmünde kararnamelere dayalı, denge mekanizmalarının olmadığı fiili bir başkanlık rejimi (reisçi devlet modeli) oluşturulmuştur. Yani, hukuksal olarak halen geçerli olan 1982 anayasası ortadan kalkmıştır. Devletin mimarisi de onunla birlikte ortadan kalkmış, yerine keyfiliğe dayanan, tek adam koalisyonu kurulmuştur. Tek adam koalisyonu oksimoron değildir Türkiye örneğinde. Tayyip Erdoğan’ın gücünü yasladığı zemin, nasyonalist derin bir yapıdır. Bu yapıyla füzyona giren İslamcılar, nasyonalist-İslamcı bir diktatörlüğün temellerini atmışlardır/atmaktadır. Türkiye’de bağımsız yargı ve görevini yapabilen bir parlamento yoktur. Anayasa Mahkemesi dâhil, mutlak yürütmeyi frenleyebilecek bir mekanizma kalmamış durumdadır. Böyle hükümet sistemlerine kısaca rejim derler. Çünkü sistem yoktur, sadece keyfi kararlar alabilen mutlak bir güç vardır.
Bu sistem sadakat sağlıyor – bu tartışmasız. Birincisi, aşırı baskılar ve hukuk olmaması olguları, bu sadakatin zemini. Buna korku imparatorluğu da denebilir. Diğeri, olan biten ne olursa olsun, vatandaşa sistemin gaz alıcı haberlerini pompalayan bir medya şebekesi. Bu sayede siysem sadakat üretir tabii. Ama üretilen sadakat, kırılgandır. Her an tepetaklak olabilecek, istikrarsızlıklara gebe, sıkıntılı bir durağanlığa sahiptir. Özellikle de Türkiye gibi doğan kaynakları çok kıt olan, petrolü, doğal gazı, makine ve teknolojiyi dışarıdan alan bir ülkeler, negatif sadakat üretimine uzun süre dayanamazlar. Havlu atar, tükenişe geçerek çakılırlar. Bu devletler, genellikle uluslararası sistemdeki kurtlar sofrasının eline düşer ve en iyi ihtimalle onların oyuncağı olur. En kötü ihtimalde ise parçalanır.
MEŞRU SADAKAT YOK OLDU
Türkiye’de anayasal sistem sona ermiştir ve sadık olunması gereken anayasal devlet ortadan kalktığı için bu yapının meşru dayanakları olan bir sadakat sağlama imkânı kalmamıştır. Afrin’e yürümek isteyen kalabalık ve eğitimsiz güruhlar, savaşı da yıkımı da, hakkı ve hukuku da anlayacak ortamda değiller. Rejimin dilini ve ideolojisini yiyerek beslenen bu şişirme vatanseverlik, gerçek vatanseverlik değildir, olamaz! Hiçbir vatansever, anayasasını ortadan kaldıran bir rejime sadık olmaz. Anayasa, bir devletin tüm meşruiyet dayanağı, çatısı, mimarisi, hatta varlığıdır. Hukuksuzluğun, adaletsizliğin, kaosun ana nedeni, anayasal düzenin ortadan kalkmış olmasıdır. Bu devlete sadık olmak, rejime hizmet etmektir. Oysa rejim, Türkiye’nin meşru varlık zeminini yıktı. Bu nedenle, gerçek sadakat olan anayasaya, anayasal düzene, anayasanın hak ve özgürlükler sistemine sadık olmak gerekiyor. Vatandaş olan insanlar şunu unutmasınlar: vatandaşlıklarının temeli de anayasaca tarif ediliyor. Peki, o anayasa olmadığında, vatandaşlık kalıyor mu?
Yalanın ve manipülasyonun farkına varmanın yolu, basit ama temel olan yalın gerçeklerin ayırtına varmaktır. Devlete sadık olmak, anayasaya sadık olmak, hukuka sadık olmaktan geçer.
Umarım bu tespit sadece bu sitenin okuycularıyla sınırlı kalmaz. Bu tarz tespitlerin yurtdışında anlatılması ve gerekli makamlarla irtibata geçilmesi lazım. Onlara bu konuyu bizzat orada yaşamış vatandaşlar tarafından izah edilmesi şu zamanlar çok daha önemli olduğu kanaatindeyim. Hedef kitleler artık siradan insanlar değil önemli kurumlardir.