Dertlerin gölgesinde arayışlar ve serzenişler

AHMET KURUCAN | YORUM

Çok güzel günlerdi. Amerika kazan biz kepçe dolaşırdık arkadaşlarımızla. Sevdiklerimizle, dostlarımızla, gönüldaşlarımızla bir ve beraber olurduk. Hasbihal eder, dertlerimizi anlatır, dertlerini dinlerdik. Sorunlarını anlatanlar olurdu zaman zaman. Onlara kulak kesilir, karınca-kararınca çözümler üretmeye çalışırdık. Bu büyük coğrafyanın batısından doğusuna uzanırken dostlarımızın en büyük dertlerinin kendi değerlerini korumak, çocuklarını bu değerleri benimseyen insanlar olarak yetiştirmek ve aynı değerleri çevresindeki insanlara yaşayarak göstermek olduğunu görürdük.

Pekala geride mi kaldı o günler?

Hayır, bütün hızıyla devam ediyor ama en az 5-6 yıllık ara verildiğini inkar edecek değilim. Araya giren insi ve cinni şeytanların tuzakları, komploları, vesveseleri, propagandaları ve bitme tükenme bilmez fiziki zulümleri oldu. Böyle olunca dertlerimize yeni dertler eklendi ve öncelik sonralık sıralaması mecburen değişti.

Dertlerimizdeki sıralamanın değiştiği böylesi bir zaman diliminde yine kazan-kepçe misali 5 günlük bir seyahate çıktık iki arkadaşımızla. Sevenlerimizle, sevdiklerimizle, gönül birlikteliğimiz olan dostlarla buluştuk. Kimi zaman büyük salonlarda konuştuk, kimi zaman yemek sofralarında dertleştik. Bazen de bir köşeye çekilip, “hususi” dedikleri meseleleri dinledik.

Peki, ne gördüm?

Dertli insanlar gördüm ama derdinden şikayet eden birini görmedim. Kimse dertlerini yarıştırmıyordu. Aksine, bütün zorluklara rağmen hayırda yarışan insanlar vardı. Dertleri dünyalarını insani standartlarda yaşamanın yanında ahiretlerini kazanmak, çocuklarını iyi bir insan ve iyi bir Müslüman olarak yetiştirmekti. Çeşitli olumsuzluklara ve kısıtlı imkanlarına rağmen kendilerine özgürlük başta olmak üzere her türlü desteği veren devlete ve topluma katkı sağlamak en büyük gayeleriydi.

Bir zamanlar Türkiye’de elle sayılır, parmakla gösterilir ve bu ifritten sürecin mağdurlarından bir kaç kişi ile kahvaltı masasında muhabbet ettik uzun boylu. Birisi gasp edilen mal varlığının maddi tutarını söyledi. Şaşırdım. Söylediği rakama mı? Hayır. Fazlası vardır eksiği yoktur. Ama şaşırdığım şey ondaki tevekküldü. İhsan şuuruna ermiş ve sanki yolda 10 lirasını düşürmüş bir insanın rahatlığıyla konuşuyordu.

Diğeri ise izzetiyle, şerefiyle dimdik ayaktaydı. Ülkesi ile gönül bağlarını koparmış bir halde gördüm onu. Bir zamanlar ‘Türkiye’ denildiği an canını verecek derecede fedakarlıklar yapan bu insanları bu duruma sürükleyenlere lanet.

“Bir tek şey hariç üzülmüyorum artık hiçbir şeye!” dedi ve iç geçirerek hüzünlü bir ses tonu ile söylediği tek kelimelik cümle şu oldu: “Vefasızlık!” 

Bazı isimleri sayarak, “Bunların vefasızlığı… Bir kez olsun geçmiş olsun bile dememeleri… Elimizden bir şey gelmiyor diyerek bile olsa bir mazeret bildirmemeleri…” dedi ve ekledi: “Onların bu vefasızlığı kanıma dokunuyor.”

Bu yolculuk, sadece bir gezi değil, bir muhasebeydi benim için. Yaptığım konuşmalar bir anlam ifade etti mi, muhataplarımın istifadesine medar oldu mu bilmiyorum ama ben çok istifade ettim bu yolculuktan ve dostlarla olan birlikteliğimden.

Geçmişi hatırladım, bugünü düşündüm ve en önemlisi de geleceğe dair umutlarım arttı gördüm manzara karşısında. Sağ olsunlar, var olsunlar. Allah ayaklarına taş değdirmesin. Tuttukları altın olsun. Amin.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin