YORUM | AHMET KURUCAN
Deprem ile alakalı yazılacak o kadar çok konu var ki, hangisine öncelik vereceğimi kestirmekte zorlanıyorum. Bir önceki yazımda deprem ve benzeri büyük felaketler sonrası toplumsal planda yaşan 4 evreyi yazmıştım. Şok, öfke, uzlaşma ve restorasyon idi bu evreler. Ferdi planda yaşananlar da bundan farklı değil. Uzmanlar üç devreden bahsediyor; şok, öfke ve depresyon. Bu evrelerin süreleri hiç şüphesiz şahıstan şahısa, toplumdan topluma değişir. Ayrı bir nokta depreme maruz kalan, yakınlarını kaybeden, yaralanan, evleri yıkılan ya da evleri oturulamaz hale gelen insanlarla deprem bölgesi haricinde yaşayan insanların deprem ve sonuçlarından etkilenmesi ve buna bağlı olarak söz konusu evreleri yaşamaları ve atlatmaları da şahıstan şahısa değişir.
Deprem olalı bugün itibariyle bir hafta geçti. Enkaz altından canlı insan çıkarma ümidinin kesilmesi şok devresinin bitişinin emaresi olarak kabul edilebilir. Şu an itibariyle öfke devresinin içindeyiz. Sosyal medyadan takip ettiğimiz gelişmeler ve haber alma imkânımız olan yakınlardan duyduğumuz kadarıyla öfkenin kendilerine yansıtıldığı muhataplar arasında devlet ve devlet kurumları gelmekte.
Bu kadar büyük ve çaplı bir felakete karşı hiçbir devlet tabii ki depremzedenin ilk andan itibaren her türlü ihtiyacını karşılayabilecek bir güce, imkana ve hazırlığa sahip olamaz. Böylesi bir zeminde devletten beklenen deprem felaketine maruz kalmış insanlara götürülecek resmi ve sivil, ulusal ve uluslararası yardımları koordine etmek ve güvenliği sağlamaktır. Görebildiğim kadarıyla devlet ve kurumlarına karşı yöneltilen öfkenin en büyük sebebi işte bu organizenin yapılmamış ve hala yapılamıyor olması ile güven ortamının sağlanamamış olmasıdır. İkinci büyük sebebi ise bu çıplak gerçek bütün dünyanın gözü önünde inkâr edilemez bir vaziyette dururken devlet yetkililerinin “ulaşılamayan yer kalmadı” üst başlığı ile aktarabileceğim yalanları gelmektedir.
Çok büyük oranda yansımasını görmesem de öfkenin kendisine yansıtıldığı bir diğer muhatap Allah’tır. Depreme anlama verememe, özellikle masum çocuk, kadın-erkek ihtiyar ve hayvanların bu büyük yıkımda vefat etmeleri veya ömür boyu izlerini taşıyacak yaralanmaları söz konusu öfkenin şiddet derecesini artıran bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Tarihe bu gözle bir yolculuk yapacak olduğumuzda gerçekten de böylesi büyük felaketlerde insanlar öfkelerini inandıkları yüce yaratıcıya doğru çevirmişler, O’nun şefkat, merhamet, adalet ve kudretini sorgulayan sorulara cevap arayışı içine girmişlerdir. Dolayısıyla büyük çoğunluğu Müslüman olan deprem bölgesindeki insanlarda var olan öfkenin Allah’a karşı yönelmesi bu tarihi gerçekler açısından bakıldığında şaşırtıcı değil.
Bu aşamada yapılması gerekli olan ilk şey hiç şüphesiz yangına körükle gitmemektir. Yangın ortada, körük nedir? Beşerî sorumluları ve sorumlulukları bütünüyle devre dışı bırakarak sorumluluğu Allah’a havale eden söylem ve eylemlerdir. Örnek mi? “Bunlar kader planının içerisinde olan şeyler” açıklamaları. Örnek mi? Daha depremin ilk günü nice canlı insanların enkaz altından kurtarılmayı beklediği zamanlarda cami minarelerinden “sala” okumaları.
Unutmamalı, zaten mahiyeti tam anlamıyla çoklarımız tarafından bilinmeyen, yanlış anlaşılan, yanlış yorumlanan kader inancı ile ilgili depremde canı yanmış, sevdiklerini kaybetmiş, mal varlığı hak ile yeksân olmuş insanlara karşı ifade edilen bu söylem ve eylemler onları teskin etmiyor, aksine “Olmaz olsun böyle kader!” dedirtiyor. Onun için kendi sorumluluklarını Allah’a havale eden ve tabir caizse suçu Cenabı Hak’ın üzerine atan siyasilerimiz başta din adamları yoğun bir empati duygusuyla hareket etmeli. Açıklamalarını psikolojik ve pedagojik kriterler içinde yapmalı. Yangına körük metaforu içinde dile getirdiğim söylemlerden uzak durmalı. Yaparlar mı? Hiç zannetmiyorum. İktidarlarını tahkimin ötesinde bir şey düşünmeyen, bu büyük felaket zamanında bile siyaset yapmaktan utanmayan, sıkılmayan insanların bunu yapacağına ihtimal vermiyorum ama tarihe not düşmek için bu satırları buraya bırakayım.
Bu öfke döneminde dile getirilen bir başka söylem de “Allah’ın cezası” tabiridir. Size ilginç gelebilir ama Adapazarı ve Van depreminden sonra sahada yapılan çalışmalarda karşımıza çıkan bir sonuç var; depremi Allah’ın cezası diyerek anlamlandırma bazı insanların dinden kopmasına sebebiyet verirken bazılarının da dine yönelmelerine vesile olmuş. Son yüzyılda Anadolu topraklarının gördüğü en büyük felaket olarak adlandırılan deprem sonrası öfke döneminin yaşandığı, en iyimser tahminlere göre 70 binin üzerinde insanın enkaz altından çıkarılmayı beklediği şu günlerde bu söylemi de kullanmamak lazım. Neden? Bir kişi bile olsa insanların dine mesafe koymalarına sebebiyet verme ihtimalinden dolayı. Depremi hikmet boyutuyla izah etmenin şimdi zamanı olmadığından dolayı.
Kaldı ki deprem denildiği gibi Allah’ın cezasıdır demek ne kadar doğrudur? Kevni kanunlarla hangi ölçüde uyum içindedir? Biraz zaman geçsin, yaralar sarılsın, depremzedeler kendi yeni normal hayat şartlarına kavuşsun, işte o zaman belki bu konuda müstakil bir yazı kaleme alabilirim.
Haddimi aşarak ve ifade tonumu biraz daha sertleştirerek tekrar ediyorum; Kur’an’da zikredilen eski kavimlerin helakını anlatan ya da Efendimizin hayatında karşılığı olan bazı olaylarla alakalı inmiş ayetleri bağlamlarından kopuk bir şekilde lafzın taşımış olduğu anlamı merkeze alıp mukayeseler yaparak “bu deprem de bunlar gibi Allah’ın cezası” denilmemeli. İlla diyecekseniz birisinin twitter da gayet hakîmâne özetlediği gibi “Sadece asrın felaketi değil, aynı zamanda asrın bilimsizliği, asrın açgözlülüğü, liyakatsızlığı, aymazlığı, sorumsuzluğu, vicdansızlığı” deyin. “Asrın kenetlenmesi, yardımlaşması” deyin.
“..İlla diyecekseniz birisinin twitter da gayet hakîmâne özetlediği gibi “Sadece asrın felaketi değil, aynı zamanda asrın bilimsizliği, asrın açgözlülüğü, liyakatsızlığı, aymazlığı, sorumsuzluğu, vicdansızlığı” deyin. “Asrın kenetlenmesi, yardımlaşması” deyin.”
Ülke için alışılmamış bir tür: Melodram
Yaşını hafifçe almış, bizim neslin insanlarındansanız eğer, bazen oyuncularına bakarak, bazen yapımcısına, kimi zamanda yönetmen ve senaristine, o filmin ne tür film olduğunu bilirsiniz. Bir Cüneyt Arkın filminde, saf iyilik-saf kötülük savaşını görür, filmin sonuna kadar Cüneytin ve yakınlarının başına gelenler için bin parça olurduk, yönetmen 90 dakikalık bir filmin sadece 10 dakikasında tadacağımız o kısacık mutluluk için,bize 80 dakika hüzünlü dakikaları sunardı. Gerçek hayatta artık bundan farklı değil.
Gerçek hayatta bundan farklı değil dedim. Sırf memleketi yönetenlere bakarak, yaşanacak şeyin hangi tür olacağını kestirme uzmanı olduk. Bir farkla ki, bu memlekette izlediğimiz bu son film, öncekilerin aksine alışık olmadığımız bir tür. Eskileri çok iyi biliyorduk oysa, Korku, gerilim, dram, alışkındık onlara, bu farklı işte…
Son yaşanan olayın geçmişimizden bir fark, bunun biraz müzikalize edilerek sunulması. Bir MELODRAM IN içinde gibiyiz, sunumlar, tv kanallarından anlatımlar, sosyal medya dışındaki tüm yapay ve sanal ve resmi anlatım, bir MELODRAM gibi sunuluyor. Memleket bu türle ilk defa karşılaştı demem de bundan. Her türlü fırıldağın dndürüldüğü filmine şahit olan bizler, son 10 yılda şahit olduğumuz kadar hiçbirşeye şaşırdık.
Öyle bir sunumu yapıldı ki, açık açık gerilimin, korkunun olduğu yerde, Vandetta gibi yüzleri görüyorduk gülücüklerle.
Küçükken bir yakınım gözlerime bak, gözünden yaş çıkartıcam senin şimdi deyip, elimi çekmiş ve sigarayı hafiften yaklaştırmıştı, elimi çekemiyordum da, ötesi karşımdaki adam gülüyordu, sırıtıyordu uzun uzun. Bak gözlerinden yaş gelecek diyerek gülüyordu. Bunun sadistlik olduğunu ancak yıllar sonra fark edebildim, bir türlü anlayamadım o kişinin neden böyle yaptığını. Ne komikti, ne gülünecek birşey vardı… Oysa karşımdaki insan gzlerime bakıp gülüyordu.
Şu an yaşanan film de bu tarz bir sunumla veriliyor, bir Melodrama çevrilmeye çalışılıyor. Bir ödül bekleyen oyuncular gibi roller kesiliyor, Oscara şimdiden aday olmaya çalışılan biçimde senaryolar işleniyor. Yaşanılan felaket değilde, bu felaketten sonraki zamanların hayali, getirileri üzerinden bugün davranış modelleri sunuluyor.
Bugüne kadar, Cengiz Handan tut, Hülagüye, Haccac dan tut, Hitlere oradan bilmem kimlere, kimler kimlere zulmü zulm gibi gösterdi, eğmedi bükmedi de bu sefer ki farklıydı.
Bugün yaşanan felaketi, sanat eseri gibi sunma eğilimi var.
TV leri açıyorum, kurtulanlar, gözyaşları, birlik olma mesajları, titrek ses tonları, görsel sunumlar, anlatımlar ve içime üflediği duygular.. Üzülme duygusu.. Melodram dememinde sebebi o, yapay bir hale getirilip, bir sinema filmi izlemesi tadına çevriliyor artık herşey.
Binlerce insan, tenleriyle betonların arasında iken, hayatta kalan bizler, bu melodramın içinde, ağlama üzülme seansları yapıp, bir çeşit kendimizi rahatlatırken, yaşanılan drama yine seyirci bırakılıyoruz.
Depremin değil, depreme uygun olmayan yapıların ve buna müsaade edenlerin bu ölüme sebep olduğunu haykırmadan ve bunun hesabı sorulmadan, belli ki bu Melodram acıklı ama güzel bir müzikle bitecek. Senevi devriyelerirnde fon da güzel bir müzikle, yad edilecek…
Bunlara sözüm yokta, başta dediğim gibi, oyuncusuna bakıp, filmi tahmin ettiğimizi sandığımız bu zamanda, bu afetteki kayıpların baş sorumlusu oyuncuların bu yeni türü dikkatimi çekti.
Artık dram ülkesi olmaktan çıktı ülke, bir melodramın içindeyiz.
Sigarayı gözlerimin içine gülerek elime basıldığı, o çocukluğumdaki anım depreşiyor ve diyorum ki, artık güle oynaya yapılacak bundan sonraki insan kaynaklı tüm afetler.. Var olan bu afet, süregelen ve devam edecek asıl beşeri afeti unuttur masın.
Sadece oyuncular ve onların ardındaki yapımcı ve senaristler, tür değiştirdiler.
Hoş geldiniz Melodram türüne.