YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Neredeyse her deprem sonrası meydana gelen tabii afetlerin sebepleriyle ilgili teolojik tartışmalar yaşanır. Genellikle mütedeyyin insanlar depremlerin veya tabii afetlerin sebebini insanlığın azgınlık ve taşkınlığına bağlar. Onlara göre işlenen günahlar, yapılan zulüm ve haksızlıklar, ortaya çıkan fitne ve fesatlar bu tür felaketlere sebebiyet verir. Meseleye bilim gözlüğüyle bakan ve meydana gelen hâdiseleri sebep-sonuç ilişkisiyle izah eden insanlar ise bu tür yaklaşımlara itiraz eder ve konuyla ilgili bilimsel açıklamalar sunarlar. Acaba yapılan bu izahlardan hangisi doğrudur?
Bakış Açısı
Tek kelimeyle cevap verecek olursak her iki izah da hem doğrudur hem de tek başına eksiktir. Bakış açısı değiştiği için, görülen hakikatler de değişmektedir. Nazar (bakış açısı), çok önemlidir. Bazen aynı varlığa veya olaya bakan iki kişinin bakış açıları farklı olduğu için, onların gördükleri de farklı olur. Renkli bir gözlük takan insan açısından gördüğü eşyaların rengi de değişir. İşte deprem ve tabi afetlerin yanı sıra kâinatta meydana gelen bütün olaylarla ilgili bu iki farklı izahın temel sebebi, bakış açısıdır.
Depremleri, zulüm ve günahlarla izah edenler meseleye kader ve küllî irade açısından bakmakta, dolayısıyla da varlık ve olayların bâtınında, melekut yönünde farklı resim ve suretler müşahede etmektedirler. Bu tür olayları sadece maddi ve pozitif bir bakış açısıyla ele alan ve onların sadece zahiri yüzlerine odaklananlar ise meseleyi jeolojinin ve jeofiziğin verileriyle açıklamakta ve depremleri fay hatlarının kırılmasına, yerkabuğunu oluşturan levhaların birbirini zorlamasına vs. bağlamaktadırlar. Bu iki bakış açısı da doğrudur, fakat tek doğru değildir. Bunlardan sadece birisinin yegane doğru olarak görülmesi, eksik bir değerlendirme olur.
Sebeplere Riayet
Allah, dünyadaki her oluşum ve hareketi belirli bir sebep ve hikmete bağlamıştır. Hayatın istikrar içerisinde devam etmesi, varlık ve kâinat üzerinde belirli araştırmaların yapılabilmesi, ilimlerin vücut bulması adına hadiselerin belirli sebeplere bağlanması oldukça önemlidir. Ayrıca daru’l-hikmet (hikmet yurdu) olan dünyada, olayların sebeplere bağlı olarak cereyan etmesi, imtihanın da bir gereğidir. Eğer her bir hâdise sebeplere bağlı olmaksızın harikulade bir şekilde meydana gelseydi sırr-ı teklif kaybolurdu.
Bu sebepledir ki bir mü’min asla sebepleri görmezden gelemez. Görmezden gelme bir yana, ona düşen sıkı sıkıya sebeplere riayet etmektir. Bu aynı zamanda Allah’ın iradesine saygının da bir gereğidir. Bu yüzden bir mü’minin, depremle ilgili bilimsel açıklamaları göz ardı etmesi, uzmanların uyarı ve ikazlarına kulak asmaması düşünülemez.
Bir kısım hikmetlere binaen Allah’ın her bir hâdiseyi belirli sebeplerle irtibatlandırdığının şuurunda olan bir mü’min, herkesten daha fazla bu sebeplere müracaat etmelidir. Ona düşen, depremin önceden öğrenilmesi, depreme karşı dayanıklı binaların yapılması, deprem anında oluşabilecek kayıpların en aza indirilmesi adına gerekli tedbirlerin alınması, deprem sonrası kurtarma ve ıslah çalışmalarının sürdürülmesi gibi konularda herkesten daha fazla çalışmak ve gayret etmektir. Yani mü’min, depremler yüzünden meydana gelebilecek can ve mal kayıplarını minimuma indirme adına bilim ve teknolojisnin kendisine sunduğu imkânlarından sonuna kadar yararlanmalıdır.
Hakikî ve Mecazî Sebepler
Fakat bütün bunların yanında sebeplerin, Allah’ın izzet ve azameti önünde birer perde olduğu da unutulmamalıdır. Sebepleri yaratan ve yarattıktan sonra da kendi haline bırakmayıp onların ardında icraatta bulunmaya devam eden Cenab-ı Hakk’tır. Aslında sebepler, Allah’tan gelen emir ve talimatları yansıtmakta ve tatbik etmektedir. Meseleye iman gözüyle bakacak olursak, hâdiselerin meydana gelmesiyle irtibatlandırdığımız sebeplerin gerçek değil mecazi birer sebep olduğu görülecektir. Gerçek müsebbip ise Allah’tır. Sebepleri de sonuçları da O yaratmaktadır.
İşte gerek depreme gerekse daha başka tabii hâdiselere bakarken ve onları değerlendirirken mutlaka bu iki farklı bakış açısı birlikte ele alınmalıdır. Hadiselerin zahiri sebeplerini görme ve ona göre tavır almanın yanında, nazarlar bu hâdiselerin arka planlarına ve derunlarına da çevrilmek suretiyle onların altında yatan hikmetler anlaşılmaya, bu hâdiselerin diliyle verilen mesajlar idrak edilmeye çalışılmalıdır.
Pek çok âyet-i kerime ve hadis-i şerifte, meydana gelen hadiselerin arka planlarına dikkat çekilmek suretiyle mü’minlere böyle bir tefekkür yolu gösterilmektedir. Mesela Hz. Musa ile Hz. Hızır Aleyhisselam’ın birlikte çıktıkları yolculuk ve bu yolculukları esnasında yaşadıkları bazı hâdiseler, mü’minlerin önüne farklı ufuklar açmakta, meydana gelen olaylarla ilgili farklı değerlendirmelere imkân vermektedir.
Keza Huneyn savaşının başlangıcında mü’minler geçici bir hezimet yaşamışlardı. Elbette bu geçici yenilginin tarihi ve maddi şartlar açısından pek çok izahı yapılabilir. Fakat Kur’ân-ı Kerim, “O gün sayıca çokluğunuz sizi böbürlendirmiş ama bu size fayda vermemişti. Olanca genişliğine rağmen dünya başınıza dar gelmişti. Sonra da bozguna uğrayarak düşmana karşı arka çevirip kaçmaya başlamıştınız.” (Tevbe suresi, 9/25) ifadeleriyle bizim nazarlarımızı başka bir yöne çeker. O da, sahabenin sayı çokluklarına, güç ve kuvvetlerine güvenmeleridir. Demek ki Allah, daha önceki savaşlarda çok daha güçlü orduları yenmiş olmalarına rağmen, Huneyn’de bu hatalarından ötürü sahabeye böyle bir ders vermişti.
Şu âyet-i kerimeler Firavun’un denizde boğularak helak edilmesinin sebebinin de onun yapmış olduğu zulümler ve işlemiş olduğu günahlar olduğunu haber vermektedir: “(Firavun hanedanı ve onlardan öncekiler) Rablerinin âyetlerini yalan saydılar. Biz de günahları sebebiyle onları imha ettik. Firavun ve beraberindekileri de denizde boğdu. Doğrusu, bunların hepsi de zalim idiler.” (Enfâl sûresi, 8/54); “Onlar, âyetlerimizi yalanladılar, Allah da kendilerini cürümleri sebebiyle kıskıvrak yakaladı. Allah’ın cezası pek şiddetlidir.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/11)
Bunlardan başka Kur’ân-ı Kerim’de taşkınlık, isyan, zulüm ve günahları sebebiyle helâk edilen daha pek çok kavimden bahsedilmektedir. (Bkz. En’am sûresi, 6/6; A’raf sûresi, 7/100; Enfâl sûresi, 8/52; Mü’min sûresi, 40/21) Nitekim, “Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir.” (Şura sûresi, 30/30) âyet-i kerimesi de umumi bir ifadeyle insanların maruz kalmış olduğu bela ve musibetlerin gerçek sebebini onların irtikap etmiş oldukları günahlara bağlamaktadır.
Bakara sûresinde geçen, “Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155) âyeti ise mü’minlerin can ve mal kayıplarıyla neticelenen olayların Allah tarafından gelen birer imtihan olduğunu haber vermektedir. Bunların yanında Peygamber Efendimiz (s.a.s) de ayağa batan bir dikene varıncaya kadar insanın maruz kalacağı her türlü sıkıntı ve musibetin, onun günahları için kefaret olacağını bildirmiştir. (Buharî, marda 1; Müslim, bir 52)
Geçmişe ve Belalara Kader Cihetinden Bakabilme
Elbette bir mü’minin, geleceğe yönelik her türlü plan ve projesini yaparken zahiri sebepleri göz önünde bulundurması ve bütün tercihlerini buna göre yapması gerekir. Fakat o, meydana gelen hâdiseleri okuma adına geriye dönük değerlendirme yaparken mutlaka bu hadiselerin altında yatan hikmetleri, verilen mesajları, yapılan ikazları da anlamaya ve bunlardan dersler çıkarmaya çalışmalıdır. Elbette bu bakış açısı herkes için geçerli ve önemli değildir. Fakat cüz’î iradenin sınırlarını bilen, küllî iradeye inanan, hâdiselerin cereyanında fizik kadar metafiziğin de etkili olduğu konusunda şüphesi bulunmayan mü’minlerin mutlaka zahiri ve batınî sebepleri birlikte mütalaa etmesi gerekir.
Bunu yapabilen bir mü’minin önüne farklı pencereler açılır. “Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olur. Gerçeği Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara sûresi, 2/216) âyet-i kerimesinde ifade edildiği üzere o, zahiri yüzleri oldukça çirkin ve dünyevî açıdan acı verici olan hâdiselerden dahi teselli olabileceği bir kısım hikmetler bulur. Beşerî sınırların kısıtlayıcılığı ve maddî dünyanın darlığı içinde yapılan “iyi” veya “kötü” şeklindeki değerlendirmelerin sübjektifliğini görür. Aynı hâdiselere kaderi plandan bakınca farklı yargılarda bulunmanın imkanını fark eder. En kötü hâdiselerin dahi “iyi” yüzlerini görmeye başlar. Onun hakkında “Kadere iman eden, kederden kurtulur.” hükmü tecelli eder.
Kader Açısından Depremlerin Sebepleri
İşte meydana gelen depremlere iman ve kader gözlüğüyle bakıldığında da gerek meydana geliş sebepleri gerekse sonuçları açısından farklı bir kısım değerlendirmeler yapılabilir. Mesela Bediüzzaman Hazretleri, gazab-ı ilâhiyi celbeden ve depremlere sebebiyet veren bir kısım hâdiseleri şu şekilde zikreder:
- Günah ve Zulümler: “Madem insanın bazı hataları (toprak, hava, su gibi) unsurları ve yeryüzünü hiddete getirecek derecede büyük bir isyan ve pek çok varlığı hor görerek onların hukukuna yapılmış bir tecavüzdür. Elbette o cinayetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, çok geniş vazifesi içinde “Onları terbiye et!” diye emir verilmesi, hikmetin gereği ve ta kendisidir, adalettir ve mazlumlara rahmettir.”
- Günah ve zulümlerin yayılması: “Umumi musibet, çoğunluğun hatasından ileri gelmesi yönüyle, insanların büyük kısmının o zalim şahısların icraatına fiilen veya onu lüzumlu sayarak veyahut onların tarafında yer alarak manen katıldığını gösterir. Bu da umumi musibete sebebiyet vermiştir.”
- Ehli gafleti uykusundan uyandırmak: “Kadîr-i Zülcelâl’in itaatkâr bir memuru, hatta bir gemisi, göklerde süzülen bir misafirhanesi olan yeryüzüne verilen, ‘Gaflet ve azgınlık yolundakileri uyandırmak için gövdende bulunan, hikmet ve irade ile saklanmış bombayı ateşle!’ şeklindeki Rabbanî emri unutmak ve tabiata sapmak, ahmaklığın en çirkinidir.”
- Mü’minleri yeniden ibadet u taate yönlendirmek: “Bu hadisenin (depremin) hem şiddetli kışta, hem karanlık gecede, hem dehşetli soğukta gelmesi, hem Ramazan’a gereken hürmeti göstermeyen bu memlekete mahsus olması ve tahribatından uyanmadıkları için gafilleri hafifçe uyandırmak maksadıyla devam etmesi gibi pek çok emare ve işaretle, deprem mü’minleri hedef alıp onları namaza ve duaya uyandırmak için sarsıyor ve yeryüzünün kendisi de titriyor.”
- Mü’minlerin mağlubiyet ve acziyeti: “O gibi yerlerde imanı ve İslamiyet’i koruyan kuvvetli ve hakikatli insanların biraz veya tam mağlup olmasını fırsat bilen dinsizler, tesirli bir faaliyet merkezi kurdukları için ilk önce oraların (depremle) tokatlanmış olması ihtimali var.” (14. Sözün Zeyli)
Şu âyet-i kerime de bu manaya işaret eder: “Halkı ıslahçı kimseler olduğu halde, Rabbin zulüm ve günahları sebebiyle bir belde halkını helâk edecek değildir.” (Hûd sûresi, 17/111) Demek ki bir beldede halkın salahını düşünen, ihya ve imar yolunda mücadele eden insanların varlığı, gelecek belâ ve musibetler adına önemli birer paratonerdir.
Depremden Zarar Gören Masum ve Mazlumların Durumu
Burada akla şöyle bir soru gelebilir. Madem ki deprem zulmünden dolayı zalimleri, günahlarından ötürü fasıkları, dinî yaşayışlarındaki eksiklik ve laubalilikten ötürü gafilleri, irşat vazifesini terk ettiği veya gereği gibi yapamadığı için mü’minleri cezalandırmak veya onların aklını başına getirmek için meydana gelmektedir; o halde müstakim bir hayat yaşayan masumlar niçin can ve mal kaybına maruz kalmaktadır?
İlk olarak şunu söylemek gerekir ki bu, dünyanın imtihan yeri olmasıyla ilgilidir. Zira bu tür afet ve belalar sadece hak edenlere isabet etseydi, imtihan sırrı bozulurdu. Çünkü bu durumda herkes açıkça Allah’ın takdirini göreceğinden ötürü ister istemez iman etmek zorunda kalırdı. Bu sebeple Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Öyle bir fitneden (belâ, musibetten) çekininiz ki geldiği vakit yalnız zalimlere dokunmakla kalmaz (masumları da yakar).” (Enfâl sûresi, 8/25)
Ne var ki her ne kadar masum ve mazlumlar deprem gibi bir felaket karşısında zahiren ve dünya itibarıyla bir kısım kayıplar yaşasa, acılara maruz kalsalar da, Adil-i Mutlak olan Allah elbette onların bu kayıplarını karşılıksız bırakmayacaktır. Zira çok sayıda âyet-i kerimede ifade edildiği üzere Allah, kullarına zerre miktarınca zulmetmez. Nitekim bir hadislerinde Efendimiz savaş için Kâbe’ye doğru yola çıkan bir grubun yolda helak edileceğini bildirir. Hz. Aişe, ordu içinde sırf ticaret için onların arasında bulunan kimselerin durumunun nasıl olacağını sorar. Bunun üzerine Efendimiz, bunların bütünüyle helâk olacaklarını fakat ahirette niyetlerine göre diriltileceklerini bildirir. (Buhârî, büyû 50; Müslim, fiten 6)
Bediüzzaman’ın depremden zarar görmüş masumlarla ilgili yaptığı şu değerlendirmeler üzerine durmaya değer: “O musibetteki gazap ve hiddet içinde onlara (masum ve mazlumlara) bir rahmet cilvesi var. Çünkü o masumların fâni malları, kendileri hakkında sadaka olup bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları da bir nevi şehitlikle onlara bâki bir hayatı kazandırır. Nispeten az, geçici bir sıkıntı ve azaptan, büyük ve daimî bir kazanç elde etmeyi sağlayan bu deprem, onlar hakkında gazap içinde bir rahmettir.” (14. Sözün Zeyli)
Netice
Hasıl-ı kelam, kâinatta bir yaprağın düşmesine varıncaya kadar en küçük bir tesadüfe yer olmadığına inanan bir mü’min açısından, deprem gibi pek çok insanı etkileyen büyük bir hadisenin sadece yer katmanlarıyla, fay hatlarıyla açıklanması eksik bir açıklamadır. Allah, haşa deistlerin iddia ettiği gibi kâinatı yarattıktan sonra onu kendi haline bırakmış değildir. Bilakis, “O, her an yeni tecellilerle iş başındadır.” (Rahman sûresi, 55/29) âyetinin de işaret ettiği üzere O, yaratmasını ve icraatlarını devam ettirmektedir. Fakat O’nun bu icraatları çoğu zaman sebepler eliyle gerçekleşmektedir. Bir mü’mine düşen de sadece sebeplere takılıp kalmamak, onların arkasına geçerek Müsebbibü’l-Esbab’ın icraatları arkasında yatan hikmet ve maslahatları okuyabilmektir.
Bunu başarabilen bir mü’min, başına gelenleri sabır ve rıza ile karşılayacak, kaderi tenkit etme cürmüne yönelmeyecek, şikayet ve itiraz anlamına gelen söz ve davranışlardan uzak duracak, can yakıcı en fena hâdiselerin içinde dahi Allah’ın rahmet elini hissedecek ve maruz kaldığı hâdiselerden ibret almaya bakacaktır. Maddenin dar kalıplarından sıyrılamayanlar bu tür izah ve açıklamaları “züğürt tesellisi” olarak görseler de hakiki bir mü’min açısından bütün bunlar Allah’a iman etmenin, teslim olmanın ve tevekkülde bulunmanın birer ifadesidir.